Oradayım. Ne geçmişte ne de gelecekte. Geçmişten gelen kareler var gözümün önünde ve onları kovmak için artık uğraşmıyorum. Fark ediyorum ki, ben kovmak için uğraşmayınca, onlar zaten yavaşça çekiliyorlar yolumdan. Yol devam ediyor. İstikamet Çinili Karakol:)
Vay be, bu ne güzel şey. Alacakaranlıkta kaybolduk! Bu mahallede neler oluyor? Şu fındık güleriyle kaplı ev, karakol binasında nöbet tutan güleryüzlü genç polis, biri beton, diğeri ahşap iki tılsımlı ev. Her şey gerçeküstü.
Selamsız'a, selamın aleyküm dedik ve o kadar içten bir aleyküm selam aldık ki gönlümüz hoş oldu.
Bakkala girdik, gazoz ısmarladım Sir'e. İki tane Çamlıca gazoz aldık. Kapaklarda: ŞANS BU KAPAKTA! yazıyordu. Doğruydu da; bir tekrar dene, bir adet de çokoprens kazandık! %50 umut vardı, hayattaydık:) Kahvehanede yapılan düğün, halay çeken insanlar, ılık bir yaz akşamı kokusu ve Çamlıca gazoz. Alüminyum kaplı fakirhanelerin arasında atılan adımlar... Sana geliyoruz Nurbanu Sultan!
( Bir dakika, orada sokağın sonunda bir şey var. Aaaa koskocaman bir kilise. Duvarlarında Dali, Leonardo ve daha pek çok ünlü ressamın tabloları asılmış dar, sevimli bir sokak. Tanrım bu ne ya? Koskocaman bir sanat galerisi* ve kilisenin işbirliğiyle sürpriz bir sokak oluşmuş Üsküdar'da. Mektep Sokak, yolunuzun düşebileceği bir yerde değil, ancak elinizde adresle veya bizim gibi kaybolarak ulaşabileceğiniz bir hediye. Ermeni nüfusun henüz terk etmediği, okuluyla, kilisesiyle İNADINA yaşayan, gizli saklı sessiz ve çarpıcı birşey! Birşey dedim zira, kilisenin bahçe kapısı açılıp içeri girdiğimde ard arda dönen anahtarlar ve ardı sıra açılan kapılardan yüzüme çarpan enerji öyle bir kucakladı ki, Tanrı kesinlikle oradaydı. İnanmayanlar için bu cümleyi şöyle de yazabilirim: Tanrıya inananların yarattıkları enerji, saf sevgi ile iyice çırpılmış ve şimdi kapıdan giren bizlerin üzerine yavaşça dökülüyordu.
Sir de, ben de bizi misafir eden kilise sorumlusuna teşekkür edip, bir Pazar ayininde buluşmak sözüyle oradan ayrılırken, hala konuşamıyorduk. Salakça ve koskocaman bir gülümseme vardı suratlarımızda; salakça ve koskocaman! )
Şimdi Osmanlı'nın izini sürmeye devam. Çinili Karakol'dan Çinili Camii ve Çinili Hamam'a gidiyoruz. Yol, iz bilmeden, sora kaybola, gazoz içerek yürüyoruz.
İşte camii. Çinili Camii'nin eşiğinde son yudumunu içiyorum Çamlıca gazozumun. İçeriden inanılmaz bir Kuran sesi geliyor. Sir, son cemaat yerinden de geçip kapıya kadar gidiyor. Bu gezegene ışınlanmış uzaylılar ya da periler diyarına gizlice sızmış çocuklar gibi gülüşüyoruz. Bize ait olmadığını düşündüğümüz, o güne dek kendimize içinde yer bulamadığımız bir resmin içindeyiz. Sanki aslında hep oraya yaşamışım gibi hissediyorum. Kuran sesinin bu kadar davetkar olmasına hayret ederek, bunu algılayacak hale gelmiş olduğum için şükrediyorum.
Hamamı gösteriyorum Sir'e. Bu hamamda yıkanmaktan ne kadar hoşlandığımı, soyunma odalarını, kurnalarını anlatıyorum. Göbek taşına gelene kadar her tarafımı, sanki bende olan öbür kadınlarda yokmuşcasına nasıl sakınıp, sonra da köpüklere teslim olurken bütün dünya baksa umursamadan nasıl soyunabildiğimi anlatıyorum. Anlatırken de gülüyorum ve hala o güne şaşırıyorum. Daha sık hamama gitmediğim için hayıflanıyorum.
Çinili Camii ve hamam ardımızda kalırken, bir kez daha kayboluyoruz Üsküdar'ın karanlık sokaklarında. Karanlık dediysem aklınıza zifiri karanlık gelmesin sakın, evlerden ve henüz kapanmamış dükkanlardan sızan sarı ışık, akşam yemeğini yemiş ve komşusuna ev gezmesine giden aileler, sokaklarda çekirdek çitleyenler hala buradalar. Güvendeler. Korunuyorlar. Seviyor ve seviliyorlar.
( Kendi mahallemi, o "elit" insanları ve "elit" hayatları düşünüyorum da, biri bize akşam çayına gelmeyeli asırlar olmuş... Evde yemeğimiz olmasa kapısını çalacak kimsemiz yok... Vay be, kim zengin kim fakir acaba şu hayatta Elvan Hanımcım? )
Valide Atik Külliyesi'nin duvarı buralarda olmalı diye düşünürken - çünkü Çinili Hamam'a ilk gelişimde restorasyon vardı ve yıkanamadan sokaklarda turlamıştık Macar kızlarla:) - daha da ilginç bir sokağa giriyoruz ve dar, loş bir merdiven bilin bakalım bizi nereye taşıyor? Valide Atik Camii'nin avlusundayız!
Avluda dev çınar ağaçları, şadırvan ve pek çok dini mekanda yakalayamadığımız tanımsız bir huzur var. Koskocaman, saran sarmalayan, ısıtan, sakinleştiren ve kollayan biri var burada. Kesinlilkle var.
Ayakkabılarımızı çıkartıp usulca içeri giriyoruz. Namaz kılanlar ve mihraba yakın yerlerde rahlelerini açıp Kuran okuyanlar var. Ak sakalllı, nur yüzlü dedeler demek gerçekten varmış... Az sonra biri yanıma gelip, kalbimi sarsacak bir laf ederse hiç şaşmayacağım. O kadar hazırım ve o kadar hazırlıksızım ki aslında.
Sol tarafımda Sir, sağ tarafımda tiktaklarıyla dakikaları kafama kafama zımbalayan bir duvar saati var. İki camii, iki saat, iki derin sessizlik. Üçüncü camii neredesin?
Zamanın önünde engel değilim artık, zaman da benim önümde engel değil. Anladım.
Girdiğimiz gibi sessizce çıkyoruz camiiden. Avludaki çay ocağına ilişiyoruz gülümseyerek. Amcalar turist sanıyorlar bizi evvela, sohbet edince de seviniyorlar Türk olduğumuza. Az önce de İtalyanlar varmış burada, onu anlatıyorlar.
Nurbanu Sultan'ın camiisinde, yolu Venedik'den İstanbul'a kadar uzanan bu güçlü kadının ve elbette Sinan'ın nefesinde dinleniyoruz. Artık 16. yüzyıldayız. ( Bu yüzyılda sen yoksun. Seni yanımda getirmedim, bu avluda dinlenirken seni artık taşımak istemediğimi açıkca farkettim...Yoruldum.)
Çınar ağaçlarının gövdesine, kımıltısız duran yapraklarına, gecenin hafifliğine teslim olduk bile. Hem de hiç farkına varmadan, olmaya çalışmadan... Bu avludakileri bilmiyorum kaç yaşındalar ama külliyenin avlusunda 16.yüzyıldan bir çınar olduğunu biliyorum. Siz hiç dörtyüz yaşında bir ağaca sarıldınız mı? Ölmeden evvel yapılması gereken yüz şeyden biri bu bence.
Çınardan el almak lafını duydunuz mu peki? Sahi ya, nereden duyacaksınız ki, şimdilerde herkes google'dan el alıyor!
Sir, "bir yaz gecesi rüyası" diyor. Evet kesinlikle bu bir rüya. Biz ikimiz, aynı anda ve gözümüz açık rüya görüyoruz! Bakır cezvede kahve, billur gibi su, gönülden bir sohbet. Kahvem kaç yaşında bilmem fakat kahvemi pişiren el "seksen yaşındayım" diyor. Bacak bacak üstüne atamıyorum saygımdan... O, her masaya yaklaştığında sol bacağım kendiliğinden düşüyor sağ bacağımın yanına.
Bu avluda bütün bir ömrü geçirebilirim gibi geliyor. Tam ve kesin sessizlik, tam ve kusursuz bütünlük var her santimetrekarede. Hocamı bu avluya getirmeye ve bu yıl doğumgünümü burada kutlamaya karar veriyorum. 11 Temmuz'da 37.yaşıma girerken Nurbanu'ya, çınarlara, Sinan'ın aşkla şekillenen eserlerinden birine ve huzura yakın durmak istiyorum.
Yaprakların sesini duymaya az kalmış olsun diye dua ediyorum içimden. Gözüm çınarın yapraklarında. ( günlerdir salonun balkon penceresinden rüzgarda çırpınan yapraklara bakıyorum, bu görüntü yani rüzgarı görmek ve duyamamak beni hüzünlendiriyor. Daha kimbilir neleri duymadan yaşıyorum diye üzülüyorum... ) Etraftaki masalardan kulağıma fısıltı halinde gelen sohbetlerden uzak, içime yakın öylece oturuyorum. Limon veriyor kahveci amca, içiyorum. Bu kadar mı güzel olur limonatanın tadı, şaşkınlıklarımın ardı arkası kesilmiyor bugün. Minnetle bakıyorum Sir'e; düşünüyorum, O beni nereye taşıyan bir köprü acaba?
Kerubim müthiş bir proje olabilir. Bütün dünya bu şehri bizim sayemizde tanıyabilir. On yıl sonra büyük birer efsane hatta kahraman bile olabiliriz. Ya da Kerubim benim içsel yolculuklarımın anahtarıdır sadece. Bunun gerçekten hiç önemi yok. Bu bir yol, ben de yolcu. Geri kalan her şey anlamsız. Geçmiş yok, gelecek henüz gelmedi.
Artık dua etmenin anlamını, teslimiyeti, aşkı anlıyorum. Hani idrak yollarım tıkalıydı ya, hocam, dedem, Konya, Adnan kardeşimin hediyesi Mesnevi'm, aylardır durmadan gezdiğim ibadethaneler, yüzlerce ikon, onlarca çınar, içinden geçtiğim zamanlar ve hayatlar porçöz etkisi yaptı bende. Kalp damarlarımdaki tıkanıklık yerini ılık ılık akan bir kana bırakıyor. Hayat içimde akıyor. Vücudum iltihabını atıyor. Bu şehrin her mahallesi ecza dolabının kapağında unutulmuş bir pomat gibi!