Bir Rene resmini ilk gördüğüm yer Le Guin'in kitap kapağıydı. Önce Dali zannettim, sonra önüme Magritte Rene çıktı. Ve o andan itibaren bu tuhaf fakat bir o kadar neşeli adamın resimlerini seyretmeye başladım.
Tabloların her biri üzerlerine kısa öyküler yazılacak kadar güzeldi.. Sade, derdini anlatan, tertemiz ve bir o kadar da derin...
Bu tabloların hemen hemen hepsinde aynı şeyi sevdiğimi fark ettim, ressamın imkansızı düşlemesi ve imkansızın resmini yaparak, onu bir parçasıyla hayatın içine davet etmesi bana büyüleyici geliyordu. Her tablonun kendi dili vardı; bazı eserler içinizi acıtırken, kimileri karşısında gülümsemeden durmak imkansızdı.
Ve korku. Onun tablolarındaki alaycılığın zirveye taşındığı görüntüler, korku temasını işledikleridir. Korkmakla, bunda korkulacak ne var, düpedüz saçmalık duygusu arasında o kadar hızlı gelip gidersiniz ki, korku etkisini kaybeder. Ama hala oradadır! Ama nasıl?
Gizemli bir şey konuşurken veya düşlerken onu anımsamamak imkansızdır. Gökyüzünde yürüyenler, adeta bir Bosch tablosuna gönderme yapan yarı balık kadınalar... Ama elbette Bosch karanlığı yoktur Magritte eserlerinde, O başka, bambaşka bir zamanın gizemini anlatır.
Ailesi ve dostlarıyla çektirdiği fotoğraflar da en az tabloları kadar şaşırtıcı ve düşündürücüdür. Bugün günlerden Magritte Rene. Burada gördüğünüz tabloları en güzelleri değil, sadece benim en sevdiklerimden birkaçı. Şimdi bir de müzik bırakıyorum ki, güzel bir Pazar olsun:)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder