29 Kasım 2016 Salı

ANILARDAN....



 
 
 
 
 
Vaktiyle zeki ve güzel bir prenses vardı, öyle hassastı ki bir güvenin ölümü bile ona haftalarca ıstırap çektirirdi. Ailesi buna çare bulamadı. Danışmanlar ellerini ovuşturdu, bilgeler boynunu büktü, cesur krallar muratlarına nail olamadan dönüp gittiler. Bu böylece yıllar boyu sürdü, ta ki bir gün ormanda yürüyüşe çıkan prenses sihrin sırlarına vakıf, yaşlı kambur bir kadının kulübesine varana kadar. Kadim varlık, prensesin son derece enerjik ve becerikli bir kadın olduğunu idrak etti.
“Yavrum,” dedi, “Sen kendi alevinle yanma tehlikesiyle karşı karşıyasın.”
Kambur kadın prensese artık çok yaşlandığını ve ölmek istediğini, fakat birçok sorumluluğu nedeniyle ölemediğini söyledi. Basit insanların yaşadığı küçük bir köyden sorumluydu, köylülerin danışmanı ve dostuydu. Acaba prenses onun yerini almak ister miydi? Görevleri şunlar olacaktı:
(1) Keçileri sağmak
(2) Halkı eğitmek
(3) Festivalleri için şarkı bestelemek
Görevlerini yerine getirmesinde yardımcı olsun diye üç bacaklı bir tabure ile kamburun bütün kitapları da onun olacaktı. Hepsi bir yana yaşlı kadının harmonyumu da hesaba dahildi, pek eski ve dört oktavlı bir çalgı. Prenses kalmayı kabul etti, sarayla güveleri aklından çıkardı. Yaşlı kadın ona teşekkür etti ve ânında öldü.
 
j.w.

25 Kasım 2016 Cuma

OLASILIKLAR KAVANOZU







Evde bir kavanozum vardı benim, içinde kırgınlıklarımı biriktirdiğim... Geçenlerde baktım kapağından üzüntü sızdırmaya başlamış. O gece uykuya yatmadan evvel kavanozun dibi delinsin, içine attığım her kırgınlık sonsuza dek yok olsun diledim.
Sabah kalktığımda ilk işim salona gidip kavanoza bakmak oldu. Gitmiş!  Bana da bir not bırakmış:
 
Böyle olamazdı!
 
Gücenmedim değil.. Ama gücenik yaşamak kırgınlıktan daha kolay. Kalamadığı için içimi savaş alanına çeviren, kucağıma patlayıcı bırakan zalimlerle karşılaştırılınca, onu çok daha naif buldum..
 
Şimdi onlarca kez yaptığım gibi bavul toplarken, boşalan mercimek kavanozunu yıkayıp salona bırakayım diyorum. İçine "olasılık" koyacağım. O benim "olasılıklar kavanozum" olacak.
Aşkta olasılık, dostlukta olasılık, üretimde olasılık, hayallerde olasılık... Kırgınlık kavanozum gitmeyi seçtiyse, boşluğuna dayanamam değil mi? O halde yeni bir kavanozum olmalı.
 
İlk parçayı attım bile içine... Bir olasılık!

24 Kasım 2016 Perşembe







 

DİA DE MAESTROS FELİCES







Bugün öğretmenler günü. Her zaman olduğu gibi kutluyoruz. Yüzlerce, binlerce çiçeğe kart yazılıyor bu sabah evlerde. Öğretmenlerin kalpleri kıpır kıpır, çocukların neşeyle ışıldıyor gözleri. Saçlar düzeltiliyor, ayakkabıların cilası yapılıyor.
Ve işte okul zamanı.
 
Ya da benim gibi kahvenizi alıp, klavyenin başına oturuyor ve hayatınız boyunca yürüdüğünüz yola bayrak diken, "şu taraftan mı gitmeli acaba?" diyerek yön gösteren öğretmenleri, öğretmenlerinizi düşünüyorsunuz.
 
Kimi kardeşinizi dövmüş, kimi sizi öyle bir hırpalamış ki uzun yıllar şarkı söyleyememişsiniz... Bazısı matematikten, kimi müzikten nefret ettirmiş. Ama öyleleriyle karşılaşmakla sınırlı kalmamış deneyiminiz.. Kimi dersleri önce öğretmenini severek sevmiş, yetmemiş meslek edinmişsiniz!
 
Dilara Hocam, dilerim hayattasınızdır.. Bugün hala tarih okuyor ve bundan zevk alıyorsam, bilin ki size müteşekkirim...
 
Öyle insan evladı olanları çıkmış ki karşınıza anne, baba olmuşlar adeta. Halden anlamış, hikayeler anlatmışlar... Gece seyrini, mat üzerinde durmayı, geçmişin izlerini aramayı onlardan öğrenmişsiniz. Varlıkları boşluğunuzu doldurmasa da gidişleri birer delik daha açmış gönlünüze.
 
Nazmi Gür, Erol Çevik, Güven Arsebük...  Kalbimde yeriniz baki...
 
Bir de gizliden gizliye size öğretmeye gelenler var ki asıl baba dersleri onlardan alırsınız. Canınıza od tıkayan, sizi şer içinde hayır arar halde bırakanlar, her gecenin sabahı konusunda tereddütte düşürenler... İşte asıl öğretmenler onlar!
 
Bu saydıklarım gizli kahramanlarınız. Kıymetlerini bilin, asıl onlara teşekkür etmeliyiz bugün. İyi ki geldiler ve iyi ki tam da akitte olduğu gibi davranıp canımızı sıktılar.
 
Yaşasın öğretmenlerimiz, günleri kutlu ve de mutlu olsun o halde!

22 Kasım 2016 Salı

KIRMIZI OJE*, ROMA, VİZE NOTLARI = SERBEST ÇAĞRIŞIM!!!

 
 
 
 
Bölüm 1
 
Okul sonrası sakin bir manikür&pedikür seansı.
 
"Abla kırmızı oje süreyim mi?"
"Yok Derya'cım sağol, bakamam ben ona. Bozulur mozulur."
 
On dakika sonra:
 
"Abla sen ne zaman aşık olacaksın?"
"Bilmem, haftaya C.tesi uygun mu Derya'cım?"
"Abla! Dalga geçme."
"E sen başladın :))"
 
Bölüm 2
 
Eve dönüyorum, çantamda Sosyoloji Bölümü birinci vizelere ait notlar.. Vay arkadaş ben bu saatte neyin peşindeyim diye mırıldanırken, Derya'nın sorusu canımı sıkıyor. Sonrasında aklıma düşenler: çorap söküğü....
 
Kayınvalidem rahmet istedi zahir. Kendisi dünya tatlısı bir hanımefendiydi. Oğluyla azıcık daha evli kalsaydım, muhtemelen aramızdaki ilişki iyice derinleşecek ve ben nihayetinde yine adamı boşayacak ama bu kez anasını alacaktım! Yani o kadar severdim kendisini. Neyse ki işler saçmalaşmadan edebimle boşandım!
 
Aslında konu tam olarak kayınvalidem değil, onun hayata dair birbirinden güzel tavsiyelerinden en sevdiğim: 
"Restorana sefertası ile gidilmez."
A ne o, ilginç gelmedi mi? Elbette ilginç, zira bunu ilk söylediğinde donup kalmıştım. Neden derseniz değil restorana sefertasıyla gitmek, bakkala, kasaba, plaja her yere kocasını yanında, olmadı zihninde götüren bir kadının kızıyım!
Kayınvalideme dönersek, kendisine dedim ki "Sizinle İtalya'ya gitmeyi çok isterim. Siz, ben  ve kocam gitsek ne güzel olur."
Cevap: "Evladım, restorana sefertası ile gidilmez!"
Tamam yahu dedim içimden, öyle diyorsanız öyledir....
 
Vay arkadaş, aradan onca yıl geçti ve gördüm ki kadın haklıymış! İtalya maceramı düşünüyorum da, doğruya doğru, oralara kocayla, sevgiliyle falan gidilmez. Kaldı ki ananla kardeşinle hiç gidilmezmiş... Heyhat! Gerçi bizim Zişan'a İtalya'dan ne istersin dediğimde "aşık ol!" demişti. Açıkcası ne demek istediğini pek anlayamamıştım, çünkü kastım permesan veya bir şişe şarap idi. Üstelik bir haftada nasıl ve kime aşık olacaktım?

Venedik'de kentten o kadar büyülendim ki, Dustin Hoffman gelse "hadi Elvan bi kahve içelim" dese, "affedersiniz iki gün sonra Floransa'da içsek olmaz mı ? " derdim. O kadar vuruldum şehre.
E bu da aşk, di mi Derya??, Zişan?? Hı?
 
Amma Roma için bi dururum, çünkü barmenden tut, şoföre kadar şehir yıkılıyordu! Ve fakat bende şans yoktu. Neden mi, bakınız hikayeye:
 
Erkek kardeş sabah uçağı ile dönmüş, anneyle bir tam gün Roma'dayız. Öğleden önce gezdik tozduk, öğle yemeğini yiyen anne önce makarnaya bi araba laf etti, sonra da bağırsaklarını bozdu. E bu durumda İtalyan Hükumetine ekstra etrafı kirletme cezası ödemeyi göze alamayınca kös kös bir kafede oturduk!
Orada kah uyuklayan, kah tuvalete koşan annem, ne olduysa oldu biz havaalanına götürecek şoförü görünce açıldı. Oysa kendisi ne Venedik, ne de Floransa'da kimseciklerle göz teması bile kurmamıştı!
 
Arabaya bindik, yakışıklı şoför dikiz aynasını ayarladı, Allah dedim, bu ne gözler!!! Şaka değil, adam bildiğin Ferzan Özpetek yakışıklısı. Yıkılıyor! Sap sağdan dönelim denir, fakat yan koltukta anne var. Sustuk oturduk tabii. Neyse adamın telefonu çaldı, açtı. Bildiğin İtalyan filmlerinde anne-oğul konuşmasına tanık olduk. Mammma diye bir naz edişi var, of yani. Güleyim mi, ağlayayım mı bilemedim. Erkeği havaya sokan kadınlar listeme İtalyan teyzeleri o an yazdım.
 
Neyse, telefonu kapatan şoför, bana bakarak ve dikiz aynasını bir kez daha ayarlayarak başlamaz mı konuşmaya!
Efendim aslında o müşterinin yanında telefonla konuşmazmış, ancak maması arayınca açmak zorundaymış, yoksa açana kadar ararmış!!! Canım ya, demek senin ki de ilginç bir model diyecektim ama susmuyor ki. Efendim İtalya'da taksi şoförlerine saldırılar olmuş, bi de bu geçenlerde klimadan üşütünce annesi çok söylenmiş. Baktım karşımda muhallebi çocuğu var. Eh dedim madem böyle sohbet edicez bende benim mamayı çekiştireyim olsun bitsin. Olmadı. Annem işkillendi mi ne, başladı sohbete müdahale etmeye! Vay arkadaş uçağa binmeden bi aşık olucam, mümkün değil, kozmik alemde buna izin vermeyenler var:))). Nihayetinde annem aldı sazı eline, beni de tercüman yaptı ve son şansımı da kaçırdım. Neyse ki cabbar İtalyan abimiz arada derede kartını verip, facebook arkadaşı olalım demeyi atlamadı. İstanbul'a gelmeyi çok istiyormuş da ondan... Yoksa olmayan dekolteme ve dibinden kesilmiş ojesiz tırnaklarıma değil seranat! Gel tabii, hatta uzun kal da bi aşık olalım diyecektim, ancak olmadı. Neden? Çünkü yakışıklı şoförümüz anneme, arabada içmediği suyu vermek için ısrar ediyordu.  Onun köyünden bir kaynak suyuymuş, bilmem kaç metre yüksekten fışkırıyormuş! Pes!
 
Açıkçası Derya "abla ne zaman aşık olacaksın?" dediğinde aklıma geldi bütün bunlar.... Zamanı durduramadığım gibi, nabzımın ekstra atmasını da ben sağlayamıyorum....
 
Heyhat aşksız ve kırmızı ojesiz geçiyor hayat!
 
* bir de kırmızı ruj maceram var ki, onu da yazayım ilk fırsatta.
 

GERÇEĞİN MAYASI





O ho ho, doğal ekmek mayası bile karaborsaya düştüğüne göre gerçeğin mayası geçen yüzyılın efsaneleri arasında kaldı besbelli. Öyle mi?
 
Büyük yanılgı. Aslında tam da burada, hemen yanı başımda! Uğruna emek harcadığım, kalbimi bütün bütün verdiğim insan yavrularına kavuşmaya gün sayıyorum. İşte gerçeğin mayası:)

21 Kasım 2016 Pazartesi

İNCE AYAR...





Bizim gençliğimizde ince ayar kalple yapılırdı, akılla değil...  Yardım istenmezdi, gören koşardı... Sonrasında ne çıkar elde edebilirim diye düşünülmezdi.. Kimde para varsa o harcardı; varken, yok gibi davranılmazdı..
Aşklar yatak performansıyla değil, sevme kapasitesiyle, şiirle, mektupla ölçülürdü.. Bir gecede sevip, sabahına topuklanmazdı.
 
İlk blucin, ilk dans, ilk öpücük, ilk sigara, okul kırmak... Nasıl da anlamlıydı. Okula makyajlı gidilmez, etek boylarına dikkat edilirdi. Tırnaklarımızı dibinden keserdik.
 
Kavga vardı, vefa vardı... Küsmek ve barışmak vardı. Kinlenmezdik. Sahiciydik. Hani bir simidi bölüştük der ya eski Türk filmlerinde, öyle yaşadık üniversite yıllarımızı.
Şimdilerde pek kullanılmayan kelimelerimiz vardı, kült kitaplarımız.. Herkes sevdiği için değil, eleştirmenler 5.5 verdi diye değil, içimize dokundu diye severdik edebiyatı.
Bilgiye açtık. Kitap Fuarı demek, o yılın en güzel anı demekti. Hazine sandığına dönerdi başucu raflarımız.. Altını çizerek okumak, kitabını sahiplenmek vardı. Elimizin, gözümüzün, ruhumuzun değdiğini korur, kollardık...
 
Velhasıl ince ayar akılla değil, kalple yapılırdı.
Aşka, dostluğa, geleceğe inanırdık... Gençtik be! Bi de insandık...

20 Kasım 2016 Pazar

DANS MI?

 
 
Uzun zaman sonra tekrar yolum düştüğünde "ah ya ne kadar özlemişim" dediğim semtler, hasret kalıp kucaklaştığım dostlar, her dinlediğimde gözlerimi yaşartan müzikler ve uzun süre önce okuyup, en sevilenler rafında tozlandırdığım kitaplar...
 
Ve o kitaplardan iç sızlatan cümleleri hatırlatan insanlar... Adamlar...
 
I stayed with fortunata for one month, learning more about her ways and something about my own. She told me that for years she had lived in hope of being rescued; of belonging to someone else, of dancing together. And then she had learned to dance alone, for its own sake and for hers.
"And love?" I said.
She spread her hands and gave me a short levture on the habits of starfish.....
 
 
 
 
 
 

19 Kasım 2016 Cumartesi

 
 
 
Bazen öyle kocaman acılar oluyor ki, yazmak bile iyi gelmiyor. Kusmak, kendimi balkondan aşağı sallandırmak , ki çok anlamsız zira giriş katında oturuyorum, istiyorum. "Bu acı benim değil, alsın biri şunu" diye bağırasım geliyor.
 
Dün gece düşünmekten uyuyamadım. Çocukları, çocuklara "biz sizin için en iyisini biliriz" diyerek zulmeden büyükleri... Karşılıklı yaramızı, beremizi..
İşin içinden çıkamadım. Belki daha çok sosyal sorumluluk projesinde yer almalı, kimsesiz çocuklar kadar kimsesi olanları da kollamalı. Kim bilir belki de yıllardır şiddet gören kadınların hali karşısında sustuğumuz gibi, çocukların çaresizliğine susmamalı..
 
Nereden nasıl başlanır bilemiyorum. Galiba öfkem sakinleşmeden, dumura uğramış kan basıncım düzelmeden bir çıkış bulamayacağım...
 
İnsan acının her türlüsüyle yaşar da elde bir tek çocukluk varken cennet diye tanımlanan, ona nasıl kıyılır anlayamıyorum...
 
 
 
 

16 Kasım 2016 Çarşamba

NAMASTE:)



 
 
Zurnanın zırt dediği yerde verdiğim bir kararın diplomasını masamın üzerine koydum. Ona uzun uzun bakıyorum, bakıyorum... Haftalar süren amansız mücadele bunun için miydi diye soruyorum kendime. Sonra gülüyorum, elbette bunun için değildi. Ama bu yolculuğun taşları yerinden oynatacağına inanmıştım. Oynadı mı? Evet! Hem de ne oynamak!
 
Tam olarak çemberin neresinde olduğumu bilmiyorum. Sadece bir dönem ardımda kaldı, bunu görüyorum..
 
Bugün bir hoca* kaybettim. Nihayetinde öğrenciliğim kağıt üzerinde sonlandı. Hatta 11 Kasım'da sonlanmıştı ya diplomama kavuşmak zaman aldı:)
Bütün içtenliğimle inanıyorum ki bu akşam itibariyle bir yoldaş kazandım. Kalbi bedenine beş numara büyük bir kadın! Üstelik en sevdiğim modelden; güçlü, bilgili, merhametli, nazik, net, sevecen....
 
Beni korumadı, korkutmadı.  Hırpalamadı. Yaramı beremi gördü, kaçmadı. Sarıp sarmalamadı. "Of hayatta düzelmez" demedi. "Yarına bir şeyin kalmaz" hiç demedi. Olanı olduğu gibi, beni ben gibi göreyim diye ödevler verdi. Mat serdi önüme, rüyalarıma, gülümsemelerime, yeni sezon derslerime:)) anlam kazandırdı... Şimdi de kendi yolculuğuna döndü.
 
Beni terk etmedi biliyorum, ama gözlerim doldu ardından...
 
Bu yolda ondan başkasıyla yürümek istemezdim. Bir kez daha kalbimin seçimlerine selam olsun.
 
Çok şanslıydım.
 
Namaste
 
 
*http://yogasya.com/merhaba/dr-cigdem-oner/

15 Kasım 2016 Salı

ALAZ, BATU, AYÇA & ÖMER.... DÜNYANIN YARISI

 
 
when dreams may come children ile ilgili görsel sonucu
 
 


Biliyorum ki şimdi anlatacaklarımın pek çoğu havada kalacak ve siz onların yüzlerini, bacağıma sarılmış minicik ellerini, boncuk boncuk süzülen gözyaşlarını, sınıfı çınlatan kahkahalarını ne yaparsam yapayım göremeyeceksiniz. Ama anlatmam lazım, olduğu kadar artık:)
 
Malumunuz çocuksuz kadınım, uzun zamandır da öğretmenlik yapıyorum. Bu kadar çocuk sevmeme rağmen ne doğurmaya cesaret edebildim, ne de bu işte profesyonelleşebildim! Ha buna pek mi dertlendin derseniz, cevap yok...
Belki de birlikte yaşlanabileceğime inandığım bir adam bulamadığımdan doğurmamışımdır? Dediğim gibi emin değilim, bazen bu konu için tefekküre dalmalı diyorum, sonra gözüm yemiyor, ha bugün ha yarın diyerek kaytarıyorum!
Fakat işin profesyonelleşememek kısmı daha vahim, zira eğer "işimin gereği" kafasına girersem, bu duygu dolu ilişkiye zeval gelecek diye telaşlanıyorum.
 
Küçük İnsan benim için çok önemli. Haftam ne kadar zor geçerse geçsin, onunla yaşayacağım saatler yaklaşınca kalbim daima sevinçli ve aklım hep oyunda oluyor!
 Birlikte yoga yapmak ve dans etmek zamansız büyümek zorunda bırakılmış bir çocuk oluşumu unutturuyor. İçimdeki neşeyi hatırlatıyor Küçük İnsan. Her ders sonrası kalbim minnet dolu ayrılıyorum sınıftan. İnsan para kazandığı işten daha fazla zevk alabilir mi gerçekten bilmiyorum.
 
Öyleyse bugünden kalanlar:
 
Alaz ve Ali yan yana matlarda oturmak için ısrar ediyorlar.  Kuduracaklarından emin olduğumdan itiraz ediyorum. Artık akıllandım; şamata yapanı kendi matıma almıyorum, çünkü bunu ödül olarak algılamaya başladılar!!!
Ali kızıyor, yüzü düşüyor ve "artık gelmicem ben bu derse!" Alaz'a dönüyorum: "Peki sen?", Alaz alttan alttan masum kedicik gibi bakarak mırıldanıyor, sesini sevdiğim: "ben hep geliyim di mi?"
 
Özet: Ali yoga seviyor, Alaz Elvan! Annesine söyledim, basbayağı derin duygularımız var karşılıklı:)
 
Son ders:
 
Herkesin bir eşi var. Birbirimizi seveceğiz, masaj yapacağız. Gün boyunca, nezaketsiz davrandığımız durumları hatırlayıp, daha güzel davranmaya çalışacağız. Koşarken çarptığımız, acele ederken kolunu incittiğimiz arkadaşımıza sevgi dolu ve nazik davranacağız.
 
Batu'nun eşi yok. Sınıf dokuz kişi. "Ben senin eşin olurum Batu'cum" diyorum. Batu kikirdiyor. Dizlerimin üzerine çöküyorum, önce sarılıyoruz. Kalplerimiz tam karşı karşıya geliyor. Birbirimizin yanağını, saçını, sırtını seviyoruz. Sonra Batu mata uzanıyor ve ben ona masaj yapıyorum. Batu hem gıdıklanıyor, hem hoşuna gidiyor. "İyi hissetmediysen bırakabilirim"  diyorum. Batu "yooo iyiyim" diyerek gülmeye devam ediyor.
 
Sınıf mutlu. Bazen dokunuşlar baştan savma olmaya başlıyor ve nazik olmakta zorlanıyorlar. O zaman diyorum ki "üç aylık minicik bir bebek olsaydı arkadaşınız ona nasıl dokunurdunuz?" Bu işe yarıyor ve tekrar sevgi dolu eller işbaşına dönüyor.
 
Ömer dinlenmede huzursuzlanıyor... "İstersen çık sınıftan, aşağıya in" diyorum. Sanki benim cümlemi bekler gibi,  yaşlar boncuk boncuk yuvarlanıyor gözlerinden. Sınıfın dışına çıkıp konuşuyoruz, anlaşıyoruz ve geri dönüyor matına. İçim içimi yiyor, ne oldu Ömer'e? Farkındayım bambaşka bir derdi var. Yoksa Ömer yoga dersine bayılır ve çok uyumludur... Ah daha çok anlasam...
 
Bazen onları hayatın zor günlerinden ve kendi deneyimlerinden koruyamayacağımı unutuyorum... Biliyorum ki yara bereleriyle, yaşayıp deneyimledikçe insan olacaklar... Yine de daha kolay olsun hayatları, az örselensinler istiyorum...
 
Demir'in pırıl pırıl gözlerine bakınca, havanın bulutlu olduğunu unutuyorum.. Ayça kuşlar gibi cıvıldayarak konuşunca kalbimdeki bulutlar dağılıyor, yaz geldi zannediyorum. İlayda'nın zarafeti, beni kendime hoyratlıktan koruyor.... Zeynep'e bakıyorum, nasıl da aklı başında bir çocuk oldu...Ya Ayça? Şimdiden bir genç hanım...
 
Onlarla beraberken umurumda olmuyor dünyanın kalanı... Hani Murathan Mungan "iyi öpüşen bir sevgili dünyanın yarısı demektir" diyor ya, "mutlu ve keyifli geçen bir ders de dünyanın öbür yarısı!" diye eklemek istiyorum.
 
E bu durumda çok şanslıyım di mi!

14 Kasım 2016 Pazartesi

AYKIZ




vav çifte ile ilgili görsel sonucu





Duygu duygu üzerine katlanınca, nereden başlamalı, kişisel tarihime hangi birini not etmeliyim içim karışıyor. Bebeklerin doğumu, ruhların göçüyle çakışırken, rüyamda gördüklerim hayatın ortasına pat diye düşüyorsa acaba o hep kaçtığım kapılar sonunda aralanıyor mu?
Kaçmıyorum ki...
 
Dün gece benim için çok kıymetli bir bebeğin doğmakta olduğundan habersiz, rüya görüyordum ve doğum yapan kadına diyordum ki "bak bu O, hani öldü diye üzülmüştük ya, sen onu doğuruyor olabilirsin..." Ama gecenin ortasında uyandığımda bilmiyorum anne kim? Bebek kim?
 
Ve gerçek hayatta dün gece biricik prensesim, gözümün nuru anne oluyor! Nasıl bir tesadüf bu anlayamıyorum... Şimdi de mekanında bulunma şerefine eriştiğim, sevenlerini gönülden sevdiğim Ali Baba'nın  Hakk'a yürüdüğünü haber alıyorum..
 
Geleni gideni, karşılaşması, teğet geçilmesi, kavuşması ve ayrı düşmesi ne bolsun Dünya! Hocam hayat kitabı okumaktan bahsederken, önümde açılan sayfalardan kaçamam, her birini uçak yapıp pencereden fırlatsam, yazılanı değiştiremem.. Olanı olduğu gibi kabulün ayakları yakan basamağında durmam gerekenden uzun kalamam veya zamanı gelmeden bir sonrakine adım atamam...
 
Bana doğru hızla gelen bir şey var sanki... uzun zamandır beklediğim biri? Bir şey? Bir hal?
 
BEBEĞİN ADI EKİN, AMA ONA "AYKIZ" DİYECEĞİM. O, BENİM İÇİN AY IŞIĞIYLA GELEN BİR RUH.... Ocak sonu tanışacağız. Belki o vakit rüyadaki bebeğin o olup olmadığını hatırlarım...
 
 
 

AZ BEKLE



Kırılmaktan korktuğu için beş paltoyu üst üste giyen kadın ....
Ayakkabıları kısa gelen kız çocuğu ...
Bisiklete binmeyi seven gözlüklü yengeç ...
Sonbaharı sevmeyen kadın ve
Eda Lisa'nın doğum günü için....
Yazmam lazım...
 
İstiyorum da, ama başka şeyler de var yapmam gereken... Görmek istediğim filmler, çalışmam gereken dersler, hazırlaması gereken bir bavul...
Temizlemem gereken evden ve tamamlanması gereken yoga derslerinden bahsetmiyorum bile:)))
Çok çalışmalıyım çoook.....
 
O halde bir varmış bir yokmuş....
 
Bundan uzun yıllar önce güneşin bulutlarla saklambaç oynadığı sakin bir Kasım ayında, Alman ülkesinin uçsuz bucaksız griliğinde güzel kız çocuğu doğmuş.
 
Bu hikaye onun içindir; taa o zamanlardan şu ana kadar hiç kirlenmeyen kalbi ve hala pırıl pırıl olan gözleri için... İyi ki doğdun Sarışın!
 
Az bekle yazıyorum:)

13 Kasım 2016 Pazar

DOLUNAY SETRET BU GECE







 
Beni tanıyorsun, ben de seni tanıyorum. Sadece nerede karşılaştığımızı hatırlayamıyoruz. Sana bakınca içimden gülmek geliyor. Hadi gel bi kahve içelim diyeceğim, diyemiyorum. Bir sürü soru var aklımda, soramıyorum... Bu bir sınavsa eğer, şimdiden bütünlemeye kalmak istemiyorum.
Garip bir his var içimde, tanıdıksın sen. Açıklayamıyorum.
Dolunay seyret bu akşam, boşver Mars'ı :)

12 Kasım 2016 Cumartesi

BAŞLAMA YERİM NEREDESİN?

 
 
 
 
 
 
 
Başlama yeri sadece bir yanılgı.
Ya da tek gerçek, zaman gibi?
Hiç-bir-şeyi başlatan veya bitiren değiliz.
Ya da bunu sadece biz yapabiliriz?
Anıları saklayacak becerimiz olmadığı gibi olası geleceği kurgulama yetimiz de yoktur.
Acaba?
Sadece an vardır. Bize bin kez söylenen, nedense ısrarla anlamazdan geldiğimiz biricik var olma biçimi:
"şimdi",
"şimdi",
"şimdi!"
 
Dün, şimdiki zamanın içinde kalmak adına kendimi zorladım! Saçlarıma yapışan vıcık vıcık geçmişten, ayaklarıma dolanan gelecekten güç bela kurtulup, şehrin en sevdiğim semtlerinden birine gittim.
 
Çarşıda dolaştım. balıkçı tezgahlarındaki palamutlara baktım. ne almak istedim, ne de yemek. Yenilebilir bir şey gibi gelmedi bana.. Baharatçı kızı ziyaret ettim. Onun aşk hayatındaki gelişmeleri, birkaç ay sonra evleneceğini duymak çok hoşuma gitti. Geçmişi geçmişte bırakan insanlar vardı. Geleceği ilk kez, tam da o anda geldiğine inanarak, bilerek kucaklayanlar...
Bravo dedim içimden, biraz da imrenerek...
 
Kitapçıları gezdim. Birkaç kitap alıp, tekrar çarşıya girdim. Sonra acıktım. Kendime ödev teslim etme yemeği ısmarladım. Her zaman oturduğum masayı seçtim. Ama en sevdiğim garson yoktu; Fevzi Bey emekli olmuş. Galiba o yüzden yemeğim tuzluydu. Fevzi Bey'in tebessümü ile tatlandırılmamış yemeğimi ilk kez iştahsız yedim.
 
Şimdiki zaman yemeğimin adını değiştirdi; Elvan beğenmedi....
 
Kalkmadan önce etrafıma baktım. Son İstanbullular ve araya karışmış bir kaç yabancı ruh... Sanki bir gizli tapınaktaydım. tatlı dolabına hiç ilgi göstermeden lokantadan çıktım.
 
Zorsun şimdiki zaman.
 
Düşündüğümden kısa sürdü gezim, ağır geldi zaman. Kaçıp evime saklandım, o da kesmedi bir kitabın içine gömdüm kafamı. Kendi dünyamı yavan bulduğum her an yaptığım gibi okuyarak uzlaşmaya çalıştım hayatla. İnanır mısın, onu bile beceremedim...
 
Şimdiki zaman, sadece ve sadece burada olma hali... Tek yapmamız gereken, en büyük hediyemiz. Karşısında suçlu,  zavallı kaldığımız gerçekliğimiz.
 
Sembollere sığınmak, mesela saçları kestirmek? İşe yarar mıydı merak ettim. Veya önümüzdeki Noel için vaad edilen hediyem, bir Noel Şehri! İçimi neşelendirir miydi?
 
Neden takılıp kalmıştım yine? Akmayan, neşemin önüne baraj kurup, sinsi sinsi sırıtan yüzü neden yırtıp atamamıştım? Kusura bakmalar bu kez yetmemişti işte... Kucağıma dökülen gözyaşlarını biriktirmedim, damlaları saymadım. 
 
Bir kez daha kalbimden parkelere yuvarlandılar. Şimdi ve burada olamadım...
 
 
 
 

10 Kasım 2016 Perşembe

SEVGİDEN.

 
 
 
 
 
 
 
 





Olmayacak şeyler peşinde koşuyorsam eğer bırak olmasınlar. Senin istediğin yöne doğru değilse hareket, niçin her zaman eylemi sorguluyoruz? İlla bir şey konuşacaksak senin eylemsizliğini konuşalım!
 
Dolunay yaklaşıyor. Havalar soğudu. Sorular azaldı. Kalpler soğudu. Kabul kapısına birkaç adım uzakta, hala geriye dönüp bakıyorsam sevdiğimden,
 
Sevdiğindendir...
 
 
 
 



7 Kasım 2016 Pazartesi

MEKİK....







Bunların adı mekik. Balıkçılar ağ örerken kullanıyorlar. İnsanlığın tekerlek, hatta taş alet yapımı kadar hayati ve önemli bir buluşu bence. Denizlerdeki avcılığın devrimi belki de.
 
Bana hep çok ilham verici gelmiştir balıkçı malzemeleri. Aslında deniz ve denizle ilgili her şey koca dünyanın yeniden, kendi dilinde, deniz dilinde yazımı gibidir. Kurallar, malzemeler, suskunluklar...
 
İspanyolca öğrenirken  en sevdiğim şey ilk öğrendiğimiz kelimenin gökyüzü olmasıydı. Sanki içim genişledi.  Ve dün ikinci ilgimi çeken kelime "Hora" oldu. Zaman demekmiş. Ende'nin kitabındaki Hora Usta demek adını İspanyolca'dan alıyordu.. Ne güzel!
 
Zaman, gökyüzü ve mekik...
 
Bana bu sabah şu üç kelime verselerdi acaba ne yazardım?
 
Yazdım:
 
Geçmiş, şu an ve gelecek!
 
 
 
 
 

6 Kasım 2016 Pazar

İÇ SOĞUMASI

 
 
 
 
Tanıdığınız kışlara, kutup dairesine yakın enlemlere benzemez... Bir tür buzul çağıdır ve bazen aylarca bitmez... İç soğuması organlarınızı değil, ruhunuzu dondurur. İnsanı o en kaçtığı, her saklandığında sobelendiği sorulardan birine maruz bırakır.
 
Neden sevmek bu kadar zordur? Neden insanlar bizi sevmek için koşullar öne sürerler?
Daha başarılı olsaydım...
Kime göre?
Daha güzel olsaydım...
Kime göre?
Keşke şunu değil bunu okusaydım...
Kime göre?
Daha tatlı dilli olsaydım...
 
Sevmek koşullu bir eylem değildir. Bir kez sevdik diye ömür boyu sadık kalınacak akit de değildir. Her daim aynı hızda sürülecek bir otomobil dersen, hiç değildir.
 
Sevmek bütün bunlardan bağımsız, bizim bizzat yarattığımız ve ancak bizim sürdürebileceğimiz bir mucizedir.
 
Dükkandan aldığın iki bin dolarlık köpeği sevmek, olsa olsa güzeli sevmektir. Köpek hastalandığında, uyuz veya yatalak olduğunda da onu sevecek misin?
 
Senin seçimlerini yaşamadığım için benden vazgeçmek istiyorsan, olur. Ama sırf yolumu beğenmediğin için her canın istediğinde beni hırpalayabileceğini zannediyorsan yanılıyorsun...
 
Sevmek bence nasıl bir şey biliyor musun? Bak anlatayım.
 
Artık yaşamayacağını bildiğin bir hastayı ziyaret ettiğinde yüzüne acımak değil, gülümsemek ve şefkat yerleştirmek gibi...
 
Seni bir çuval altına değişen insanın, çocukluğuna merhamet edip, anlamak ve mutlu olmasını temenni etmek gibi..
 
Artık aynı gökyüzünü paylaşmadığın canının parçası insanları unutmamak gibi...
 
Bir zamanlar pek değer verdiğin dostunla on yılın ardından karşılaştığında "çok kırgınım sana" diyerek, sımsıkı sarılmak gibi....
 
Sevmek, değiştirmeye çalışmadan anlamak, olanı olduğu haliyle kucaklamak gibi...
 
Sevmek biri gitmek istediğinde, "hey nereye?" demek gibi...
 
Bir iç soğuması yaşadığım doğrudur. Bu soğumanın ıssızlaştırdığı ve bütün acı soğuklar gibi içimi yaktığı da doğrudur. Her gece kalbimi ellerime alıp, sıcak hava üflediğim, bağıra bağıra ağlamamak için ağzımı kapattığım ve kırgınlığın zirvesinde soluksuz kaldığım...
Bunların her biri gerçek....
 
Şimdi tek istediğim neden etrafımda bu denli sevgisiz ya da sevgisini ifade edemeyen insan olduğunu ve neden durmadan yolumun onlarla kesiştiğini anlayabilmek..
 
İç soğuması ruh donmasına götüren acımasız bir girdap. Artık çırpınmayacağım..
 
 
 
 
 

4 Kasım 2016 Cuma

BEHRENGİ...






 
Mehmet Sönmez'e.... Tanıdığım en güzel barış taraftarına.... İyi ki ölmüşsünüz....

 
Ahtapotun kollarını gördü, "vay be sarılmak ve sevgiyi paylaşmak için ne kadar şanslı!" dedi. Yıllardır yüzdüğü derenin sonuna vardığında ,kendisini bekleyen köpek balıkları balinalar ve daha pek çok tehlikeden habersizdi. Sadece suyun ısısının dereden farklı olduğunu hissetti.
Okyanus soğuktu.
 
Geri dönmek için geç kaldığını anlayınca  devam etti yoluna... Yıldızlar yağmaktaydı gökyüzünden... Balıklar ölmekteydi suları iyice ısınan derede....
 
Küçük Kırmızı Balık ne dereye sığabilmiştir ne de okyanusa...
 
Keşke Behrengi yaşasaydı ve deseydi ki Küçük Kara Balık ölmedi, Küçük Kırmızı Balık'la birlikte sıcak bir ülkeye taşınıp sonsuza kadar mutlu yaşadılar. Keşke...
 
 

3 Kasım 2016 Perşembe

YOGA NIDRA VOL.II

 
 
Kadim bilgi içinde keşifler yapmak ve her farkındalığın ardından, "ben bunu nasıl koruyacağım şimdi?" diyerek endişeye kapılmak bana sorsanız tipik şehirli insan davranışı derim.
Mesela annem tam olarak böyle davranır; daha evi temizlerken kirlenmesinden endişelenir.... Adı lazım olmayan bir dostum ise çuvalla para kazanırken, ya işler kötü giderse senaryosunu çıkartıp çıkartıp okur....
 
Ben.... Ben de o topluluğun bir üyesiyim ama bir farkla; olan bitende bir terslik olduğunu hisseden, çıkışı bulamadığı için öfkeden köpüren üyesi...
 
Önümüzde her daim kapılar var. Sağımız solumuz okumadığımız mesajlarla dolu. Hayat yüz kere, bin kere ihtiyaçlarımızı karşılarken biz neden göremiyoruz? Bizi duymaktan alıkoyan kim?
Acaba insan kurban psikolojisi içindeki konforunu bırakmaktan mı çekinir? Zira bildik bir yolda sızlanmak, hele ki dinleyiciniz varsa, bilinmedik patikalarda ter dökmekten konforludur....
 
Yoga herkese göre değil diyor hocam, haklı. Herkes deneyebilir ve faydalanabilir. Ancak her basamağına ereceksin ve orada oluşunu anlamlandırabileceksin diye bir kural yok.
 
Bu yol maceralı mıdır?
Evet.
Bildik iç ve dış tarihle örtüşür mü?
Evet!
Acı verir mi?
Evet...
 
Yine de her öğrendiğimle kanatlarıma bir tüy daha eklendiğini hissetmek ve bu hayatta olamasa bile birgün belki onlarca hayat sonra, tüyler tastamam olduğunda hepsini yolup uçabileceğime inanmak tüm bunlara değer..
 
Şimdilerde favorim YOGA NİDRA. Her uygulamada nasıl da işe yaradığını deneyimliyorum. İnsanların paylaşımları bana bir kez daha çemberin gücünü hatırlatıyor. Işığın, şefkatin iyileştirici varlığı... Dayanışmanın ve "seni anlıyorum" bakışının eşsiz sıcaklığı...
 
Zor hayatlarımızda sıkışıp soluksuz kalan ruha açılan bir pencere... hayatın içinde acı ve tatlı anlara yolculuk şansı... kendimize sormaya cesaret edemediğimiz soruların cevabı... Veda şansı... Hoş geldin müziği... İç savaşlara ateşkes..
 
Bütün bu deneyimler için tek ihtiyaç gevşemek. Gevşemeyi öğrenmek ve sonunda ustamın dediği gibi gevşemenin kendisi olmak!
 
 
 
 
Yoga Nidra... Bana sorarsanız sınırlı deneyimimle cevaplıyorum: içeriye doğru ve aynı anda dışarıya doğru açılabilen yumuşacık bir kapı...

2 Kasım 2016 Çarşamba

KARABAŞ OTU AĞACIM

 
 
 
Rüyamda gördüğüm ağaç içimi hüzünlendirdi. Tıpkı yıllar önce ashramda deneyimlediğim orman meditasyonundaki gibi... Yalnız, yapayalnız hissettim. Derinlerde bir yerde, kendime bile söylemediğim kadar yalnız.. Köksüz. Tek başına olmaktan bütünüyle farklı.
 
Korku, endişe ve ben sandığım onlarca kalıp tarafından ele geçirilen zihnim çok bulanıktı bu sabah. Bir kez daha zor tuttum kendimi bitse de gitsek dememek için.... Artık, sürse de öğrensem diyorum... Öğrensem ve geçse. Yaralansam, acısa ve iyileşsem, geçse, bitse...
 
Ağaçlar beni hep etkilemiştir. İçimdeki kocaman boşluğun bir gün dev bir ağaçla kaplanacağına, tam kalbimden koskocaman bir ağaç kökleneceğine inanıyorum.
 
Rüyamdaki ağaç imkansızdı; çam gibi, ama çiçekleri karabaş otu! Kökleri yoktu, onu dikmeye çalıştım.... Kazdığımda yoprak çamurlaştı, bir evin alt katına ulaştığımı gördüm. Köksüz olan ağacım için uygun yer orası değildi. Sallanıyordu... Destek gerekliydi. Bahçeye baktım, oraya dikmeye karar verdim. Sonra uyandım. Uyumamış gibi, uyanmıyor gibi uyandım...
 
Bana ne dedin ağaç? Bana ne söyledin sen?