26 Temmuz 2008 Cumartesi

Hayat Sofrasından Tok Bir Adam Portresi.

Hayat hızla akıp giderken ve Temmuz da tıpkı diğer aylar gibi sırıtarak aramızdan ayrılırken ne mi yapıyorum? Sakin kalmaya çalışıyorum. Çünkü şarkıda söylediği gibi:

"... If tomorrow's sun doesn't shine.

At least I'll have my Clementine..." *

Sabah Fahri Bey'de idim. Kendisi bizim mahallenin kırk yıllık kuaförüdür. Konu şaçlarım olunca, huysuzluğum dillere destandır ya, onun koltuğuna oturmuşsam gık demem ben. Çünkü bilirim ki beni, benden fazla kollayacaktır. Fakat bu değerli adamın tek meziyeti saç kesmek değil. Onun hayat hikayesi bir roman olabilecek kadar özel.

1940'lı yıllarda İstanbul'da yaşamanın kitabını yazmış bir muhteremdir kendisi. Şişli, Nişantaşı, Tarabya, Bebek, Kalmış, Fenerbahçe ondan dinlenmeli. Onu dinlerken insanlar, elbiseler, müzik, renkler içimde dolaşmaya başlıyor ve insanların gerçekten insan gibi yaşadığı yıllara dahil oluyorum sanki. Her hafta Fahri Bey'i görmeye giderken biliyorum ki beni yeni bir öykü bekliyor. Açlık, iş sıkıntıları, dans partileri, kadınlar, tefeciler, mutfak sanatları... Ne istersiniz? Hepsi var. Gelip giden müşterilerin hikayeleri de bonusumuz.

Bugün bana sakızlı vişne reçeli tattırdı. Bu reçeli hayatım boyunca hiç unutmayacağım bir kaç lezzet arasına şimdiden yazdım gitti. Anlattığı yemek tarifleri aramızda sonsuza kadar sır:)) Gerçi bakarsınız iyi tarafıma gelir bir kaçını yazarım blogda. Hatta aranızdan birilerine pişirsem mi acaba?

Bütün bunlar değil elbette anlatmak istediğim. Oraya gitmeyi seviyor olmamın altında yatan bu adamın hali, tavrı, nezaketi, görgüsü, tevazusu da değil ; beni delice kıskandıran ve kamçılayan yaşamışlığı. Evet yaşamış, yalnızca nefes almamış, yaşar gibi yapmamış. Hayatın ona sunduğu ve hatta vermekte cimrilik ettiği her şeyi söke söke almış. Tırnaklarında kan var, gözlerinde ışık. Ben otuzbeş yaşımdayım ama o benden daha fazla bağlı hayata. Ben bugün ölsem bir kaç dostum bilir belki düşlerimi ama onun düşleri gerçek olmuş; hepimiz biliyoruz! Düşleri anılarında, evinde, bakışlarında.

Fahri Bey annesinin yirmiüçüncü çocuğu olarak doğmuş. Ailesi Rumeli göçmeni. Beş yaşında başlamış çalışmaya. Babası bir kuaförün yanına koymuş onu. Üvey annesinin saygı ve sevgisini kazanmak için çok çalışmış. Ne yapmış etmiş sevdiği kadınla evlenmiş. Hayatta en büyük tutkusu işi ve dans olmuş. O yıllarda nerede dans edilirmiş, kılık kıyafet nasıl olmalıymış ondan öğrenebilirsiniz. Dönemin bütün oyuncularına saç ve makyaj yapmış. Hatta ona borçlananlar bile var ama asla isimlerini söylemiyor. Çok para kazanmış ama asla haksız kazanç götürmemiş evine. Bu yaşında bile yılda sadece onbeş gün tatil yapıyor.

Dans kulüpleri kapandığından bu yana mutfağa vermiş kendini. Pişirdiği her şeyi dakika dakika anlatabilecek kadar dikkatli. Eğer bugün yanımda olup verdiği yemek tarifini duysaydınız ne demek istediğimi çok daha iyi anlardınız.

Ona baktığımda sofrasındaki acıyı ve tatlıyı son lokmasına kadar hakkını vererek yemiş, ruhu ve bedeni tok bir adam görüyorum. Hala bir kaşık vişne reçeli ile gülümseyebilen, Bodrum'da yapacağı tatil için çocuklar gibi sevinen önemli bir şahsiyet. Onun yanında kendinizi güzel hissediyorsunuz, hala önünüzde bir zaman olduğunun ayrımına varıyorsunuz. Onurlu yaşamak ve bunu yaparken hayatı yakalamak mümkünmüş diyerek seviniyorsunuz. Fahri Bey hakkında lafım bitmez benim. Bu sadece kısaca bahsetmekti, emin olun o anlattıkça ben de devam edeceğim yazmaya.

Şimdi gitmem lazım, ocakta yemek var. Muse da birazdan gelir. Klasik cadde turumuzu atmadan uyumak yok bu gece:)) Tutunacağız ya hayata!!!

*Pink Martini.

Hiç yorum yok: