29 Şubat 2016 Pazartesi

BARBARIN KAHKAHASI, ELVAN'IN GÜLÜMSEMESİ

 
 
Kitaptan bana kalanlar ve çağrıştırdıkları...
 
"Sıradan bir olumsuzluğu büyük acılardan kalan deyişlerle anlatırsan, asıl keder görünmez hale gelir.."
 
Yapıldı. Hatta banyoda üzerine basılıp geçildi...
 
"Gerçekten arkadaş olsalardı çoktan bitmişti ilişkileri. Arzuyu kabullenip aşkı yaşasalardı altı aya kalmaz ayrılırlardı. İkisini de beceremedikleri için sonunda yabancı topraklara esir düşmüşler. Birbirlerini suçlamaktan başka dil kuramıyorlar."
 
Yaşandı Mı?
 
"Samimiyet bir fiskede kanamaya başlıyorsa eğer, ileride önemli sağlık sorunlarına sebep olabilir."
 
Oldu.
 
"İlk yabancı lisanım, kendi dilim."
 
Evet, benim de.
 
"Bütün ihlallerimi hatırlar, sana titizlendiğim günleri unutursun. Seni terslediğim anları hatırlar, etrafa saçtığın düşünceleri geceler boyu dinlediğimi unutursun. Özensiz sözlerimi harfi harfine hatırlar, attığımız kahkahaları unutursun. itip kakmalarımı hatırlar, saçının teline kıyamadığım anları unutursun. Kiralık kasa gibisin be melih. Değersiz hisseler topluyorsun. Onlarla zengin oluyorsun sen."
 
Zenginsin gerçekten. Ne mutlu sana!
 
"Hikaye anlatmadan önce bekle biraz. Boşlukları doldurmak için acele etme."
 
Evet, biraz bekle..

29 ŞUBAT : BİR KASA MUTLULUK VAR EVİMDE!

 
Bugün mutlu olmayı beklemiyordum. Oysa mutluluk, tıpkı üzüntü gibi gafil avlıyor insanı:) Pazar sabahı evden çıkarken telaşlıydım. Aslında içimden balkona bakmak gelmişti ama nasıl olsa Tatlım Zişan'a* su verdim, laleler, sümbüller ve de nergisler henüz uykudalar diye düşündüm. Yanılmışım!!
 
Nergislerim açmış. Üstelik sümbülümde de bir kıpırtı başlamış. Tatlım Zişan mı? Oh, o kim bilir bu yeni arkadaşlarıyla nasıl mutlu!!
 
Baksanıza kızlarımın keyfine:
 
 

Sol üsttekiler lale soğanlarım. Onun hemen yanındaki ve altındaki iki küçük yuvarlak kapta sümbüller var. Sol ortadaki elbette nergislerim ve sağ alttaki de tatlım Zişan:)
 
Kendime bitki konusunda hiç güvenmiyordum. Bir canlıyı hakkıyla bakabileceğime dair kuşkularım vardı. Bu eve taşındığımda içeriye benden başka bakıma muhtaç veya ilgi bekleyen canlı almayacağım diye söz vermiştim. Neden yaptım bunu gerçekten bilmiyorum. Sanırım bambaşka bir haksızlığın faturasını yine kendime kesmiştim. Zira insanlar o kadar akıllı ki, giderken arkalarında nasıl bir duygu kaldığıyla pek ilgilenmiyorlar. Herkeste bir can telaşı... O canı nereye taşıyorsa artık... Ne diyelim, ayaklarına bir taş takılmasa bari..
 
Neyse, bugün konumuz güzellikler, hediyeler.
Masmavi köyümün gidip öpemediğim nergislerine, teyzemin mandalina bahçesini mis gibi kokutan sümbüllere benzemeseler de, küçücük bir kasada dünya güzeli bitkilerim var. Hele Zişan... Onun bana ifade ettiği şey öyle büyük ki...
 
Ölümsüzlük ağacı tatlım Zişan:)

Kendisi Thassos' dan buraya gelmiş dünyalar güzeli bir zeytinciktir.

27 Şubat 2016 Cumartesi

BADEM ÇİÇEKLERİ...


En az erguvanlar, nergisler ve anemonlar kadar severim badem çiçeklerini. Şimdilerde kır bayır badem çiçeği olmuş.. İnsanın nasıl da gidip göresi geliyor.. Zeytinlerin arasında kimbilir ne kadar güzel parlıyorlar..
 
Belki Nisan'da...
 
 

25 Şubat 2016 Perşembe

KADIN KAFASI :))

 

Kadın kafası benim geç bulduğum ancak tadını doya doya çıkarttığım nefis bir kafa. ne midir? Az alkolle bile hızla kana karışan kimyasal durumdur.
Bin tane farklı şekli vardır. Örnek verelim, eğlenelim.
 
*  Bagaja şampanya koyup, çantaya da kırmızı ruj atıp, arabanın eksik evraklarıyla ülke değiştirmek!
*  "Memelerin sarkacak birkaç yıla kadar, aç kız yakanı bağrını" diyerek evde kalmış arkadaşını dekolteye teşvik etmek!
*  "Sevgilin yok senin elektrikli battaniye alalım sana" diye bekar arkadaşa takılmak!
*  Eski sevgilileri ve eski kocaları konuşurken  "vay arkadaş benim vaka hiç orijinal diilmiş" diye dertlenip, "hepsi aynı tornadan cancağızım!" diyerek kahkahayı basmak!
Ve daha neler neler...
 
Amma velakin en güzeli Geyik Koşusu sonrası dönen sohbet:
 
"Biliyo musun on dört kilometrede kim koşmuş?"
"Kim?"
"Bilseydik, biz de koşardık!"
"Kim be?"
Telefon açılır ve ekranda Carlos Martin!
"Aha, iyiymiş"
"Koca bizi erken götürmedi tabii, göremedik!"
Koca cevap verir: "Yakışıklı erkeklerin hepsi gay"
Ve içimiz rahatlar:)))
 
Çok iyi anımsıyorum, Kurtlarla Koşan Kadınlar'ı okuduktan sonra kadın olmakla ilgili memnuniyetim artmıştı. Etrafımdaki güzel kadınları daha da iyi ayırt etmeye başlamıştım. O zamandan beri de en umulmadık zamanlarda gelen destekleriyle kadın arkadaşlarım beni şaşırtmaya devam ediyorlar. Hayat öyle güzel hediyelerle dolu ki, arada iki de kazık yemişiz çok mu diyesi geliyor insanın:))



ÖZEL RUHLAR VAR ETRAFTA:)))






24 Şubat 2016 Çarşamba

BAŞKALARININ MERDİVENLERİNDEN ÇIKMAK...



“Başkalarının ekmeği acı,
başkalarının merdivenlerinden
çıkmak eziyetlidir.” Dante


 Ben hayvandım, deyelim/
Vurdunuz.
Önce siz yaralandınız, sonra ben yaralandım.
Ben durunca durdunuz.

Soğuktu, donuyordum.
Yaralarım vardı, sardınız.
Bir denizde boğuluyordum,
Kurtardınız.

Açdım, deyelim/
Bir simid istedim sizden.
Ya ben söylemesini bilmedim,
Ya da siz simidden korktunuz.


Özdemir Asaf
-Nasılsın-




Anne ve babalarımıza benziyoruz. Oturup kalkışımız, bir konu hakkındaki düşüncemizi dile getirişimiz, ilişkilere, aile kurumuna, dostluğa, paraya ve daha pek çok şeye bakışımız tıpa tıp onlara benziyor..
 
Babam çok severmiş Özdemir Asaf'ı. Neredeyse tüm kitapları vardır bizde. Her biri tek tek imzalanmış. Anlaşılan o ki, samimiyetleri de varmış. Ne güzel. Bir şairle dostluk insanı nasıl da keyiflendirir bilirim. P. Özer sayesinde adıma imzalanmış kitaplarla koşa oynaya evime dönmenin mutluluğunu çok iyi bilirim..
 
Velhasıl, insanlarla kurduğumuz ilişkilerde de rol modellerimiz onlar, ailemiz...
Benim annem hırçın bir kadındır. Hırçınlığı anlaşılamadığında artar, biraz sevildiğini hissettirirseniz hemen geçer. Babam için böyle cümleler kuramıyorum, ama tanıdığım herkes nezaketini, sınırları konusundaki netliğini ve merhametini anlatıyor. Annem bütün bu anlatılanlara öfkesini de ekliyor:)
Hatta beni tanımlama cümlesidir annemin; babası gibi çabuk kızar ama çok merhametlidir benim kızım.
 
Bütün bunları sabah sabah niye anlattığıma gelince... Bana, emek harcamak, bize emek harcayana sevgi ve saygı göstermek öğretildi. Karşı komşum bizi adam yerine koyup iki dilim kek getiriyorsa,  güler yüzünü tatlı dilini esirgemiyorsa, ben de ona Eminönü'nden kahve getiririm. Nezaketini, güzelliğini gördüğümü ve teşekkür ettiğimi bilsin, hissetsin isterim. Karşılıklı kıymet verme mesajlarıdır bunlar benim için, hayatı güzelleştirir.
 
Hayatıma bir adam girmişse veya bir kadın, bana, bize emek harcamaya ve birlikte yürümeye niyet ettiğini söylemişse onu herkesten ve her şeyden korumak, var olan değerine değer katmak isterim. Ha burada bir tek şeyle çuvallarım o da ben, bizim için çırpınırken, eğer karşımdaki kımıldamayı reddediyorsa anlaşılamadığım her dakika öfkemi yükseltir...
 
Şimdi şimdi öğreniyorum, diğerine değer katmak, onu yukarı çekmek şansım olmadığını... Buradaki tek işin kendim olması gerektiğini.. Hayat işte, öğrencilik ve öğretmenlik durmadan kapıda!
 
(Bakınız Öfke Dansı bu konuda ne diyor:
Düşündüğümüz ve hissettiğimiz her şeye hakkımız olduğunu - diğerlerinin de bu hakka sahip olduklarını - beynimizin yanı sıra yüreğimizle de öğrenmemiz gerçekten zor. kendi duygu ve düşüncelerimizi açıkça ifade edip, kendi değer ve inançlarımıza uygun kararlar vermek görevimizdir. Diğer bir insanın bizim gibi ya da bizim istediğimiz gibi düşünüp hissetmesini sağlamak bize düşmez. Böyle bir şeye kalkışırsak, kişisel acıların ve duygusal sarsıntıların yaşandığı ve sonuçta hiçbir şeyin değişmediği bir ilişkinin içinde bulabiliriz kendimizi. Sayfa.36 )
 
Zordur başkalarının merdivenlerini çıkmak. Ancak ben birlikte yürüdüklerimi asla yarı yolda bırakmam. Ne kadar öfkeli veya kızmış olursam olayım, yardımına koşmam bir telefona bakar. Ne kırgınlığım engeller beni, ne de yaşananların kötü tadı. İçinde bulunduğumuz zamandır biricik olan, bir canın ihtiyacıdır. Elbette acısı, acım değildir. Ama bilirim çaresizliğin ne anlama geldiğini, anlamaya gayret ederim.
 
Yine de bütün bu cömertliğin içinde benim de olgunlaşmamış, ham yanları var ruhumun.... Kalbimi söküp, kedilere yem yapanı affedemem... Açık yarama basıp geçeni, nazikçe yüzüme gülümseyeni, onun bana uzak, kendine imkansız ruhunu unutmam... Etimden et kopartırcasına kucağıma bir bomba bırakıp, hayallerimi havaya uçuranı unutamam. Böyle insanlara yardım edemem, onları affetsem, kendimi affedemem.
 
Yaşanmışı değiştiremem. Bıraktığı izi silemem. Sadece, bana ait bir tek manevi objenin bile artık diğer tarafta kalmasını istemem. Simitten korkulmuşsa eğer artık bağlasalar duramam.
 
Aileden öğrenilir bazı şeyler..
 
Birkaç zaman sonra beni, yine başkalarının merdivenlerinde görürsünüz:) Zira bize öğretilen sevgine, sevdiğine, dostuna, ailene, değer verdiğine sahip çıkmak, onu ardında bırakmamaktır.
 
İhanet etmemektir.
 
 








23 Şubat 2016 Salı

 
 
 
 
 






22 Şubat 2016 Pazartesi




 
Benim hayatımın sorunu, gördüğüm şey ile görmek istediğim şeyi hep karıştırmış olmam.”
                                                            Umberto Eco

21 Şubat 2016 Pazar

KOŞ COŞ EĞLEN


 
 
Son dört ayın en güzel gününü yaşadım bugün. Nasıl iyi geldi... Oy oy oy. Anlatması zor. Ama deneyeceğim.
Öncelikle ilk tepkim "Hayırrrrrr!!!" oldu. Koşmak mı? Ben mi? Uleyn, benim koşmam demek belimin, dizimin zorlanması demek. Ayrıca kapladığım alanı düşünürsek pek estetik de sayılmaz. Yok yok, koşamam dediiim ama sonra kuzu kuzu kaydımı yaptırdım. Sözde antreman yapacaktık ancak o da kısmen başarılabildi. Veee olurdu olmazdı, yok yağmur yağacak falan  derken koşacağımız gün geldi.
Ta ta ta ta....
 
Dün akşam mızıl mızıl söyleniyordum. Mis gibi ortamdan kalk, istediğin kadar içemeden yatağa kon! Neymiş ertesi gün koşulacakmış!!!
 
 
Sabah da böyle uyandım. Tayt falan giyince üşüyeceğimi düşünüp önce ona bir posta homurdandım. Üzerine pamuklu bir eşofman daha giydim. Başladım Bingül'ü beklemeye. Mod huysuz cüce modu!
 
Geldi araba.
E mecburen bindim! Baltalar elimizde uzun ip belimizde biz gideriz ormana hey ormanaaa şarkısını(!) söyleyemeden Belgrad Ormanı'na vardık. Şarkı söyleyemedim, zira Bingül asla izin vermiyor! Oysa ben onu hep destekliyorum..
Alman kaçmış içine:))) Ayrıca yol kısa sürdü, ona da uyuz oldum!
 
Sıranın bize gelmesini beklerken Eda, Leyla ve Altuğ ile de sohbet ettik. Kızların orada olması günümü ne kadar güzelleştirdi bilen bilir. Prensesler yanımdaysa koşarım da  zıplarım da! Bir ara Bingül'le portakallar yedik. Biraz serindi hava ama tam koşacağımız saat yaklaşırken güneş yüzünü göstermeye başladı. Şanslı mıydık ne?
 
 
Sonrası mı?
İnanılmazdı... Hayatımda, çocukluğum da dahil olmak üzere çok nadir koşmuşumdur. Hani ondan bundan kaçarken falan belki.
Şu yaşımda fark ettim ki koşmak, hele ki bir ormanda koşmak, ben büyük bir kısmını yürümüş olsam da, efsane bir eylemmiş.
 
Vay arkadaş, kimse bana, koşarken yoldan başka şeye dikkatini veremezsin, duyduğun tek şey kendi soluğun ve çalı çırpının sesi olur dememişti. Hiç kimse ormanın, ağaçların arasında kendimi minicik hissettiğimde zerre kadar korkmak bir yana, şen çocuklar gibi hoplayıp zıplamak arzusuna tutulacağımı da söylememişti.
 
Geride kaldığımda kulağımı dolduran sessizlik, Bingül önümde yürürken onun ardı sıra izlediğim patikalar ve neredeyse hiç konuşmadan bir meditasyonda nefes izler gibi bayrakları takip etmek! Çamurlu rampalarda, adeta bir çikolatalı pastanın üzerindeki süs gibi vıcık vıcık kaymak... Tam düşecekken ağaçlara tutunmak.
 
Çok iyi geldi. Bedenimin yepisyeni bir mutlu olma yolu keşfetmesine çok sevindim. Aklım çözüldü, nefesim aktı ve en önemlisi ne iyi ne de kötü bir şey düşünemedim. Kafamın farklı bir kısmı devreye girdi ve bu bana çok iyi geldi.
Son zamanlarda uzun yürüyüşlerle epeyce sakinleşmiştim. Açıkçası bu hızlı toparlanmaya çok şaşırmıştım. Fakat görülen o ki, fiziksel aktivitenin bedende salgıladığı hormonlar hakkında daha çok okumalıyım. Fiziksel aktivite insanın kimyasını, dolayısıyla ruh durumunu inanılmaz değiştiriyor. Kendimizi mutlu ve mutsuz etmek üzerine bu kadar cahil ve inatçı olmamız ne yazık. Oysa mutluluk sınırlar zorlandığında elde edilebiliyor. Kolaycılara mutluluk yok hayatta. Suat'ın dediği gibi "kenarda durup, ortadan yemek yoook!"
 
 
Adam niye koşmasaydım yazamazdım demiş anladım üstadım. Kafayı misler gibi boşaltıyor ki, yazmak istediklerini kurgulamaya yer açılsın. Annadık mı???
 
Bundan sonra ne olur bilinmez ancak bahardaki dans kursuna kadar bir İznik koşusu var önümde. Yaza da havuz kaydı yaptırdım mı, oh, işte mutluluk budur!
 
 
 
 
 
 
 
 
 

GERÇEĞE METHİYE

 
Her kopuş, her ayrılık sancılı. Acılı... Yaralanmaya müsait... Ve bir o kadar da kaçınılmaz, ertelenemez... Birlikte yaşaması uygun olmayanlar, yolculuklarına tekil devam etmesi gerekenler var hayatta. Nihayetinde insan yalnız doğmuş ve yalnız ölecek bir canlı.
Dünyaya gelişimiz büyük ve sancılı bir kopuştan başka nasıl tanımlanabilir? Ve buradan gidişimiz... Bizi deliler gibi seven, biz olmadan soluksuz kalanların, gün gelip, birkaç metre toprağın altına bıraktıkları bedenimizi, acıdan çarçabuk uzaklaşmak adına hızlıca terk edecekleri o anı bilmiyor muyuz? O kaçınılmaz sahneye rağmen umutlanıp, yine o sahneye methiyeler düzerek dertlenmiyor muyuz?
 
Bilmek mutluluk getirmez çoğu zaman. Ama gerçek, kabullenmemiz gereken zor bir dostluk sunar her yeni günde, her ayrılıkta, kopuşta. Neşeli ve umut vaad eden yüzünü severiz gerçeğin, fakat dostluk tam da böyle bir şey değil midir? Her yüzünü sevmek, her halini sevmek gerekir, bizi kendi parçası gibi koruduğuna, kolladığına inanmak...
 
Bütün bunları düşündüren şey bir kaç nota oldu. Ne garip, içimizde onlarca duygu ve düşünce var kuluçkaya yatmış; kendilerini uyudukları uykudan uyandıracak, kımıldamalarını sağlayacak anları bekliyorlar. Bazen müzik, nasıl da alıp götürüyor insanı kendi ruhunun kuytularına..
Beklemeyi bilmeyen tek canlı biziz, insan. İnsan telaşlı, insan müdahaleci, insan hep endişeli.. Bütüne inanmadığı, bütünden koptuğu için yalnız.
Üstelik yalnızlığı hem gerçeği, hem de yanılgısı.
 
Koşulsuz bir teslimiyetin, anda kalabilmenin hasretiyle tükenirken hayat, yalancı gönüllerde yorulur, iğneli sözlerle hırpalanır.
Her kopuş can yakar, ister etinden et olsun giden, ister evrende bir toz zerresi. Sana değersiz, çaresiz ve yalnız hissettirmiştir ya gerisi boş.
 
Ağaçlara bak. Tomurcuklanan dalları seyret, sonbaharla birlikte yitip gitmişlerdi, adeta ölü gibi kurudular... Oysa şimdi hiç olmadıkları kadar tazeler. Doğanın gerçeği, neden bizim de biricik gerçekliğimiz olmasın? Onu uyutan ve sonra uyandıran, dansa davet eden ve şiirler yazdıran o kocaman varlık, bizi kucaklayan bütünlük neden dışarıda bıraksın ki bazılarımızı?
 
Kopması gerekenler kopsun, çekilmesi gereken sancılar her zaman bir doğum içindir. Varsın çekilsin... Yeter ki gerçek, dostluğunu hiç bir zaman esirgemesin bizden.
 
 

 
 
 

20 Şubat 2016 Cumartesi

CEMRE


 
 
Bütün cemreler düştüğünde çantamı hazırlamış, içliklerim, kar botlarım, çoraplarım, sonunda düğmesini kapatmayı başardığım kar pantolonum ve bana emanet edilen "kutsal uğur eldivenleriyle" daha önce görmediğim o uzak ülkeye doğru yola çıkacağım. Yıllardır hayalini kurduğum gerçek soğukla nihayet kucaklaşacağım. İçimdeki buz, dışarıdaki buzla göz göze gelince bakalım ne hissedecekler?
 
İlk ne zaman gönlüme düştü Kuzey bilmiyorum. Olsa olsa on, on beş yıllık bir hikayedir. Sanırım yelkenle haşır neşir olduğum dönemde, dümen başında üşümek ve soğuktan kıpkırmızı olmuş parmaklarımda daha önce hiç hissetmediğim o garip hazzı duyumsamakla başladı her şey.
 
O anın içinde, doğanın kabullenmem gereken bir durumu vardı; soğuktu, hırçındı ve benden daha büyüktü. Müdahale edemezdim, mücadele edemezdim ve değiştiremezdim. Olanı olduğu gibi kabullenip, uyum sağlamak dışında seçeneğim yoktu. Bükemeyeceğim eli öpecek  ve ritim tutturacaktım içinden geçmekte olduğumuz fırtınayla.
 
Erol Hoca, "şarkı söyleyelim" demişti. İçimden o kadar kızmıştım ki... Ne şarkısı yahu, dalgalar kafamın üzerinden geçiyor, ıslanmadık yeri kalmamış vücudumun! Zangır zangır titriyorum. Ne şarkısı?
 
Oysa birlikte şarkı söylemek içinden geçmekte olduğumuz anı genişletti. Korkumu, çaresizliğimi azalttı. Dümene sımsıkı yapışmış parmaklarım gevşedi. Omuzlarım gevşedi. Boşa harcadığı güçten bitap düşmüş kollarım huzur buldu. Benden daha deneyimli bir adama ve benden çok ama çok daha büyük bir duruma itaat ettim. Sanırım doğanın aklımı başıma getirmesine vuruldum ben. Soğuk ülkeleri özlemek belki de o gece düştü kalbime?
 
Suya düşen cemre gibi...
 
Havaya düşen cemreyi çok iyi hatırlıyorum. O çocukken olmuştu. Zarife anneannenin ve Hüseyin dedenin bizi, inekleri otlatmaya götürürken yanlarına aldıkları zamanlardı.
Kırlarda serbestçe dolaşmak küçücük bir çocuk için bulunmaz  özgürlüktür. Zeytin ağaçları, harımın incirleri, tüm yeşilliğe yayılmış bin bir çiçek arasında özgürce koşuşturmak!
Orada hissettiğim şey saf huzurdu. Çiçekleri koklamak için eğildiğimde burnuma gelen nemli toprak kokusunu, gece boyunca gök delinmiş gibi yağan yağmurun ertesi güne bıraktığı o eşsiz kokuyu asla unutmadım.

Sabahın temizliğindeki koku.
 
Toprağa düşen cemre ise benzer zamanlara denk gelir. Ancak daha ileri bir çocuklukta hissetmiştim. Babamın gidişiyle...
Tabiat ananın cömertliğini sorgulayamayacağımı öğrendiğimde küçücüktüm. Her şeye hayat veren, doğayı ısıtan cemre o yıl benden kocaman bir parça almıştı... 
Yıllar içinde bu biricik gerçeği unuttum. Tekrar hatırladığımda yine Mart'tı ve koca kadındım. Vitito' nun gidişi cemrelere denk gelmişti. Acım, eski yaramın sırtına bindi. Yüze, bine katlandı sanki. Aylarca kanadı.
 
Şimdi, bu yıl uzun zamandır yapmadığım kadar dikkatle cemreleri sayarken, sanırım hayata büyüklendiğim ve ardından kısacık bir hayal kırıklığı yaşadığım süreci geride bırakmanın ve kalbimi yeniden ısıtmanın derdindeyim. Doğa ile zayıflayan bağımı cemreleri sayarak, kendimi bütünün parçası belleyerek güçlendirmeye gayret ediyorum.
 
O uzak ülkeye gittiğimde aradığımı bulacak mıyım? Bulursam birbirimizi nasıl tanıyacağız bilmiyorum. Bir tek şey var emin olduğum, hayallerimi kovalamayı seviyorum. Fırtına takvimini izlemeyi, gün doğumu ve gün batımlarını önemsiyorum. Ayın hallerinin ruh dünyamda yarattığı gerilimi, hassasiyeti dikkatle izliyorum.
 
Gittiğim o soğuk ülkede, kurtlarla mı koşarım, ren geyikleriyle mi dans ederim bilemem. Gidiyorum işte. Şansıma güvenip, çantamı topluyorum. Bir canım var, o da Allaha emanet!

https://www.youtube.com/watch?v=9wxqdTnKS90
 
 
 

19 Şubat 2016 Cuma





" Bir insanı tuhaflıklarına rağmen değil, tuhaflıkları için sevin. Bir insanı harcamak için değil, hayatı paylaşmak için sevin.''

W. Edish

18 Şubat 2016 Perşembe

NASIL BİR SABAHTIR ANKARA İÇİN....

 
 
Asıl değişmesi gereken KİŞİLER/DURUMLAR hala ve huzurla oturdukları yerde yayılırken, nasıl oluyor da insan/biz tüm kötülükler ardımızda kalmış gibi devam edebiliyoruz?
Gözlerimizi, bizzat kendi ellerimizle kapatıyoruz sanki!
 
Dün, şehrin dört bir yanında "aman hava ne güzel, hayat ne güzel!" diye dolaşırken, asla bilemezdim başka yaşamların son saatleri olduğunu. Eminönü'nde Nüans' ın kasasında duran neşeli ve hoşsohbet adamla ayaküstü konuşurken,  işlerin nasıl düştüğünden ve bunda Sultanahmet patlamasının ciddi bir rolü olduğundan bahsettik. Yine de ben, o güne ölümü hiç yakıştıramadım.. Aklımdan geçirmedim...
 
Her gün, her dakika yüzlerce insan ayrılıyor dünyadan, biliyorum. Ancak böyle değil, gidiş şekli önemli... Üç beş adamın ergenlikte kalmış ruh halleriyle, adeta amiral battı oynar gibi yönetiliyor gezegen. Ve biz piyonlar, sıra bize gelmediği için sevinemez haldeyiz artık...
Geleceğe dair ne umut kaldı, ne neşe. Bitse de gitsek diye yaşatıyorlar hayatı... Tutunamayan, tutunmaya inanmayan, manasızlıkta boğulan garip bir nesil olarak anımsanacağız.
 
Henüz ciğerimiz yanmadı. Çünkü henüz sevdiğimiz biri orada değildi.. İyi de bu korkuyla yaşamak nereye kadar? Hem bizim sevdiğimize bir şey olmadı da,  bu Sultanahmet'de ve Ankara'da ve daha nice yerlerde ölenleri kimsesiz yapmaz ki.. Anaları, babaları, eşleri, çocukları ve dostları vardı..
 
Nasıl bir sabahtır Ankara için? Nasıl bir sabahtır insan olmak için?
 
 
 

16 Şubat 2016 Salı

PARLAMAK KALPTEN GELİR:)

 
 
Akşam derslerime iki yıldır devam eden dünya tatlısı bir öğrencim var. Kendiyle uğraşmayı seven, her daim arayan, bulduğunda da kıymet bilen bir kadın. Genç bir kadın. Geçtiğimiz sonbahardan beri sevgilisiyle geliyor derslere. Öyle tatlılar ki, onları seyrederek yoga yapmak, sevginin olduğu yerde "bir ve bütün" olmaktan bahsetmek inanılmaz bir deneyim.
 
C.tesi nişanlanıyorlar. Temmuz ortası evlenecekler. Bu yolculuğu izlemek, bir anlamda parçası olmak bana büyük bir hediyesi hayatın. 
 
Bu akşam kapıdan çıkarken "nasıl da parlıyorsun bugün, ne oldu sana bu kadar yükseldi enerjin? " diye sordu.
Çok sevindim. Hem bir aydır ağır aksak giden süreci sorgulamadığı için minnettarlığımı hissettim gönlümde, hem de farkına vardığı enerji yükselmesinin keyfini iliklerimde duyumsadım.
 
Evet, defter kalem kalmayınca ortada, insana bir güzellik, parlaklık geliyor. Kalbin buğusu silinince, kalp gözü açılıp, etrafa ışıltı saçılıyor.
Hayatın tüm geri bildirimleri çok anlamlı. Bütün ilişkiler birbiriyle bağlantılı..  
 
Öyleyse kaldığımız yerden devam ediyoruz; yaşasın parlaklı hayatlarımız!

KARLARIN İÇİNDEN ÇIKAN ÇİÇEK:)




Galiba sana teşekkür etme ve olan bitenle vedalaşma vakti geldi...
Temiz bir merhabadan evvel, hakkıyla "hoşçakal" diyelim mi?

İlk görüşte ısınmak benim duygum.
Sevdiğim kız çocuklarına benzemen, neşen, öfken, içtenliğin.
Hayata inancın.
Kız çocuk özlemek, kız kardeş özlemek...
Güzel genç bir kadının dünyaya bakışını, duygularını ilgiyle izlemek.
En önemlisi, beni on ikiden vuran "gerçek" etten ve kandan bir insan olman.
Köhnemişliğe ve karanlığa mesafen.

Güzel kalbin ve desteğin için teşekkür ederim.
Şükür geçti.
Kıymetliydi varlığın, hem de çok... 
Ve kıymetli kalmasını dilerim.
Hayatımdaki güzel insanlara katıl isterim.
Birlikte büyüyelim isterim.

Sağol.

Ve Hoşgeldin:)
Parlak, neşeli günlerde yeni doğanları, yeni olanları konuşalım olur mu?

Son bir teşekkür de bunun için, yıllar sonra içimden dans etmek geliyor! Baharda dansa başlayalım mı? Bana yardım eder misin?:

https://www.youtube.com/watch?v=KQu8FOjJXdI

ÇOK SEVİYORUM DEMENİN BİN HALİ!






Ben:
- Mezuniyete hazır mısın?
Ayda*:
- Hayır, mezun olmayacağız. Sen ve ben bin yaşına kadar burada kalacağız! Birlikte!


* Üç yıldır öğrencim. Bu konuşma yapılırken bahçenin kenarında oturuyoruz. Ayda kucağımda. Kafası ağzımın içinde, ayakları ve çamurlu çizmeleri her yanımda!



LUGAT 365: HİSSİKABLELVUKU

 
 
Yerini çok sevdim. İçim de sızladı hani, zira oraya pek yakın bir evi vakti zamanında kaçırmışlığımız  var. Neyse, az zaman sonra, tam kulenin dibinde olmasa da pek yakınında ikamet edip, şehrin kalbinde kahve içme günlerim gelecek şükür. Tabii ömür yeter, hayat izin verirse.
 
Gerçi her şey dakikalar içinde değişirken geleceği belli olmayan zamanlara hayal ısmarlamak pek makul değil, bunun da farkındayım. Ona da bir şükür sabah sabah.
 
Lugat 360, işlerini ilgiyle takip ettiğim, hikayesini de Prusya Kralı'ndan öğrendiğim bir macera olup, yaratmak üzerine kafa patlatanın işin içinden nasıl alnının akıyla çıktığının en güzel örneklerinden biri.
 
Ben sevdim. Bir iş hem sırtına tarihini vurup*, hem de nasıl bu denli yalın, işlevsel ve estetik olur derseniz buyurun Lugat 360 dükkanını ziyaret edin. Gönlünüzün bir türlü dile getiremediği, sözcük dağarcığınızın inim inim inlediği duygularınıza tercümanlık eden bu minicik dükkan, vallahi de billahi de özel bir yer.
 
Seçtikleri malzemelerden tutun, yazı karakterine kadar her ayrıntının ince ince düşünüldüğü o kadar belli ki. Sahibini tanısam öpücem alnından dedirtiyor insana.
Gerçi, ben tanışma şerefine eriştim ancak, koskocaman adamı alnından öpemedim tabii, "elinize sağlık diyebildim :)
 
Orta okuldayken, Türkoloji okumuş bir edebiyat öğretmenimiz vardı. Onun heveslendirmesiyle Nihat Özön' un Osmanlıca-Türkçe sözlüğünü almış, ilk olarak da adımın anlamına bakmıştım. Farsça bir kelime olduğunu anlayınca da şaşırdığımı anımsıyorum. O sözlükle kaç yıl ilgilendiğimi hatırlayamıyorum. Tek aklımda kalan kelimelerin beni epeyce büyülediği. Dil gerçekten ilginç bir uğraş.
 
Lügat 360'a dönersek, sadece defterleri değil, çantaları, bardak altlıklarını ve özellikle Türk Kahvesi fincanlarını sevdiğimi söyleyebilirim zira üzerine "gıybet" yazmışlar!
 
Şu güzel havalarda Kuledibi' ne uğrayıp, Cenevizlileri selamlamanızı, üzerine misler gibi bir kahve içmenizi öneririm. Zaman sorununuz yoksa Lügat 360 ziyaretini takiben Karaköy'e doğru Nardis'in sokağından aşağıya bırakın kendinizi ve o yolları yüzyıllar önce arşınlamış denizcileri, tüccarları, hamalları hayal edin. Hala sağınızdan solunuzdan geçiyor ruhları. O yüzden her nereye gidersek gidelim geri çağırıyor İstanbul.
Ne geçmiş hikayeleri unutuluyor, ne de andaki güzellikleri kentimin..
 
Bahar geldi gelir, aklım fikrim İstanbul gezmelerinde!
 
 
*
Bütün tarihini sırtına vurup
Denizi üç günde geçen serçenin
Bir seher vaktinde soluk soluğa
Tünediği dalda şenlik gibisin.
Ülkü Tamer
 
 
 

15 Şubat 2016 Pazartesi

DUYGULARI İFADE ETMENİN YOLU





Ben:
- Mandala çizmek ve boyamak sana kendini nasıl hissettirdi?
İhsan*:
- İçimdeki pozitif ve negatif duyguları ifade etmenin bir yolunu daha öğrendim.


* 9 Yaşında, geçen çeyrek dönemde iki kez misafir öğrenciydi, şimdi tam dönem için geldi ve bu ikinci dersimiz.

CEMRE




Havaya düşecek olan cemre...
Suya düşecek olan cemre...
İkisinin arasında gelecek olan dolunay...
Olan biten her şey,
Tam da olması gerektiği gibi.

9 Şubat 2016 Salı

SENİ SEVİYORUM

Dün işimin hediyelerini anlatırken, bugün müdürümün odasında
M. 'nin annesiyle karşılaştım. Geçtiğimiz aylarda bana bir mektup yazmıştı. Özetle "seni seviyorum" diyordu! Fakat bu, üç yılın sonunda gelen mektup benim için çok anlamlıydı.
İlk derslerimizi hatırlıyorum, benimle hiç konuşmuyor, yüzüme pek bakmıyordu. Biraz yaklaşmak, dokunmak istedim. İzin vermedi. Kendi haline bıraktım. İstediği zaman bize katılabileceğini bıkmadan, usanmadan her oyunda tekrar ettim. İkinci yıl oyunlara tam katılım göstermeye başladı. Ah unutuyordum, ders sonundaki dinlenmede "beni okşama" diyordu. Ve unutmuş olabileceğim ihtimaline karşı her defasında hatırlatıyordu.
Açıkçası diğerleri hiç itiraz etmezken, M. tarafından istenmemek içimi azıcık buruyordu. Ama ne olduysa oldu ve bu yıl ona dokunmama izin verdi! Tam üç yıl sonra...
Ardından mektup da gelince nasıl sevindim anlatamam. Mektubu verdikten sonra yanıma gelip sormuştu: "okudun mu?" . "Okudum"
Sonra bu özel durumu karşılıksız bırakmak istemedim. Kulağına fısıldadım: "bende seni seviyorum"
M.'den cevap: "tamam"
 
Biliyorum, oradan, ekranın diğer tarafından bakınca abartılı görünüyor yazdıklarım. Oysa hiç değil. Bunlar benim hayatımı dolduran güzellikler.
Bir annenin gözünün içi ışıldayarak "M. sizi çok seviyor. Mektubu bir hafta sakladı ve unutmadan size getirdi. Neler oluyor bu yıl?" demesi gerçekten eşsiz bir sevinç kaynağı.

Bu sabah okula gelirken şarkı mırıldandığımı farkettim:) Demek ki mutluyum, demek ki sevgi ve hayat bir kez daha kazandı!

Önemli Not: M. ile az evvel merdivende kahvemi içerken karşılaştık. Soru: "derste sürpriz var mı?"
"Var:)"
"Hımmm, iyi. 9 Mart benim doğumgünüm"
" Öyle mi? O zamanı birbiriMize hatırlatalım ve  yoga dersinde de kutlayalım mı?"
"Olur. Zaten 8 Mart Salı yani tam zamanı gibi"
"Anlaştık bu durumda"
"Peki ikindide* ne yiyeceğiz? Kısır mı?"
"Yok, sütlü bir tatlı:)

*bizim okulda ikindide yenecek şey yemeğin akışını bozmasın diye pek söylenmiyor çocuklara:) Bir tür gizli bilgi yani.

09.03.2016

ÇÖL YENGECİ


 
Çöl sana iyi geldi mi?
Seçimlerimiz ne kadar da farklı...
Affedersin, elbette çöl "sizin" işiniz...
 
Ben, Kuzey'e gidiyorum biliyor musun?
Hani konuşurduk ya, "ne var orada?" derdin.
Bilmem. Belki sadece boşluk.
Belki ihtiyacım olan şey tıka basa dolu aklımı, kalbimi boşaltmak.
 
Bizi farklı kılan;
Ben seçimlerimi yaşıyorum. Her savrulduğumda kendimi yeniden
rotama çekiyorum. Sen?
 
Kaktüslere selam söyle, akrabam olurlar:)

8 Şubat 2016 Pazartesi

PAZARTESİ'NİN CUMARTESİ HALLERİ

 
Her Pazar akşamı olduğu gibi yatakta çırpınıp çırpınıp, sonunda pes ederek az ilerideki camiinin müezzini ile namaza durdum! Şaka falan yapmıyorum. Tamam namaza durmadım ama serdim matı oturdum üzerine. Adı lazım diil, şimdilerde hoca olan bir yoga eğitmeni arkadaşım tavsiye etti de, o sebeple meditasyon yapmaya başladım:)) Sonra  saat altı oldu. Uykumu alamamış ve Pazartesi hakkında hiç iyi şeyler hissetmeyerek kahve makinasına yaklaştım. Bol bol kahvem var şükür derken, sütün dibinde azıcık kalmış!
 
Pazartesi adam gibi bişi olsa dolapta süt olurdu, peh!
 
Okula çok istekli gitmediğimi itiraf ediyorum. Hatta yöneticimiz olan hanımla "bu benim son çeyrek dönemim, kaçıyorum" gibi bir konuşma yapmaya hazırdım. Olmadı! Püskürttü beni. Nasıl mı? Aynen şöyle: Sınıf ısıtılmış ve havalandırılmış. Matlar pırıl pırıl ve her ders arasına on dakika mola! Ne mi yaptım, öfkemi paketleyip sınıfıma girdim.
 
Çocukları inanılmaz özlemişim... Dersin sonunda dinlenmek için uzandıklarında her birinin yanağını, saçını uzun uzun sevdim. Bazen onlara nasıl sinirlendiğimi, enerjileri karşısında nasıl da çaresizleştiğimi anımsayarak okşadım saçlarını. Biliyorum, isteseler bile duramıyorlar... Enerjileri sonsuz... Zaten ben de durdurmak istemiyorum ki, sadece birlikte oynamak istiyorum. Birbirlerine nezaketle, özenle davransınlar diye bütün çabam. Ancak bazen sesimi ayarlayamadığımda bütün o nezaket nereye kaçıyor acaba!!?
 
Çocuklarla çalışmak çok zor... İnanılmaz yoruluyorum. Yine de yanımdaki matta oturan küçük insan gelip usulca sokulmuyor mu, işte o anlar için katlanıyorum. Senede birkaç resim, üç beş mektup, bir iki demet çiçek ve yüzlerce öpücük..
 
Bugün kendi kendime daha az yüksek sesle konuşmak için bir yöntem buldum. Onları severken aklıma geldi. Çok yorulup, tahammülsüzleşmeye başladığımda beni bu duyguya taşıyan çocuğu kucaklayacağım. Veya en azından gidip saçını okşayacağım. Bir an için onu gözünden sakınan anne ve babasını düşüneceğim. Gerçekten benim çocuğum olsaydı ona nasıl davranılsın isterdim diye kendime soracağım. Disiplinsiz ve alıp başını gitmiş bir sınıf değil olacak olan, eminim bu yeni deneme bizi daha iyi bir yere taşıyacak.
 
Çok bağlanıyorum bu insan yavrularına, sonra da mezun olup gittiklerinde özlüyorum...
 
Gerçi bu akşam ayın halinden midir bilinmez yetişkin sınıfım da pek keyifliydi. uzun zamandır yapmadığımız kadar dinamik bir ders yaptık. Pek adetim olmamasına rağmen mantra söyledik. Mantra ve zikir arasındaki yakınlıktan bahsettik.
 
 
Daha da güzeli bir çember yapıp söyledik mantrayı. Onlardan aile geçmişlerindeki tanıdıkları ve tanışma fırsatı bulamadıkları, yaşayan ve artık yaşamayan "tüm kadınları" çemberde hissetmelerini istedim. Orada yedi kadın değil, onlarca, belki yüzlerce olduğumuzu düşünüp, bütün o insanların varlığını hissetmeye açık kalmalarını söyledim.
Bunu niçin yaptım gerçekten bilmiyorum. Belki Kurtlarla Koşan Kadınlar' ı yeniden okumak beni etkiliyor. Açıkçası en içeride ne var görmek istiyorum. Her zaman olduğu gibi hocamın sözünü dinliyor ve tam olarak neyi öğrenmem ve deneyimlemem gerekiyorsa, sınıfa da onu öğretiyor ve olabildiğince kapıları aralıyorum.
 
Yaptığım şeyi inanarak ve severek yapıyorum. İşe yaradığını görmek bana çok iyi geliyor. Kendimi tam anlamıyla verdiğimde her şey öylesine anlamlanıyor ki, bazen gerçekten avuçlarımın yandığını hissediyorum. Neyse.
 
Pazartesi, hala  favorim değilsin ancak bugün seni affediyorum, bir kereye mahsus sana Cumartesi muamelesi yapacağım :)

5 Şubat 2016 Cuma

RENKLER, YÜZLER, KAHKAHALAR



Kardeşimle:

-Ablam, senin bi sabahlığın vardı, hani ayı postu diyordun ya, yuva yıkan. Onu mu giydin yoksa:)?
-Yok, onu diil, bu defa timsahlı pijamamı giydim:))

- Eee konuşmak istiyorum diyordun, Allah önüne çıkartmış niye sustun:)?
- Biraz acelem vardı. Hem şaşırdım. Bir sonrakine cebimde kağıtla gezicem:))

Başka bir genç kadınla:

- ...... dedim.
- Basbayağı ağır konuşmuşsun. Hani hakaret etmeyecektin?
- Ama küfür etmedim. Sesim de öfkeli değildi ki! Zaten öfkeli değildim.
- İyi de, biri bunları bana söylese, bulduğum ilk yerden atlar, ardımda da sorumlusu " ..... diye" not bırakırdım!
- Hımm demek öyle.
- Öyle. Ama bak şimdi, sen anlatınca ben niye bunun gibi bişi demedim .... diye pek eksiklendim:))
( karşılıklı kahkaha atılır )


- Şiddet hakkında ne düşünüyorsun?
- Ben mi? Sıcak bakıyorum.
( ... gülmekten dağılır )
- Senden hiç beklemezdim.
- Vallahi bayağı sıcak bakıyorum. Uygulamışlığın var mı dersen bana göre yok. Ama .... sorsan ağır şiddete maruz kaldı zavallım. İncindi:))
 ( kahkaha )

Arkadaşım, ne eğlenceli, bereketli, sevgi dolu geçti bugün. Ayrılığı, ölümü, halleşmesi, dertleşmesiyle, yepisyeni iş teklifleri alan dostların coşkusu, hatta duble doğum günleriyle pek şahaneydi. Yatak yorgan, çay kahve, yoga, kuzen derken fırtına takvimini unuttum. Açıkçası aklıma bile gelmedi. Ne zaman yatağa yattım, ancak o an duydum dışarıda uğuldayan rüzgarın sesini.
 
Canım Çanakkale'de daha doğrusu Tavşantepe' de olmak istedi.. Bizim oradaki çam ağaçlarına sıkı sıkı sarılmak geldi içimden. Öyle güzel bir ses çıkartıyorlar ki rüzgarda, insan iyice kulak kabartıp konuştukları dili anlamak istiyor.
 
Hayatın hediyeleri paket paket. Sesler, kokular, renkler...
 
Günün bir başka güzelliği apartmanımdaki başsağlığı ziyareti oldu. Ev sahibimin annesi vefat etti geçtiğimiz günlerde. Ben köye giderken hastalanmıştı. Dönüşüme iyi olur diye umutluydum ancak olaylar öyle gelişmemiş.
 
Uzun uzun anlattılar geçen hafta olan biteni. Bugün de onlara uğradım. Giden dünya tatlısı insan hakkında konuştuk, sabır diledik sevenlerine. Her defasında beni kahveye davet eden, evde pişenden veren halinden bahsettik. Gülen yüzünden, inançlı ancak yargılamayan yapısından.. Sevecenliğinden.
 
Sonra çaylar bitti. Tam kalkmaya yakın, komşu teyzelerden biri şekerliğe baktı. Kamile Hanım, "Elvan o" dedi. Elvan?
"Annem o kasede Elvan acı sos getirdi diye adını Elvan koydu, sonra da şeker gibi kız Elvan, buna şeker dolduralım dedi" demez mi! Ve başladı anlatmaya, "ardındaki çiçeğin adı Osman, içerideki gül fidesi Figen..."
Meğer kim ne verirse, o eşyayı veya bitkiyi veren kişinin adıyla kullanırmış evde... İlginç bir kadındı Hanım. Son altı ayın karmaşasından pek çok kez kahve teklifini geri çevirdim. Altı ayda iki kahve sadece... Oysa tanımaya değerdi. Şansımı kaçırdım. Oysa her P.tesi sütümü alırken ne tatlı halimi hatırımı sorardı... Güzel bir renk idi günümün içinde... Umarım gittiği yerde huzur bulur.


05.02.2016



AYILAR


 
 
Uzun süredir ilham perileri böylesine etrafımı sarmamış, böylesine parlak sohbetler içine yuvarlanmamıştım. Sis dağılıp, güneş yeniden göründüğünde, aslında bunun bir yanlış anlaşılma olduğunu fark ettim. Çok güldüm. Gözlüğümün camı tavuk suyu çorbasının buharıyla buğulanmış! Aslında Güneş her daim orada!
 
İnsan aşık olmak istiyor. İnanmak ve güvenmek istiyor. Bunun için atmayacağımız takla yok. Sevilmek, kollanmak, hayallerimiz için desteklenmek istiyoruz. Öpücüklerle uyanıp, tatlı sohbetlerle başlasın günler diye dualar ediyoruz.
 
Sonra bir gün dualar gerçekleşir gibi oluyor. Beklemekten vazgeçtiğimizde, öylesine yaptığımız bir hamle tüm dualara karşılıkmışçasına güzelleştiriyor hayatı. Kısa bir an için bile olsa, umut kımıldanmaya başlıyor kutunun içinde. Kumsallar açılıyor önümüzde... Hayatın herkes için kolay ve zor günleri var ya, "işte şimdi benim kolay günlerim, zira artık iki kişiyiz!" diye seviniyor insan.
 
Sonra, kendi güzelleşen hayatıyla yetinmeyip, yanındakine de sarmaya başlıyor insan evladı... Zaten iyi dönemin son günü, o sarma anıyla geliyor...
 
Suat "Sana ne kızım yanındaki ayıdan. Bak balıklar geçiyor önünden, avlan sen. Doyur karnını, ruhunu. İstersen, içinden gelirse ver ona da. Ama bırak, ister avlanır, ister avlanmaz. Sen ona balık tutmayı öğretemezsin, tutamıyor diye hırpalayamazsın. Buna hakkın yok...." dedi.
 
Haklıydı. Hakkım yok. Kimim ki ben ve neyim ki birinin hayatını güzelleştireceğim. Elim kolum yetse yetse kendi bahçeme uzanır.. Ah ego, ah içimizdeki anneyle birlikte dolaplar çeviren sen!
 
Yine de umut ettiğim bu değildi.. Şimdilerde için için gülüp komik bir hayal kuruyorum:
 
Kiruna' dayım. Ormanda bir iglo var. İçinde bir insan var. Beni bekliyor. "Geldim" diyorum.
Kafasını kaldırıp yüzüme bakıyor. "Nihayet!" diyor.
Gülümsüyorum: "nihayet!"
 
 
 
 
 
 

4 Şubat 2016 Perşembe

BİR KEZ DAHA DİLİYORUM


 
 
 
Yıllar önce, 2008 senesinde Konya'ya ilk gidişimdi. Zor bir yolculuktu. Neye gittiğimin pek bilincinde değildim. Zaten bilincim de pek yerinde değildi. Bütün ashram halkı gidiyordu işte, biz de onlara takıldık ve  atladık trene, düştük yollara. Sevgili Sir ile güzel bir tren yolculuğu yaptık. Zaten O olmasaydı, ölümüne geziyor olmasaydık acaba ben bugün burada olabilir miydim?
 
Konya'ya inişimiz bile başka güzeldi. Çok tatlı bir teyze, bavullarını taşımasına yardım ettik diye bize şeker verdi! Bayram çocukları gibi sevindik!
 
Üç gün boyunca- ki uyuyamadık!- sevincimiz hiç azalmadı. Dergahta izlediğim sema - rüyamdakinin bire bir aynısıydı...-, tennurelerin yüzüme çarpan rüzgarı, gezdiğim tekkeler, içtiğim çorba... Her şey ama her şey  sanki başka türlü işliyordu ruhuma. Hakkı Baba'nın anlattıkları günlerce kulaklarımda çınladı..
 
Ne içtiğim gazozun tadı, ne de yeni tanıştığım insanların sohbeti daha öncekilere benzemiyordu. Burada bir şey vardı, bilemediğim bir şey...
Önceleri, Leyla'dan geçtim, kıçımın üzerine oturdum diye mi büyüledi beni Mevla dedim ama sonra sonra anladım ki, bu bambaşka bir hikayeydi...
 
O ilk seyahatten dönerken, biri, beni son dakikada uyarmıştı "niyaz ettin mi?" "Ne ettim mi?" "Yani arzunu, dileğini söyledin mi?" "Yooo, kime ki?" "Hazreti Mevlana'nın niyaz penceresine. Bak, tam şurada." Pencereye baktım, sonra içime baktım. Bomboştu. Ve aniden niyaz ettim: "Bir şey doğurmak istiyorum, bana yardım et!İçimi doldurmama yardım et!"
 
O niyazdan bir iş, o işten aş ve aşk doğdu! Yepyeni bir kapı açıldı önümde, hem de çabucak. O kapının eşiğinde uzun süre durmadım, eğdim başımı girdim içeri. Burası küçük insanın dünyasıydı. Öyle hemen kabul görmediysem de, bir süre sonra anladım ki, hiçbir sancı boşuna değilmiş...
O gün, o pencere bana çok şey anlattı. İçime bakıp, boşluğa saklananı görmeyi, gördüğüme yaşam hakkı vermeyi öğrendim. Şansıma, göklere güvenmeyi öğrendim. Yüzüme kapanan kapılar karşısında paniğe kapılmamayı öğrendim.
 
Sonra mı?
Uçurtmalar uçurdum, çocuk kitapları çevirirken Agi'ye yardım edip, öğrencilerimin onları nasıl bayıla bayıla okuduklarını seyrederek havalara zıpladım. Bitti sandığım yaşam enerjimin ben gaza bastıkça nasıl arttığını anladım. O hep vardı, sadece ben kullanmıyordum. Bittiğini sanmış ve de fena halde yanılmıştım.
 
Şimdiki zamanı, o yılla kıyaslarsak asla bir Berdül'acz değil yaşadığım, olsa olsa çiçek fırtınası. Hepsi bu.
Öyleyse niye duruyorum ki? Tekrar niyaz ediyorum: fırtınanın ortasında, cemrenin düşmesine gün sayarken bir kez daha doğurmak istiyorum! Bir kez daha içimi inançla, güzellikle, cennetle doldurmak için yardım istiyorum...
 
Bugün dileğimi mümkün kılmak için yollardaydım. Uzun bir serüvenin ilk adımını attım. Korktum. Korkuyorum. Korkacağım da. Ama hep bütünün gücüne, olması gerekenin olacağına inanacağım. Elimden geleni yapıp, usul usul bekleyeceğim. Şansıma, bu hayattaki varlık sebebime güveneceğim:)
 

2 Şubat 2016 Salı

GEÇMİŞ ZAMAN BAZEN ŞİMDİYE TASTAMAM GELİR:)

12 Ekim 2014 Pazar

ENDİŞELENME MİDEM, YUVAYA DÖNECEĞİZ:)

 
 
Eskiden cildime iyi gelmezdi. Şimdilerde midem için bir felaket! Sadece haşlanmış patates ile huzur bulan gazoz hissi dilerim kalıcı değildir. Eğer bu bir uyarı ise, aldım. Yalnız şu kahve işini çözelim sevgili midem, zira mide ağrısı ile zihin huzursuzluğu arasında sıkışıp kalmak takdir edersin ki pek feci.
 
Hayatta hep istediğim şey huzur
En büyük korkum serseri kurşun
En unutulmaz acım zamansız ölüm
Çok istediğim seyahat Kuzey Işıkları
Paha biçilmez sevincim çocuklar
 
Hayalim mi? O biraz uzun ya, özetlersek: Ölümün sınırlarına bile yaklaşmadığı, ebedi ve ezeli huzurla dolu bir köy. Ya da kasaba. İçinde sevdiklerim; anladıklarım, anlamaya gayret ettiklerim var.
Klasik bir hayal işte. Bol çocuklu, bol çiçekli, ağaç ve rüzgar sesi duyulan, kandil ışığında sohbet edilen, tandır ekmekleri pişen bir yuva. İçinde keçi boynuzu, zeytinyağı, kül kokusu var.
 
Özeti de özetlersek eğer "hayalim yuvaya dönmek."

yengeç

Sabah bir video izledim. Kısacık. Evde olmakla ilgili; kendine kabuk arayan yengeç, denizin dibinde bir o yana, bir bu yana koşuşturuyor..
Sanırım her ne kadar sosyalleşmiş olursak olalım, hayatta insanları birbirinden ayıran en temek farklardan biri de bu; ev anlayışımız.
Bazılarımız için ev bir barınak, olsa da olur olmasa da... Kapısı, bacası kafi. Oysa kimi insanlar için güvenli alan, gereklilik, huzur arayışı... ve daha neler neler ifade ediyor...
 
Sabah mızıldanması..
 
 
 
 
Hocam, "evin mutluluğu mutfaktan belli olur" derdi. Birlikte bir şey pişirip, sofra hazırlamayı seven insanlar, birbirlerini de severler.. Sanırım ayrılık çanları çalmaya başlayınca ilk terk edilen yer de mutfak oluyor. Zira yemeklerin tadı kaçıyor... Sonra kokular gidiyor.
 
Belki yengecin doğasını anlamak lazım. Aynı kabuğu paylaşan yengeçler yok. Her yengece bir kabuk, bir ev...