16 Mayıs 2010 Pazar

SELAMSIZ HAYAT VOL I: UÇAN HALI YAĞCIBEDİR


Kerubim projesi başladığından beri durup durup rahatsızlandığım, bu değildi aklımdaki diyerek mızıldandığım anlar çok oldu. Yorulduğum, dinlenmem lazım diye feryat ettiğim, hatta hızımı alamayıp etrafımdakilere verip veriştirdiğim de oldu. Ama değdi, değiyor. Çünkü yoldan vazgeçmeyince yol da senden vazgeçmiyor.


Dün, Selamsız'da gezerken, camiinin avlusunda nutkum tutulmuş bir halde limon içerken, bu yol için teşekkür ettim. Hatta yatağa yattığımda da yüksek sesle "teşekkür ederim, teşekkür ederim, teşekkür ederim" dedim. KALPTEN SÖYLEDİM.


Oysa hafta ne zor başlamıştı...


Cumartesi sabahı Dubai'deki prensimin annesiyle kahve randevum vardı. Kahveden sonra da ashramdaki toplantıya gittim. Ne toplantıydı... Sanki hocam gönlümden geçenleri okumuşcasına kısacık, bıçak gibi kelimelerle anlattı derdini. Derdimiz hep onun derdi olmuştu ve şimdi soruyordu: aslında derdimiz aynı mıydı? Onun derdi de bizim derdimiz miydi? Toplantı üç hafta sonra bu soruya vereceğimiz cevapları da cebimize koyup gelmemiz kararıyla sona erdi. Gerisi mi? Zuhurat!


Sonra Sir geldi; o gün için Üsküdar'a gidip keşif gezisi yapar mıyız acaba diye konuşmuştuk. Sir'e doğumgününde hediye edilen bir kitapta güzel rotalar vardı ve bize ilham verebilirdi. Verdi de!


Arabayı otoparka bıraktık ve Kanaat Lokantası'nın yolunu tuttuk. Sir'in en sevdiği garson bizi karşıladı. Gerçekten de o kadar güler yüzlü bir adam ki, yemeği bırakıp onunla sohbet etmek istiyor insan.


Grip yüzünden ağzımın tadı tuzu yoktu ama Kanaat'a kadar gidip su içecek değildim. Bir lokantada her şey lezzetli olabilir mi diye soruyorsanız, cevabım evet! Bu adamlar bütün yemeklere ya büyü yapıyorlar, ya da kilo kilo şeker boca ediyorlar! İnsan doyduğuna üzülür mü hiç? Kanaat ise doyduğu yer, üzülür!


Çıkışta Mihrimah Sultan Camii'ne gittik. Bu camii benim için özeldir. Hikayesini duyduğumdan beri ona bakışım, revaklarının altında dolaşırken kalbimden geçenler bambaşka olmuştur. Şimdi ekinoks zamanını bekliyoruz. Neden mi? Büyük bir mimarın, ay ile güneşin bile kavuşabildiği saatler varken iki insanın kavuşamayışını sanatına nasıl işlediği görmek için.


Gerçek aşk hikayeleri daima umut verir, sizin kalbiniz bomboşsa da birilerininkini dolduranlar vardır ve bu bile yaşama bağlar insanı. Çünkü saniye saniye her şey değişir... Dün canınız zannettiğiniz hiçkimse olmuştur. Ve şu an adını bile bilmediğiniz bir adam/kadın adım adım yaklaşmaktadır. Kimbilir?


Üsküdar'da kaybolmak nicedir istediğim bir şey idi. Kısmet 15 Mayıs akşamınaymış... Yemeğin ve camiinin büyüsünden kurtulamadan Özbekler Tekkesi yokuşunda bulduk kendimizi. Kulağımda Halide Edip Adıvar'ın hikayesi ( Sir elindeki kitaptan okumaya devam ediyor ) Bülbüldere'ye doğru iniyoruz... On yıl sonra yeniden bu mezarlığın kapısına ama bu kez iş için geliyorum. Ferit dede içeride, kapılar kapanmış... Oysa başucuna gidip af dilemek isterdim... Verdiğim sözleri tutamadığım için, onu bayramlarda ziyaret etmediğim için...


Bülbüldere Mezarlığı ve o mezarlıkla ilgili neler anlatabileceğim konusunda kafamızda azıcık hesap kitap yaptıktan sonra devam ediyoruz. İşte rüya şimdi başlıyor...


Burası bir yokuş. Denize paralel bir sokaktan yavaş yavaş tırmanıyoruz. Kokular değişmeye başladı. Renkler dönüyor. Terliyorum. Saat 18.30, neredeyse dokuz saattir sokaktayım. Fakat merak en temel dürtü, artık yoruldum diyemem!


Yokuşu tırmanırken her köşede bir sürpriz beklemiyorduk aslında ama vardı, işte: Yağcıbedir! Yolun kenarındaki kaldırıma küçücük bir yağcıbedir serilmiş. Üzerinde patlamış mısır artıklarıyla gülümsüyor. O kadar özlediğim, o kadar tanıdığım ve o kadar ihmal ettiğim bir sahne... Oturuveriyorum halıya, sanki benimmiş gibi. Bacak bacak üstüne atıp, mahallenin atmosferine karışıyorum. Ben mahallenin atmosferine sızarken, mahallenin atmosferinden de birşeyler hatıralarıma sızıyor... İçim ılık ılık. Sir, o çok sevdiği yağcıbedire oturamıyor. O başka bir alemde. ASLINDA BİZ O DAKİKADAN İTİBAREN KOLUMUZDAKİ SAATLERİ, OTOPARKTAKİ ARABAYI, ÖNCEYİ VE SONRAYI BIRAKIP, GÖRÜNMEZ BİR DUVARDAN BAŞKA BİR DÜNYAYA GEÇİŞ YAPIYORUZ. ZAMAN YOK, UMUTSUZLUK YOK. SADECE KEŞFETMENİN HAZZI VE YALINLIĞIN UNUTTUĞUMUZ TADI VAR. TAM VE BÜTÜN OLARAK ORADAYIM. ORADAYIZ.


Yağcıbedirin sahibeleri geliyor tıngır mıngır. İki küçük hanfendü:) halıya izinsiz oturduğum için özür dileyerek, izin istiyorum. Olur diyorlar. İsimlerini soruyorum. Biri itiraz ediyor "herkese isim söylenmez!". Neyse ki sonra yumuşuyor. İki çift laf edip, tekrar buluşmak üzere ayrılıyoruz. Bir sonraki gelişimde yanımda oyuncaklarım ve bisküvi olacak diye söz vererek ayrılıyorum yanlarından. Bu halıda oturmaktan çok hoşlanacak küçük bir kızı da getireceğimi söyleyemiyorum... Ne kadar çok olmuş yol kenarında serili bir halı üzerine oturmayalı, bir bilseniz öyle çok ihtiyacım vardı ki diyemiyorum... Ne kadar iyi geliyor bu bana. Hayretler içindeyim.


Bu sokakta dantel perdeli, boyası dökülmüş yoksul hayatlar var. Ama paradan yoksul, sevgiden yoksun olmadıkları çok açık! Havada çamaşır, çedirdek, arkadaşlık, akşamüzeri gezmeleri, kapı önü çay molaları, bir tencere yemeği bölüşmenin kokusu dolaşıyor. Burun deliklerimizden içeri giren şeyin adı sevgi. Gözlerimizdeki bakışın adı hayranlık. Kulaklarımızdaki sessizliğin adı huzur.


Adım adım Selamsız'dayız. Selamsız adım adım bizde!


Hiç yorum yok: