Ustam "yoga yapma yoganın kendisi ol" derdi. Ben de "dedi yine bir şey, hadi hayırlısı!" diyerek asananın içinde kalmaya devam ederdim. Belki bahsetmişimdir, ilk kez savaşçı duruşunda bedenimin tam da olması gereken yerde hizalandığını hissettiğimde, hani enerji içimde Çin lokantası neonları gibi parladığında, "vay vay vay, demek bu duruşta olması gereken buymuş!" demiştim. Ne zaman mı? Yogaya başladıktan yaklaşık beş yıl kadar sonra!
Elbette sizin farkındalık süreciniz benimle paralel akacak diye bir durum yok. Ne mutlu hızlıca yoga yapmayı bırakıp, yoga yaşayanlara, yoga olanlara....
Yıllar önce arkeoloji dünyasına küsüp pılımı pırtımı topladığımda, asıl gücendiğim ünlü bir arkeolog olma hakkını kaybetmiş olmak ya da en büyük hayalim olan Doğu Akdeniz Deniz Ticareti hakkında bir doktora tezi yazamamak değildi... Asıl kalbimi kıran, üniversitedeki, her birini tanrı katına yükselttiğim hocalarımı, tek tek, İbrahim'in putları kırması gibi kırabildiğimi görmekti...
Akademik dünyada insana dair toz ve lekeler olmaz sanmıştım... Oysa burada toz ve dumandan kalp kalbi görmüyordu.
Kör olmaktan korktum, rehberim yoktu. Ve vazgeçtim...
Yıllar sonra yolum ustamın kapısına düştüğünde, artık bir disiplin içinde huzur bulmayı beklemiyordum. Olacağına dair inancım da kalmamıştı.
İşler farklı yürüdü. Derin suların sesi zaman zaman kulaklarıma değip geçti. Fakat elime baltayı almama sebep olacak tanrıların, bu mecrada da fazlasıyla mevcut olduğunu görünce karar vermem gerektiğini anladım. Burada "ahimsa" vardı! Akademik dünyanın kuralları "göze göz, dişe diş" derken, yoga "ahimsa" diyordu; kendine ve çevrendekilere şiddetsizlik.
Kolay oluyor demiyorum, sadece umut vericiydi.
Ahimsa baltamı bıraktırdı bana, üstelik kaçmadım. Evet, üzülerek söylüyorum ki burada da toz ve duman vardı, burada da kalpler birbirini bulmakta zorlanıyordu... Tek fark, ben artık yolu görmüştüm, duman arttığında dizlerimin üzerine çöküp, ellerimle de zemini yoklamayı, yolda kalmayı deneyimliyordum.
Bu dünyada batık kalyonlar, amphoralar ve cam külçeleri yoktu... Onun yerine ruhumun, bana gizli hazinesini eşeliyordum. Yolculuk her gün, farklı ustalarla çalıştıkça daha da ilginçleşiyordu ve sonunda öyle bir yol ayrımına geldim ki, ya durmadan putları parçalayan ve savaşmaktan, yaşamaya fırsat bulamayan bir Don Kişot olacaktım, ya da öğretinin cümlelerini benimseyip olanı, olmakta olanı tam da o haliyle "eyvallah" diyerek kabullenecek, onunla akacaktım.
Bütün bunları Sanskrit dilindeki kelimelerle ve yoga camiasında saygı uyandıracak mistik hikayelerle de anlatabilirdim. Ama dilin sadeliğine akademik dünyada yaşarken de çok inandım, şimdi de inanıyorum. Bilgi ve deneyim hepimiz için. Kimsenin tekelinde değil.
Bu yüzden hep birlikte yoga yapalım isterim. Hatta hep birlikte yoga konuşalım. Bu bir tabu değil... Herkes konuşabilir. Öğretinin, gezegendeki rolü, diğer inançlarla kesiştiği noktalar tartışılabilir. Bu bir disiplin; kelimelerinde bütüncül bir teklif, bir yol var. Başka inançlara tehdit de değil.
İçinden geçmekte olduğumuz dönemde yoga asanaları yapmak kadar, hatta belki daha fazla "yama", "niyama" konuşmamız gerektiği fikrindeyim. Ağzımızdan çıkan söze hükmümüz yokken, mat üzerindeki asanalardan mucize beklemek, zannımca nafile bir çaba...
Bu sebeple yoga yaşamayı öneriyorum. Denemeyi en azından... Sutraları beraber okumayı, tartışmayı, demek istenen nedir konuşabilmeyi.. Yoga felsefesi üzerine daha çok okumak ve hayatın bütününe yaymak eminim mat üzerindeki farkındalığımızı ve duruşun içindeyken akacak enerjiyi bambaşka etkileyecektir...
Namaste
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder