10 Mayıs 2010 Pazartesi

EDİRNE

16 Mayıs 2010 Pazar günü yapılacağını umduğumuz - onbeş kişinin altında kalırsak yapmamaya karar verdiğimiz - Edirne Gezisi'nde ne umuyorsunuz bilmem, ben sadece Edirne'yi neden bu kadar sevdiğimi ve orada ne bulduğumu anlatabilirim. Bulduğu"M"u diyorum, zira eminim ki, Sir ve bizimle daha evvel bu geziyi yapan herkes başka başka şeyler buldular...

Edirne'ye ilk gidişim Verda'nın ( Verda Ferah: Arp ve Korno sanatçısıdır ) sayesinde olmuştu. O zaman üniversitede ders veriyordu Verda ve bana durmadan göçmen, çingene diye küçümsenen ailelerin çocuklarıyla ilgili akıl almaz hikayeler anlatıyordu. Nihayet Mart ayının sonu gibi, serin bir sabah yola döküldük. Semra teyze de ( Verda'nın annesi ) bizimleydi. Ben, o ana dek Verda'nın dedesinin Edirneli olduğunu bilmiyordum...

Bizi Verda'nın teyzesi ve eniştesi karşıladılar. Onlar Edirne'de yaşıyorlardı ve o gece evlerinde misafir olacaktık. O gün üniversitede tenleri kapkara, gözleri ışıl ışıl çocuklarla, altın sarısı saçları, nehir rengi gözleri olan çocukları bir sınıfta toplaşmış ve Verda'ya hayran hayran bakarken izlerken, arkadaşımın neden bu kadar heyecanlandığını anladım. Bu çocuklar inanılmazdı. Yetenek kelimesi gördüklerimi anlatmaya yetmez. Onları kaç saat dinledim bilmiyorum ama klarnet denilen alete karşı ilk kez o gün ilgi duyduğum kesin.

Verda ile Edirne gezisi Selimiye'nin arka sokaklarında, bahçe içinde, kendi haline bırakılmış bir evi ziyaretle devam etti. Ev belki otuz yıldır yalnızdı. İçeride eşyalar, kıyafetler, kap kacak... her şey tozu alınıp yaşamaya devam edilebilecek şekilde bırakılmıştı. Bu ev Verda'nın anneannesi ve dedesine aitti. Verda'nın anneannesi ve dedesi II. Dünya Savaşı sırasında Almanya'da tanışmışlar. Anneanne dansçıymış. Dedesi ise yanlış hatırlamıyorsan okumak için gitmiş Almanya'ya. Her neyse işte, aşık olmuşlar. Evlenmişler ve işin en büyüleyici tarafı anneanne sular seller gibi Türkçe öğrenirken, dede de onunla dans etmeye başlamış! Ama tam bir profesyonel gibi. Evde ikisini dans ederken görüntüleyen bir fotoğraf vardı ki hala her santimetrekaresi gözümün önünde; dede anneanneyi iki eliyle havaya kaldırmış ve birbirlerinin gözlerinin içine bakarak gülümsüyorlar. Anneanne dedenin elleri üzerinde bir bulut gibi! Dede ise iki eli üzerinde bir kadını değil de havayı kavrar gibi! Bundan daha güzel bir aşk fotoğrafı hala görmedim.

Aşk hafif olmalı, varlığı bir bulut kadar yumuşak ve hava kadar sarıp sarmalayıcı olmalı. Boğmamalı. Kucaklamalı. O fotoğraf böyleydi...
Edirne'deki ilk gecemde aşktan, sanattan, müzikten, Mimar Sinan'dan bahsederek bir şişe rakıyı devirdik enişteyle. Masadaki harika peynir ve ciğerin tadı hala damağımda.
Bir sonraki Edirne gezim; çarşıda turlamak, üç beş sabun almak ve bir porsiyon Edirne ciğeri yiyerek geçti. Cenk kardeşle iş için gitmiştik o zaman. Yine de sabunların kokusu, Selimiye'nin kubbesi, kısacası orada nefes almak çok iyi gelmişti.

Üçüncü ziyaretim ise Sir, Gökhan, Burhan ve Muse ile oldu. Aralık ayıydı. Keşif gezisi yapmak için yollara dökülmüştük. Edirne'ye altından bir fon olmuştu çınar ağaçları. Yaprakları içime doldurmak, üzerlerinde yatmak, sonbahara ve Edirne'ye hapsolmak istedim! Çok az zamanda başarmışımdır anda olmayı, o gün sadece ve sadece Edirne'deydim!
Kale içinde dolaşmak, ayakkabıcıların ard arda dizildiği aralıktan geçerken hayretle dükkanlara bakmak, badem ezmesi ve mis gibi kokan sabunların kokusunu izleyerek arastalarda kaybolmak en zevkli Edirne oyunlarından benim için.
Selimiye güzeldir, güzel, buna asla itirazım yok. Kimsenin de olamaz ama bir Eski Camii varki, benim gibi dinsizi bile secdeye getirecek kadar büyüleyici. Nasıl Küçük Ayasofya'ya gidince çocuklar gibi yuvarlanmak ve dans etmek geliyorsa içimden, ne zaman Eski ( Ulu ) Camii'nin kapısından içeri girsem, çifte vav altına oturup saatlerce duvarlardaki hatları seyretmek istiyorum. Sir bu güzel yazıyı selamlamadan asla çıkmıyor camiiden.

Meriç Nehri'nin üzerinde gün batarken, güneşin sulara bıraktığı renkleri çantama doldurmak, Adalet Kulesi'nin pencerelerinden birine tırmanıp sonsuza kadar orada yaşamak istiyorum. Her Edirne gezimizde bir başka güzellik keşfetmekten adeta sarhoş oluyorum. Ama ahdım olsun ki bir daha gittiğimizde Tahtakale Hamamı'nda - ki şimdilerde burası bir meyhane - sarhoş olmadan, Rüstem Paşa Kervansarayı'nda Türk Kahvesi içmeden dönmeyeceğim.

Hem üç gün önceden diyete başlayacağım ki sadece karnım değil, gözüm doyana kadar ciğer yiyebileyim!

Unutmadan, Edirne'de en çok sevdiğim şeylerden biri şoparlar. Sir bu kelime için bana yine kızacak ama ben şopar derken hayatın anlamını sonuna kadar kavramış, müziğin, eğlencenin, acının, açlığın ve hatta bitlenmenin ve hastalığın dibine vurmuşların gönlümdeki tahtından bahsediyorum. Benim gibi ödlek olmayan, gerçekten kanıyla canıyla hayatta, ruhu meydanlarda insanlardan bahsediyorum. Edirne onların kalesi. Yalnızca sultanların, kralların değil, çingene diye elinizi sürmeye tiksindiğiniz insanların kalesi!

Artık içinden tren geçmeyen hüzünlü garıyla, Karaağaç semtindeki kavaklarıyla, Tavuk Ormanı'nın ıssızlığıyla masalını anlatmaya devam eden bir şehir burası... İddia ediyorum Muradiye Camii avlusundaki mezarlıkta soluklanmadan, sarayiçine egemen olan bu muhteşem tepede bir zamanlar Allah diyerek sema eden dervişlerin ruhlarına dua etmeden ve şehrin rüzgarında uçurtma uçurmadan dönerseniz, Samed'le tanışmazsanız eksik olur... Daha ne yazmalı bilmem, hala merak etmiyorsanız benden pes!

16 Mayıs Pazar günü yapılacak Edirne Gezisi için http://www.kerubimstorytellers.com/ adresinden ya da facebook sayfamıza üye olarak bilgi alabilirsiniz.

Hiç yorum yok: