29 Nisan 2016 Cuma

YUVARLANIP GİDİYORUZ:))




 
 
 
 
Bir büyükle karşılaşmadığımı söyleyemem, karşılaştım. Hatta birden fazla büyükle kesişti yolum. Anlattılar, yazdılar, çizdiler... Fakat anlamadım. Çünkü duymadım, duyamadım. İçimdeki kulaklar mühürlü gibiydi...
 
Bir o kadar da büyüklenenle karşılaştım. Nedendir bilinmez onları dinlemeye ve anlamaya çok hevesli davrandım. Hayatımı  tam ve eksiksiz hissettireceklerine dair aptalca heyecanlara kapıldım. Sezgilerimi mutfağın en üst rafına kaldırdım. Görmezsem sorun olmaz sandım... Az zaman geçip, işler istediğim gibi gitmediğinde, rafa tırmanıp asıl olanı almak istedim. Her defasında düşüp, oramı buramı bereledim...
 
İnsanın kendinden başka düşmanı yokmuş bir bunu belledim:)
 


26 Nisan 2016 Salı

ÇOCUKSUZLUK, ÇOCUKLAR VE ÇOCUKLUK...


 
Salı günleri okula gitmek bir zevk.. Sadece, mezuniyet yaklaştıkça ayrılık anını  düşünmeden edemiyorum. Belki bu yüzden uzun uzun bakıyorum çocukların yüzlerine, sanki son kez göz göze geliyormuşuz gibi gözlerimi ayırmak istemiyorum hiçbirinden. Az mı öptüm, yeteri kadar öğretemedim mi, yoksa fazla mı ciddi ders yaptım diye içim içimi kemiriyor. Gelecek yıl okul açıldığında hiçbir şeyin dikkatimi dağıtmasına izin vermeyeceğime dair yeminler ediyorum usul usul.
 
Bugün nereden aklıma geliyorsa, kontrolü sağlamakta çaresiz kaldığımda, işler istediğimiz gibi gitmediğinde nasıl davranmamı isterler diye  soruyorum. Ve görüyorum ki uzun uzun konuşulsun istiyorlar...Bir daha anlatılsın. Bir daha ve bir daha.
 
Bir adım geri çekilip ikili ilişkilerimde ne yaptığımı hatırlamaya çalışıyorum, hani karşımda "koca adam" varken. Uzun uzun konuşmadım mı? Konuştum. Anlatmadım mı? Anlattım. Ne oldu? Duymazdan gelindim! Tıpkı zaman zaman kendini coşkuya, oyuna kaptıran öğrencilerimin yaptığı gibi...
 
Çocuklar dürüstler. İstedikleri bir şeyin neden gerçekleşmediğini anlattığımda, anlıyorlar. Bir sonraki ders için sözleşip, uzlaşıyoruz.
 
Yetişkin kisvesi altında saklanan çocuk ne yapıyor? Hani o koca adam olan? Vaadlerini az sonra hangi rüzgara kapılacağı belli olmayan balonlara bağlayarak gökyüzüne salıveriyor.
Ne kadar korkutucu...
 
Bugün eski mezunlarımızdan Ozan geldi. Bize ilkokul nasıl bir şey onu anlattı. Derse katıldı. Güldük, eğlendik. Beklenmedik olan, dersin sonunda anlattığım masal*, ne  güzeldir ki yağmur yağıyordu, bütün çocukların ve sanırım özellikle Ozan'ın çok hoşuna gitti ki ve derin bir uykuya daldı. Bu yüzden, O uyanmasın diye çılgın dans yapmadan, yalnızca selamlaşarak bitirdik çalışmamızı.

Ozan'ın uyuyakaldığını gören Berk ve Ayda da dinlenmek istediler. Çocuklar matlarında dinlenirken, birbirinden güzel yüzlerini seyrettim. Bir kez daha şansıma şükrettim. Hem çocuklarla çalıştığım ve hayatın bu inanılmaz mucizesini ucundan da olsa yakaladığım için, hem de olmadık bir adamdan, henüz kendini doğuramamış bir adamdan, çocuk yapmaya kalkacak kadar delirmediğim için.
 
İzmir'de bir meyhane:
Haftalardır çimi kemiren soruyu soruyorum.  
- bana bir şey olsa çocuğuma bakabilir misin?
Ses yok...
 
Tam o dakika terkedilmesi gereken adamı ne halt etmeye iki ay daha tuttum hayatımda?  Akılsızlıktan!
İnanmak istedim, nasıl çocuklar peri masallarına inanmak isterse, aynı duyguyla gözlerimi kapatıp sihirli değneğin karşımda oturan korkağı cesur bir şövalyeye dönüştürmesini bekledim.
Çok beklersin diyen iç sesimi susturup, bekledim...
Bekledikçe öfkem arttı.
Öfkem arttıkça umudum kırıldı...
 
Ozan uyanır. Ayda ve Berk'in de saçlarını okşayınca yavaş yavaş kalkarlar. Yüzlerindeki dinlenmiş, huzurlu ifade ömre bedeldir. İçimden dua ediyorum, umut ediyorum ki bu küçük dinlenmeleri daima hatırlasınlar ve ihtiyaç duyduklarında kullansınlar..
Ayda dersin sonunda matları toparlamama yardım etti ve gidip minderleri de yerine dizdi. Daha çok eğlenmeli dedim içimden. Ayda çok daha fazla eğlenmeli. Şimdi, bu akşamdan başlayarak Ayda ve diğer çocukların çok ama çok eğleneceği bir ders düşüneceğim.
 
 
Bu akşamdan başlayarak bir sonraki seçimimi kendiyle barışmış, korkularıyla yüzleşmekten korkmayan, düştüğümde ve canım yandığında kaçmak yerine elimi tutacak bir adamdan, adam gibi bir adamdan yana yapacağım. Hem çocuğumu, hem de çocukluğumu korkmadan emanet edebileceğim bir adamdan yana...
 
* ANLATTIĞIM MASALI BU GECE YAZACAĞIM...
 
 

MAYIS AYI BOYUNCA BOL BOL YAPMAK İSTEDİKLERİM:)



Her C.tesi gerçekçi olmaz ama en azından 21 Mayıs'da mutlaka orada olup, Victor'un doğumgününü kutlayacağım.

http://www.bugday.org/portal/haber_detay.php?hid=7903

En az üç oyun seyredip, M. Ersan tavsiyeleri doğrultusunda yeniden tiyatro seveceğim:)

http://tiyatro.iksv.org/tr






24 Nisan 2016 Pazar

TAŞINMAK; EVDEN EVE YADA GEÇMİŞTEN ŞU GÜNE

 
Bir evden diğerine gitmek üzere toparlanmak, duygudan duyguya sürüklüyor insanı... Dün akşam yeni evimin salonuna uzun uzun baktım. Baktım, baktım. Kendimi evin sahibi gibi hissedemedim. Her ayrıntı yabancı geldi. Bir an için taşınma fikrini ertelemeyi, hatta tamamen rafa kaldırmayı düşündüm. Sonra da nasıl saçmaladığımı fark ettim. Taşınmaktan çekinen, değişiklikten telaşlanan, yeni bir düzen önerildiğinde  panikleyen ve ev değiştirmeyi hiçbir zaman sevememiş olan parçamı gördüm. O benim çocuk yanımdı...
 
Babam öldüğünde öğrendim ben yaşadığımız her iki evin de aslında bizim olmadığını. Daha doğrusu kiracılık denilen şeyin ne anlama geldiğini. Şu demekti, evin asıl sahibi olan insanlar vardı ve o insanlar senin anıların, eşyaların, bu evle kurduğun bağ gibi şeyleri zerre kadar önemsemiyorlardı. Onlar izin verdiği sürece ev senindi ve gün gelip, git dediklerinde tasını tarağını toplayıp, taşınıyordun. Gerçek buydu. Yani senin zannettiğin aslında senin falan değildi..
 
Babamın ölümünün hemen ardından Fenerbahçe'deki evimizden taşındık. Ev sahibi nedendir bilinmez çıkmamızı istedi... Çocuk gözümle baktığımda, ormanın derinliklerinden fırlamış yaşlı ve çok çirkin bir cadıyı anımsatıyordu; çukura kaçmış soğuk mavi gözler, bembeyaz bir ten, kırış kırış eller... Üstelik Külkedisinin üvey ablalarına tıpa tıp benzeyen iki de evlenmemiş kızı vardı. Onların birbiri ardına sıralanmış, kapımızda duran görüntülerini ve annemin biz üzülmeyelim diye gövdesini siper edişini neden durduk yere hatırladım bilmiyorum... Hemen annemin arkasında durmuştum.  Orada, tam annemin arkasında uzun yıllar duracağımı o an bilemezdim..
Zor zamanlardı..
 
Sonra taşındık. Hemen aynı mahallede, amcamın  kiracı olduğu eve biz yerleştik. O evde iki yıl yaşadık. Vakitsiz sona ermiş bir hayatla, henüz başlamamış arasında sürgünde gibiydik. Bu evde de hiç hatıramız yoktu ve daha da fenası artık babam yoktu. Acaba babası olmayan çocuklara daha mı kötü davranıyordu evin asıl sahipleri? Biraz korkmuştum.
 
Yaz gelince Bodrum'daki yazlık evimize gittik. Orada da bizi benzer bir hikaye bekliyordu. Yıllarca sevgi dolu bir ilişki yaşadığımız insanlar, anneme "bu ev artık sizin için büyük! " demişlerdi. Bahçeye açılan bağımsız bir odamız vardı ve onu istiyorlardı.. Evimizin bir odasını onlara vermek! Üstelik havuzun kenarındaki en sevdiğimiz oda...
 
O evden de taşındık... Orası anne ve babamın birlikte yaşadıkları, benim büyüdüğüm ve kardeşimin doğduğu evdi. Mandalina sevdamın başladığı, japon balıklarımı büyüttüğüm ev. Duvarlarında babamın şiirleri, bizi özlediğinde yazdığı notlar olan ev. Fatma teyzenin masallarını dinlediğim ev... İnsanlar anılarımızın arasında kısacık bir süre daha kalmamıza izin vermediler. Babasız evlerin kolu kanadı kırılıyordu ve insanlar gücü tükenmiş, zayıf olanı kokusundan tanıyıp, istedikleri gibi hırpalayabiliyorlardı. Bu nasıl bir korkuydu küçücük bir çocuk için? Nasıl bir kafa karışıklığı... Oysa aynı insanlar birkaç ay önce babamı bahçe kapısında görseler yerlere kadar eğiliyorlardı... Hayat!



Bütün bu hikayelerden mi bilinmez, kiracı olmaktan hep çok korktum. Hayatımın, düzenimin başka insanların iki dudağı arasında olması fikri bana daima büyük bir tehdit gibi geldi. Belki de bu yüzden hiçbir taşınmadan zevk alamadım. Dudaklarımın söylediği şeylerle, kalbimin kuytularında cirit atan korkular hep farklıydı...

Dün gece bu evdeki son dolunayımı seyrederken evimin kumsalını, ay manzaralı yatağımı ve mutfaktaki bardak rafını ne kadar sevdiğimi düşündüm. Üstelik bana çok iyi davranan harika bir ev sahibim olmuştu. Babam ve annem burada değillerdi ama kiramı ödemeyi başarmış ve zamanı geldiğinde de başka bir eve geçmek için tüm planlamaları yapabilmiştim. Kimse bana git demediği gibi, kal demişlerdi. Ben iyi bir kiracı olmuştum.
Yine de alttan alta eteğimi çekiştiren korkuyu, canı yanmış yanımı ne kadar iyileştirip, ne kadar sakinleştirmiştim? Hiç!

İçimdeki hatıraların yüzde doksanının cılk yara olduğunu gördüm göreli korktuğum, yalnız ve terk edilmiş, en çok da güçsüz hissetmiş olduğum tüm zamanlar için zırıl zırıl ağlıyorum.. Yaşlar yanaklarımdan yuvarlanırken çok iyi biliyorum ki, bütün bu gözyaşları akmadan huzur bulamayacağım.. Büyüyemeyeceğim. Hep erken olgunlaşmaya zorlanmış bir çocuk olarak kalacağım. Her canı yandığında feryat eden, korkuları tetiklendiğinde kontrolünü kaybeden, korkmuş, zamansız terk edilmiş bir çocuk... Artık onu, benden başka hiç kimsenin sakinleştiremeyeceğini anladım...

Zaman dar, hayat kısa.. Değişmek zor. Ama mümkün diyor uzmanlar. O zaman bir yetişkin gibi davranıp yeni evime taşınacağım. Kendi hikayemde başrol oynamak için hala vaktim varsa, o zaman yaşasın yeni evim!


https://www.youtube.com/watch?v=DbcqvG6KIQU


 

23 Nisan 2016 Cumartesi

20 Nisan 2016 Çarşamba

İSTASYON

Bütün valizler bu adını bilmediğim istasyonda unutulmuş. Üst üste dizilmiş. En tepeye  nasıl çıktım, ne zaman oturdum üzerlerine hiç hatırlamıyorum. "Gelip seni alacağım" demişti annem. O mu bıraktı beni buraya? Yoksa babam mı? Hatırlayamıyorum.
Gelen giden olmadı ne zamandır...
İlk gün ayaklarım yere değmiyordu, kalkıp oyun oynayamadım. İkinci gün çok acıkmıştım, fakat valizleri bırakamadığımdan yemek yiyemedim. Üçüncü gün tuvalete gitmek istedim, gidemedim..
Bir hafta sonra artık uyuyamaz olmuştum...
Onca yıl nasıl geçti ve ben en temel ihtiyaçlarımdan ne vakit vazgeçtim hiç bilmiyorum.. Şimdi ayaklarım yere değiyor. İstesem şu dakika kalkıp gidebilirim. Ama kımıldayamıyorum. Görünmez ipler var ellerimde, kollarımda, ayaklarımda...
Uzun süredir ne açlık hissediyorum, ne de uykusuzluk.

Yine de ne zaman şaşırıp, azıcık uyusam  bütün valizleri bırakıp, sadece bana ait olanı alarak buradan uzaklaştığım anın rüyasına açıyorum kalbimi.
Ben artık sadece rüya görmek istiyorum!

19 Nisan 2016 Salı

GÜLÜNDEN SORUMLUSUN...




 
 


Ekim ayından beri her P.tesi söylendiğimi yakın çevremdekiler çok iyi biliyorlar. Hatta C.tesi'den başlayan tedirginliğimin Pazar gecesi tavan yaptığı gerçeği şehir efsanesine dönüştü. Büyütmüyorum, gerçekten öyle oldu ve kırkımdan sonra P.tesi sendromu denilen şeyi anladım! Hem de ne anlamak...
 
Okula vitamin hapı, ekstra kuruyemişler falan taşımaya başladım. Fiziksel enerjimin nasıl tükendiğini, okul yönetiminin beni anlamamak için nasıl direndiğini anlatarak kendimi tekrar tekrar üzmek istemiyorum... Fakat şu bir gerçek ki her P.tesi akşamı sanki bütün hafta taş taşımışım gibi sinirli, yorgun, benden geriye kalanları sürüyerek girdim yatağa.. Ne yaptıysam bu tüketici günle ve acımasız sistemle başa çıkamadım. Gücüm, enerjim ve  en sonunda tahammülüm beni yavaş yavaş terk etti.
 
Nihayetinde nasıl olduysa oldu, derste uyguladığım bir davranış değiştirme metodu ile yöneticilerin ilgisini çekmeyi başardım! Ama hemen sevinmeyin, olumlu bir anlamda değil....
 
Sonuç olarak bir toplantıya çağırıldım ve ard arda yedi ders yapmaya artık dayanamadığım konusunda anlaştık! Tabii onların idareci olarak bir suçu asla yok. Yedi ders ne ki? İyi bir öğretmen olsam on ders bile yapabilirdim di mi????
 
Yuh yahu! Gerçekten emek sömürüsü ne demekmiş bu yıl anladım. Kadrolu öğretmene nasıl bir şiddet uygulandığını da empati kurarak ve kısmen deneyimleyerek öğrendim. Dilerim son olur...
 
Tabii bu deneyimin çocuk ayağı var. Benim için asıl sancılı bölüm orada yaşandı. Üç dört yanlış planlamanın bedelini çocuklar ve ben ödedik. Evet, kabul ediyorum beni zorladılar, yoruldum, öfkemi, çaresizliğimi ve yorgunluğumu gizlemekte, kontrol etmekte epeyce zorlandım... Yine de istediğim bu değildi... Çünkü çocuklar ve ben henüz birbirimizi anlamaya başlamıştık... Hangisi nasıl sakinleşiyor, nasıl bir müzikle gevşiyor veya coşuyor yeni yeni görüyordum... Nasıl oturacaklarını, neden ayakkabılarını çıkarttıkları henüz keşfetmişlerdi.. Hangisi mandala seviyor, hangisi el mudralarına ilgi gösteriyor notlarım şimdi şimdi yerini bulmuştu...

Her ayrılık gibi zor oldu. mail adresleri alınıp verildi, fotoğraflar çekildi. Sizi unutmayacağım, özleyeceğim cümleleri havada savruldu. Alara gülümsedi... Hiç ama hiç konuşmayan, okulda dört yıldır kimsenin sesini duymadığı bu kız çocuğu üç dönemdir yoga dersini seçiyor, usul usul gelip gidiyordu. Dün vedalaşırken gülümsedi... İçim gülümsedi.


Hepsini özleyeceğim. İhsan'ın dediği gibi koridorda karşılaşırız tabii.

Bağ kurmakta ne kadar zorlandığımı, ama asıl sancıyı o bağı kopartırken çektiğimi bir defa daha gördüm. Bunca zorlandığım derslerin yükü omuzlarımdan kalktı diye sevinç içinde olmalıydım.. Sevindim, karşılığında on katı üzüldüm.. Ve bitti. Başlangıçlar ve bitişler konusunda kendimi eğitmem gerekiyor. Hyogayatın dersleri bitmiyor!
 

17 Nisan 2016 Pazar



Başkalarının merdivenleri*.... demiştim.
Başkalarının yükleri dedi biri.
Tam elimi sırtıma götürecektim ki,
belki görünmüyorlardır diye avuttum kendimi.


*Dante

KEŞKE ADIM...

 
 
 
 
 
 
 
Sabah sekiz, iki fincan kahveyle yollardayız. İkimizin içinden geçen aynı; keşke yedide çıksaydık.. Dile getirmiyoruz.
Yol sakin, nereye gittiğimizi bilmiyorum. Aniden fark ediyorum ki, bu bilinmezlik ayrıcalığını sadece kız arkadaşlarıma tanıyorum. Vay vay vay, aydınlandığımız birgün olacak:)
 
Kırda bayırda bi yerlere geldik. Önümüzde ormanın içine uzanan bir yürüyüş parkuru var. Havada sabah serini. Yeşillik çıldırmış. Güneş yaprakların arasından sızdıkça, yeşilin sarı ışıkla parlayan, taptaze haline hayran oluyoruz. Konuşmakla, etrafa bakmak arasında garip bir ruh halindeyiz. Sanki gideceğimiz bir yer var da oraya zamanında ulaşmak için ne yavaşlıyor, ne de duruyoruz! Vay arkadaş, nasıl bir hedefe kilitlenmedir bu bizim halimiz...
 
Kaç kilometrelik bir yol bilmiyorum. Nerede ne yiyeceğimizi de anlamadım. Ama burada kahvaltı etmeyeceğiz denildi. Peki.
 
Konumuz doğaydı, doğadaki hayvanlar, ormandaki geyikler derken, yine doğanın bir parçası olan erkeklerden bahsetmeye başladık:) Sohbet inanılmaz bir yere gelip dayanınca da ebelemece oyununa döndük! Sütten dili yananın, kendisine uzatılan yoğurt karşısında nasıl akıl almaz saçmalıklara sürüklendiğini anlata anlata bitiremedik:)
 
İletişim kurmaya çalışan karşı cinse az evvel arabanın altında kalmaktan kurtulmuş asabi kedi tavırları sergilemek nasıl olup da başkası anlatırken bu kadar komik olabiliyordu?? Ve nasıl oluyordu da o adamlar kahkahayı basmadan konuşmaya devam edip, üstüne yeniden arıyorlardı???
Tövbe tövbe!!
 
"Adama ne yaptın?"
"Hiiiçç, bisikletiyle dalga geçtim, bi de yalnız çıkılan seyahatin nasıl şahane bir şey olduğu konusunda ısrar ettim!"
 
"İkna oldu mu?"
"Yok, o üçüncü akşam tek başına yemek yemekten rahatsız oluyormuş"
"Hıııı"
"Hıı ya:)"
"Aslında ben de benzer bişi anlattım yeni arkadaşıma bugün"
"Yeni arkadaş?" Ne o randevu mu?
"Yok, yeni arkadaş"
"Öyle olsun bakalım. Ne dedin"
"Budapeşte tatilinde sağa sola bakıp, gördüklerimi birine anlatmak istedim, sonra Türkiye'deki en yakın arkadaşlarımdan birini aradım dedim"
"Yani?"
"Bence adam haklı, tek başına tatil her zaman çok şahane olmayabilir di mi?"
"Hıı, eh o değil aslında, arada kendi arkadaşlarıyla da gitsin demek istedim galiba"
"E tamam, sürekli dip dibe olmak kime iyi gelir ki? Hele şu son yaşadığımdan sonra!"
"Yahu, bir dakika, şu beyazla siyah arasında griler vardı di mi?"
"Yaaaa"
"Sence hayatımızdaki grilere ne oldu?"
"Bilemedim...."
"Sen yoga öğretmeni değil misin? Bu alışkanlıklar nasıl değişecek söylesene?"
"Valla yoga meselesini bilemem ama bizim bir profesörümüz vardı, homo erectus bir gece yattı ve sabaha homo sapiens olarak uyanmadı, bu bir süreçtir derdi. Yani, eski ve köklü bir alışkanlığı yenisiyle değiştirmek öyle ha dediğinde olmuyor... İnsan dikenli bi canlı:))"
 
"Bence adamı içmeye götürmek lazım  ya da tatile"
"Yok artık, doğrudan sana taşınsın!"
" I ıh, insanın kendine ait bir özgürlüğü var ya, işte orası çok güzel"
"Doğru"
"Onun altı boşver gitsin kafası oluyor ve azıcık üstü senin dediğin gibi insan taşı sevecek hale geliyor!"
(burada kahkaha atıyoruz! Vallahi senin ismini vermeden anlatıyorum diyor, çok gülüyorum:))
 
Sonuç olarak ayık ve de aydınlık kafayla yapılan sohbetimizi köy kahvesinde noktalarken şunu  açıkça görüyoruz ki, kritik bir yerdeyiz; oyunda kalmak veya kalmamak kararında...
 
 
 
 
 
 
 



16 Nisan 2016 Cumartesi

BOMONTİ

 
 
Dün evden erken çıkmak zorunda kaldım, önce Ayvansaray'a Rahil'e uğradım, ardından Şişhane'de kahve molası verdikten sonra Bomonti'ye geçtim.
 
Ben İstanbul'un o taraflarını pek bilmezdim. Ancak ne gariptir ki bir  sebeple adımımı attım ve  gezdikçe, sokaklardaki renklilik hoşuma gitmeye başladı. Önce Pangaltı'nın ötesinde Kurtuluş diye bir mahalle, cadde her ne ise işte, onu keşfettim. İtiş kakış arasındaki ilginç yüzler, esnafın artık İstanbul'da çok nadir karşılaştığımız sempatik tavırları, gerçekten dikkatimi çekti. Ardından nicedir duyduğum ama bir türlü gidemediğim Feriköy ikinci el pazarına taktım kafayı. Gerçi bu ay zamansızlıktan gidemiyorum ancak Mayıs'ın ilk hafta sonu için listeme yazdım. Aklınızda olsun, epeyce erken gitmek gerekiyormuş.
 
Ve bu hafta karşıma Bomonti çıktı!
 
Bomonti kesinlikle benim sisli görüntüler arasında hatırladığım o yıkık dökük mahalle değil. Oldukça hareketli bir yaya trafiği olan, dükkanları, cafe ve restaurantlarıyla şehir içinde saklı bir şehir!
Üniversite kampüsü sanırım oradaki değişime çok katkıda bulunmuştur. Bira fabrikasının bar, kulüp, atölye vs olarak hayata geçirilmesi de gerçekten çok şık bir fikir. Bomonti Bira Fabrikası'nın avlusu,  insanı keşmekeşten alıp, adeta bir vahaya fırlatan havasıyla kesinlikle etkileyici bir yer olmuş. Belki böyle yazmak komik oluyor, kim bilir ne zamandır var ama ben yeni gördüm!
 
O çevrede tekstil ürünlerinin ne kadar zengin olduğunu teyzelerimden bilirim. İkisi de Osmanbey ve Bomonti'den alış veriş yapmayı çok severler. Gerçekten de etrafa bakınca ne kadar zengin seçenekler olduğunu gördüm. İnsan dükkanlara girip, satılan farklı ürünleri yakından incelemek istiyor. Ve tabii aralara serpiştirilmiş küçük restaurantlar ve cafeler, yemek içmek molaları için çok cezbedici. Hatta gözüme bir pizzacı kestirdim ama saat çok anlamlı gelmeyince daha uygun bir güne erteledim.
 
Bomonti'de yaşar mısın derseniz, elbette hayır. Benim evden anladığım şeyle, o mahallelerin yaşam alanı anlayışı ve fiziki koşulları çok farklı. Ama bir İstanbul sever olarak daha sık gidip, keşifler yapmayı isterim doğrusu.
 
Bomonti'ye gitme sebebim olan Manifesto 15 hakkında da yazacaklarım var ancak sanırım bugün vaktim olmayacak. Sadece şunu söyleyebilirim, Ali Koç'un bakış açıcını çok sevdim. Birlikte çalışsak da, çalışamasak da dün itibariyle karar verdim ki, eğitimle ilgili işlerini ilgiyle takip edeceğim. Böyle insanlar, hayata olan inancımızı tazeliyorlar:)
 
 
 

15 Nisan 2016 Cuma

14 NİSAN 2012 İSİM GÜNÜM

 
Yoga matında yalnız değilsem, aylardan Nisan ve karşımda öğrenciler varsa bazı derslerde aklıma on dört Nisan geliyor. Ustamın bana isim verdiği gün...
Ne kadar heyecanlanmış, şaşırmıştım. Elimdeki kağıda baktıysam da iki kelimeyi bir araya getirip, söylemem gereken mantrayı bir defa olsun doğru düzgün okuyamamıştım! Bu denli heyecanlanacağım hiç aklıma gelmezdi. Umursamazdım ki ben çiçekli böcekli ritüelleri. Yani umursamazdım derken, o kadar saçma sapan insanla tanıştıktan sonra ve bu isim alma meselesini nasıl kutsallaştırdıklarını gördükçe bir tepki geliştirmiştim muhtemelen. Düşünsenize, "bana Hindistan'da ... hoca isim verdi" diye salınan onlarca kadınla tanıştım! Sanki evrenin sırlarına vakıf olmuş gibi böbürlenmeleri hem canımı sıkıyordu, hem de komik buluyordum. İçimden "uleyn Hindistan'daki hoca ile iki çift laf ettin mi? Kaç kere aynı salonda ders yaptınız? Bir ashramda bir kez olsun iki kap yemek verdin mi birine?" gibi soruları da yutuyordum. Ben şanslıydım, çünkü ustam bize bunları yaşattı.
 
Neyse , hatırlıyorum da tören elbisem, çiçekli tacım ve mantralar nasıl da havaya sokmuştu beni!
Çok güzel bir gün, hiç umulmadık bir sürpriz olmuştu on dört Nisan...
 
Şimdilerde hala, yoga dersi verirken, kimi gün şahane bir hoca olmuşum gibi geliyor. Bazı günler henüz olamadım diyorum.. Ve öyle anlar yaşıyorum ki, hah şimdi tam da olmakta olduğum andayım dedirtiyor bana! O dakika şansıma şükrediyorum. Gözümün önünde uçuşan görüntüye, burnumdaki kokuya, elimin, avcumun içindeki merhamete hayran kalıyorum. Bu hissin benimle ilgili olmadığını, bütünün güzelliğinden payıma düşen olduğunu öyle derin hissediyorum ki, içimden kocaman bir ışık seli geçip günlük telaşlarımı, korkularımı, öfkemi yalayıp yutuyor. O obur ışık, bana pırıl pırıl bir iç alan bırakıyor.
Elbette zamanla tekrar kirletiyorum ortalığı ama biliyorum, obur ışık gelecek ve bana yeniden neyin anlamlı, neyin anlamsız olduğunu gösterecek.
 
Galiba artık sadece kendimi istiyorum.
 
                                                                          namaste
                            
                                                                           Vadin
 
 
 

13 Nisan 2016 Çarşamba

ZAMAN


Zaman her şeyin ilacı...
Öyle gerçekten.
O kadar güçlü ki, insanın kendine öfkesini bile silip süpürebiliyor.
Kızmayı, kırılmayı da anne ve babamızdan öğreniyoruz.
Onlar gibi düşüp, onlar gibi ağlıyoruz..
Tıpkı onlar gibi kin besliyor ve affetmekte zorlanıyoruz.
İyi de her şey birilerine benzerken, onlar gibiyken,
biz dediğimiz ne ola ki?

11 Nisan 2016 Pazartesi



 
Dün akşam gök gürlemesi çok hoşuma gitti. Bana başka bir geceyi anımsattı. İnsan nasıl da değişken; dün bizi üzen şey, bugün mutlu edebiliyor.
 
P.tesi bile daha kolay sanki bu sabah.
 

10 Nisan 2016 Pazar

9 Nisan 2016 Cumartesi

ŞEFFAF MIYIZ ABLALAR, ABİLER?

 

 
"Ben kendi çapımda yazıyorum. Ama ucu sana değiyorsa, etrafımda dönüyorsun demektir!"*
 
Açıklık getirmek istediğim bir konu var. Ben, sevgilim çekip gitti diye kara yaslarda falan değilim. Hayatımda daha zor bir şey oldu. Hiç yapmadığım bir şey yapıp, yaklaşık otuz sene boyunca reddettiğim adama evet deme hatasına düştüm. Nedeni basit: yalnız yaşlanmaktan, şehirden tek başıma ayrılmaktan ve buna benzer şeylerden korktum. Sanki iki kişi daha kolay olur gibi geldi. Hem adam "pek seviyorum" diye methiyeler düzüp duruyordu. E ne var ki, olsun bari dedim. Sevilmeyecek insan değil. Ha, referans noktam nezaketi, medeniyeti idi ya, ilişkiyi bunlara gıcık olarak sonlandırmak aklımın ucundan geçmezdi. Meğer asıl ihtiyacım samimiyet ve sadakatmiş!
Her ilişkide kendimizi biraz daha tanıyoruz vesselam....
 
Herif bildiğin sevimsiz çıktı! Ödlek, tembel, peltecinin önde gideni... Vay arkadaş, onca temkinli tavırdan sonra bu kadar yanılmış olmak öyle ha dediğinde sindirilmez ki! Bünyem sarsıldı yahu. Bir kere ergenliğimden beri adam sandığım şahsiyet değil adam, insan değilmiş! Hayatımda karşılaştığım en acımasız, kalpsiz yaratık! Nezaket sandığım şey bildiğin pasif agresifliklik, medeniyet maskesiyle gelen de kıçının konfor arayışı!!

Adam, kadın hakları ve eşitlik diye poposunu yırtıyor ama hadi git de iki rekat çalış dediğin de ı ıh, Allah diyor da bir adım atmıyor. Niye tatlım dersen de, kendini yetersiz hissediyor. Bu ne? E pek bayılıyordun bana, sağda solda bakkala manava "eşim" diye tanıtıyordun. Ne oldu? Efendim konu şu ki, bu entelektüel donanımı dört dörtlük olan beyefendiye kendini yetersiz hissettirmişim, duygusal şiddet uygulamışım... Duygusal şiddet de şu; derdini anlatıyorsun, adam seni tınmıyor. Çözüm arıyorsun, umursamıyor. Ortada sana göre bir terslik var ama ilgilenen yok. Hep gül, sus ve tatlı tatlı havadan sudan konuş isteniyor. Oldu!Antidepresan veya ot kullanmadan lokum gibi olabilen varsa bu şehirde buyursun, ben olamıyorum... Bunca acının, taaruzun altında sinirlerimi bu kadar kontrol edebiliyorum. Kaldı ki, günlük yaşamak ve anda kalmakla,  manda gibi çamura yatıp, aborjin felsefesiyle karnını tesadüfen doyurmak arasında ciddi bir fark var ve benim pek anlayabileceğim bir kafa değil ne yazık ki.

Nihayetinde "sıkıya gelemedim, iki kişi yürümek yemedi" demek zor gelince, duygusal şiddete maruz kalıyorum diye kılıf dikiliyor gizli gizli. Analar  ne kıymetli popolar doğuruyor! Bir kadının hatası kaç kadının başını yiyor, tadını kaçırıyor..
 
Bunlar az buz kötülükler değil. Birinin hayatına sızıp, tüm planlarını alt üst edip sonra da "ikimiz de ayrı ayrı iyi insanlarız" demek adiliğin en manyakcası. İyi insan falan diilsin tatlım, o senin kuruntun. Bildiğin adi herifin tekisin. Bal gibi ihanettir bu senin yaptığın. Ama ilk değil tabii di mi? İçli içli şiirler yazıp, medeni medeni tasını tarağını toplamak bir yaşam biçimi olmuş bazı insanlara.. Bu kıçı rahata alışmış adamlar kendilerine eş falan aramıyor, onlar hayal kahramanı gibi yaşamak, gerçeklikten kopuk efsaneler yaratmak derdindeler. Gelsin şiirler, gitsin mektuplar.. E o zaman bunu söyleseydin, bu şekilde yaşamak istiyorum ben deseydin ya. Yok, o vakit dürüst olunurdu ki, bunu hiç sevmiyoruz... Üstelik özgüven de arşa değdi değecek maşallah!Karşımızdakine durmadan her şey iyiye gidiyor diyerek günü kurtardığımızı sanıyoruz. Sanki onu inandırırsak bir mucize olacak. Sonra zınk diye her şey iyiye gitmeyiveriyor. 
 
E tabii sindirmekte zorlanırım bunca sıvışma hamlesini. Adam sandığım it çıkmış! Müsadenizle hazmetmek zaman alsın sayın seyirci. Sadece "love story" olsa eyvallah, denedik olmadı, geçiniz demek kolaydı da, işin içinde onca yılın yanılmışlığı, kazık kadar ihanet ve soytarılık var. Elbette hakaret edeceğim, çirkin sözler söyleyeceğim. Daha doğrusu yazacağım. Defterler dolduracağım. Çünkü kötülüklerini halı altına süpüren, kendini sütten çıkmış ak kaşık belleyen insanlardan sıkıldım. Herkes anlasın, bu çirkin yüz deşifre olsun istiyorum. O insanın bıraktıkları izleri zihnimden temizleyene dek yazıp, söyleneceğim. Böylece bitecek. Tükenecek. Günden güne azalacak. Üzerine bir bardak su içip yürüyemiyorum işte! Üstelik yazarak ve kusarak kendimi de anlamaya çalışıyorum, neden bu değersiz insanı seçtim? Onu hangi parçam tercih etti?
 
Çivi çiviyi söker kafasına girip kimseyi üzmeye de niyetim yok. Ben temiz hayatıma kaldığım yerden devam edeceğim. Birazcık daha zamana ihtiyacım var. Azıcık.
 
Oh be!

Son olarak da, Günlük gazete değil  bu tatlım, görevli getirip kapına mı bırakıyor? Rahatsız oluyorsan  okuma!


* Yazarı bilinmiyor.
 

8 Nisan 2016 Cuma

KADIN KAFASI, FARKLI YAKLAŞIMLAR:))


Kadın arkadaşlarla halleşmek güzeldir. Hele benim gibi otuzundan sonra kız dünyasını keşfedince daha da zevkli ve özel bir durum. Hala sohbetini sevdiğim erkek arkadaşlarım elbette var ancak bakınız kadın kafası bambaşka bişi... Belki buna en yakın bakış Değer kardeşimde var, ama o da pek uzak yahu...
 
Birkaç gündür tadımın kaçtığını hisseden, izleyen ve sezen dört farklı kadından seçmeler:

40 + PARLAKLI & EVLİ

-Sana ne aldım bak ( küçük bir paket uzatır, ilginçtir ki bende de onun için minicik bişi var. Boş diiliz birbirimize orası açık:))
- Aaaa bunları hep filmlerde ve müzayede kataloglarında görürdüm, hiç benim olmamıştı. Ne güzelmiş!
- Parlaklı bu, pudralı hem.
- Mememize filan mı sürücez?
- E tabii, saçına, koluna her bi yerine. Altmış olunca kullanacak diiliz ya.
- Hııı, tamam o zaman:))

Güzel pompalı şişe benimle eve gelir. Aşofman giymeyi bırakma zamanı!

40 + SADE & BOŞANMIŞ

- Naptın bacım, bitti mi toplantın?
- Bitti bitti.  Neredesin sen? İyi misin?
-  İyiyim. Eve döndüm. Umudum kalmadı buluşmamızdan, pijamalarımı giydim.
- Ne konuşacaktık biz?
- Toprak, şehir, gitmek falan.
- Hıım, harikaymış. O zaman şarap içmeyelim, erken buluşup kahvaltı yapalım. Çayların biri gelsin, öbürü gitsin.
- Bana uyar, İstanbullu uyanmadan buluşalım. Hadi o zaman şimdi git evine de dinlen.
- Tamam, öperim.

34 ŞEHİRLİ, REKLAMCI & BEKAR

- Aloooo napıtdurun?
- Çok yoruldum. Anneme geldim şimdi.
- Arkadaki ses ne?
- Fırtına var, uçutduru buralar.
- E güzel, Cuma bugün ne işin var evde?
- Hıı Cuma mı? Valla farkında değilim.
- Ben de değilim ( gülüşmeler:))
- Gazete nasıl gidiyor?
- Eh, yoruldum.
- Üzülme bak, iki okul görüşmem de iyi geçerse, iş dönüşü viskiler benden.
- Aaa şahane!
- E diyorum sana şahane hayatımız var diye:)

28 YAZAR & EVLİ

- İyi misin? Blog yazını okudum da, merak ettim.
- İyiyim canım, arada kriz geliyor ama çok normal. Git gide aralığı uzuyor. Hem hepsi doğru değil ki, yazar abartmaları:))
- Hah iyi o zaman.
- Endişelenme lütfen. Bütün günü o ruh haliyle geçirmiyorum.
- Tamam. Haftaya bisiklete binmeyi öğreteyim mi sana?
-Hımmm ( korkuyorum diyemiyorum da bak ne diyorum) Bir öğrencimi ziyaret edeceğim ama olabilir.
- Haftaya görüşürüz di mi?
- Elbette!

Genel olarak hayatımı çok seviyorum. İçindeki insanlara da bayılıyorum. Hepiciği birbirinden özel ve de şahaneler. İyi ve kötü günde yanımda olmaları eşsiz bir hazine. İnsan kendini değerli, şanslı, zengin ve de mikemmel derecede mutlu hissediyor.
 
 
 

 

En sevdiğim sabah kokusu var dışarıda; yağmur ha yağdı, ha yağacak.. Kahvemi aldım, Tatlım Zişan'ın yanına oturdum.
Zişan koca kız oldu. Ona baktıkça içim ısınıyor. Victor geliyor aklıma, Yunan tatilinin huzuru geliyor.. Gelecekteki evimin bahçesini hayal ediyorum... İyi hissediyorum Tatlım Zişan'la bakıştıkça.
 
Dün Haliç'de gezerken, İstanbul'u eskisi kadar sevmiyor muyum acaba diye düşündüm.. Emin olamadım hislerimden. Bir kez daha anladım ki her şey bizimle güzelleşiyor ve çirkinleşiyor. Sevilesi olduğu için değil, sevdiğim için güzel İstanbul.
 
Ama hissettim, bu şehir ardımdan gelmeyecek. Yanıldın Kavafis kardeş.
 
https://www.youtube.com/watch?v=hLj-MVJdZaU


* 2008 den harika fotoğraflar geçiyor elime... Sağolsun Ahmet Er:)

7 Nisan 2016 Perşembe

RUH VE KISMETSE

 
 
 
 
 
 
 
 



 

 

"böyle koşmakzızın durduğumda aklıma düşünme şeyleri geliyo. ama sevinçli düşünsem bir anda yine koşmak isdiyorum, hüzünçlü düşünsem ozoman da ağlamaklı oluyorum hemen sümüğüm akıyo. nebicim ruh halim var... belki de ruh ve sümük hastalıklarına yatırılmam gerekiyodur..."
Üzüm ve Diğer Şeyler
 
 
Şehre sığamadım. Sabahın köründe kendimi sokaklara attıysam da ne Üsküdar kesti, ne Ayvansaray... Kuledibi de yalandı, Şişhane'de. Hatta Kadıköy bile.
 
Ne oldu bilmiyorum. Kendime kızgınlığımı bir kenara bırakamayışım, bir kez daha başıma iş açmak üzereyken ipten dönmek, sanırım sinirlerimi yıprattı. Dikkatimi dağıtmak için her yolu denedim. Olur olmaz insanları aradım; sırf kafam dağılsın da kendime sataşmayayım diye.
Nedense, sadece ben üzülüyormuşum da geri kalan herkes zevk içinde yaşıyormuşçasına gerim gerim gerildim. Oysa gün, bana vaziyetin hiç öyle olmadığını, ben kendi çözümsüzlüğümle cebelleşirken, haberleşemediğim dostlarımın da başına gelmedik iş kalmadığını anlattı. Üzüldüm... Bu defa da pireyi deve yapıp, asıl olmam gereken yerde bulunamadım diye hayıflandım. Acaba ne sanıyorum kendimi??? Beş kollu, on gözlü, sonsuz zamanı olan ve de büyük bişi mi?
 
İstanbul'un erguvan zamanına da sığamadıysam, ben bu şehirde kalamam artık. Ya gideceğim, ya da ruh ve sümük hastalıklarına yatacağım:) Zira koştum olmadı, durdum olmadı, aradım belamı buldum, aramadım huzursuzluktan tükendim. Ne ettiysem, kuyruğunu yakalamaya çalışan kediden bir adım öteye pençemi takamadım!
 
Kurtuluş'a gidip kapıyı çalmak ve sen ne çirkinmişsin yahu, ben bununla yenişemedim demek istiyorum. Ne kendini beğenmişliktir bu, neyine güveniyorsun diye sormak istiyorum. Zayıflığın, pisliğin bana koktu, sen bu kokuda nasıl yaşıyor, kendini nasıl aklıyorsun demek istiyorum. Ne mi yapıyorum? Egom incindi üstadım ve hala olan bitenin kahramanı sanıyorum kendimi! Acaba niye tam  bu noktada patinaj çekiyorum yarebbim??
 
Yok yok, belki de ruh ve sümük hastalıklarına yatırılmam gerekiyodur sadece.
 
Bilinmez sabahın şafağındayım kısmetse!
 
 
 

6 Nisan 2016 Çarşamba

Derler ki: ağaç, ateşe düştüğünde karınca ağacı bırakıp kaçmazmış. O da ağaçla birlikte yanarmış.
Zamanın birinde ağaca, ikrar vermiş karınca; beni kendinde sakla, ateşinde sakla, külünde...

Usenê Qeremanî

5 Nisan 2016 Salı

BİRİNİ BULMAK..

 
 
 
Değil ki mesele. Asıl hikaye birbirini bulmak...
 
Kıyafetine uygun takı arar gibi adam bakmak benim pek anlayabileceğim bir hal değil. Ne dostlarımı, ne de sevgili adaylarımı böyle bir kafayla belirlemiyorum.
 
Keşke beni ailesi gibi benimseyecek bir insan evladı ile karşılaşsaydım diye hayıflandığım olmuyor değil, ancak hayatın beni başka bir olumsuz ruh halinden korumadığı ne malum?
 
Etraftan gelen tüm güzel teklifler için teşekkür ederim, elbette tek başıma yaşlanmak istemiyorum. Sadece biraz dinlenmek istedim o kadar. Kalbim kırıldı, üzüldüm. Akılsız hissettim. Tabii ki yas falan tutacak kadar suyunu çıkartmayacağım meselenin, zira asıl acının bambaşka bir yerde olduğunu da sezdim.
T.K. hikayenin cücesiydi, dev olan bambaşka bir şey var... O, sadece boyuna posuna bakmadan bir taş devirdi. Ne diyelim, bu da onun başarısı olsun hayatta... Şimdi benim ard arda devrilen blokları tek tek yerine dizmem lazım. Bunu yaparken de acele etmek istemiyorum, hepsi bu.
 
Ha yine de, "bak bu parça kaçmaz, muhakkak bi kahve iç" diyeceğiniz ne varsa elinizde açığım, getirin görelim:)) Ama sırf eğlence olsun diye beni yormayın olur mu?
 
Geçen yıl da söylemiştim, yine söylüyorum; mesele birbirini bulmak...

3 Nisan 2016 Pazar

MORRISSEY NE DEĞİŞTİ ARAMIZDA?

 
 
1 Nisan sabahı Agi ile buluşmak için deniz otobüsüne giderken önümden geçen arabada Let Me Kiss You çalıyordu. Araba kırmızı ışıklarda durdu, ben de adımlarımı yavaşlattım. Bahardan mıdır nedir, müziksiz yürümek anlamsız geldi.
Ah bahar... İnsanı umutlandıran, yenildiği meydanlara çağıran bir kokun var. Morrissey kardeşimin hissettirdiği de bu olsa gerek!
 
Eskiden sonbaharı severdim. Sahi sever miydim? Yoksa edebiyattaki yeri, hüzünlü çağrışımları mı etkilerdi beni? Çok etkilendiğim için sevdiğimi mi düşünürdüm? Hatırlayamıyorum.. Yıllar sonra geriye dönüp baktığımda, dilerim bir gün önüme bakmayı öğrenirim, asıl sevdiğim mevsimin ilkbahar olduğunu anladım.
 
Şimdilerde hayat bana güzel. Şehrimde erguvanlar, mor salkımlar ve leylaklar açtı! Hatta laleler. İstanbul'un en güzel günleri başladı.
 
Keşke patlayan sadece bahar tomurcukları olsaydı...
 
U2 konseri istedim birden.. Zıplaya zıplaya şarkılar söylesek. Ah ya, bak şimdi ne düşürdüm aklıma!
 
 
Bahar serbest çağrışım yapıyor. Aklım bir kırda bayırda, bir kentte. Aslında beni, tası tarağı toplayıp gitmekten alıkoyan korkularımdan, sözde sorumluluklarımdan bir kurtarsam kafamı, topuklarım popoma vura vura kaçacağım İstanbul'dan. İnsanın sevdiği hakkında böyle kaçacağım senden falan demesi güzel değil ancak bana yaşama şansı bırakmadın İstanbul. Önce sen terk ettin. Şimdilerde kocasından dayak yediği halde evden çıkıp gidemeyen bir kadın gibiyim. Bana hissettirdiğin tam olarak buna benzer bir şey...
 
Mutfaktaki arapsaçına baktım. Solup gitti diye üzülmüştüm. Bingül, düzelir demişti. Gerçekten de düzeldi.. Nasıl mutlu mesut güneşe doğru uzanmaya çalışıyor. Çok seviyorum onu.  Böyle şeylere tanık olmak içinde bulunduğum ana inancımı arttırıyor.
Evet, önümüzdeki Haziran benim bir yıl önce hayal ettiğim gibi olmayacak.. Peki ya daha iyi olursa?