İngilizce öğrenmekte ne kadar zorlandığımı anımsıyorum. Hatta hala kendimi pek öğrenmiş saymıyorum ya, yine de belli bir seviyede hayatı çevirecek kadar konuşup yazabilmemi sanırım bana bu dili sevdiren yazarlara, şairlere ve onların unutulmaz cümlelerine borçluyum. Elbette kamu için düşünülen uyarı cümlelerinin derinliğine olan hayranlığım* başka bir konu:)
Londra'ya dönmek hayal oldu. Pound aldı başını yürüdü. Neyse ki kahvemizi ve kitabımızı getiren Mehmetus gibi değerli dostlarımız var, yoksa ruhumun sahibi bir şehirden uzak yaşamak çok acı...
Konumuz Londra değil, konu "it is time!"
Gerçekten öyle, dün ışıl ışıl denize, kaldırımın kenarında başını kaldırıp gelene geçene gülümseyen mine çiçeğine baktım da "evet ya, zaman geldi" dedim içimden. Uzun, soğuk ve kımıltısız bir kışın ardından cemreler düşmeye başladıysa, kırları bembeyaz papatyalar örtmüş, badem çiçekleri coşmuş ve köyümün sulak topraklarında nergisler çıldırmışsa yeniden yaşamaya başlamayı kim engelleyebilir?
İstar'ın kanı kaynıyordur yavaş yavaş değil mi? Hem Türklerin yeni yılına da az kaldı.. O halde ha gayret diyerek uyanmanın, elde cepte olan ne varsa masaya yatırıp, işe koyulmanın vaktidir.
İçimden kırda bayırda Winterson okumak, öyle mal gibi durup deniz seyretmek ve badem ağaçları altına yatıp gökyüzüne bakmak geliyor. Hepsini yapacağım! Az kaldı.
It is time... Yaşamak, yaşatmak, üretmek ve silkinmek için... Hadi hadi içelim şu sabah kahvesini de duşumuzu alıp işe koyulalım di mi ya?!
*Mind the gap please...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder