Dün güne depresif başlamıştım. İlerleyen saatlerde yavaş yavaş keyfim yerine geldi. Sonra akşama doğru yine canım sıkıldı. Şöyle durup bakınca, "aslında ne kadar zorlanıyorum kendimi idare etmekte bi duramadım merkezimde!" diye düşündüm. Gerek dış etkenler, gerek içimde çalkalanan deniz, kısacık bir an bile soluklanmaya izin vermiyordu. Hızlıca ama telaş etmeden fabrika ayarlarıma dönmeliydim.
Herkesin kronik yorgunlukları, uykusuzlukları artıyor. Kime sorsam kas ağrısı var, yemek de yapmak istemiyor, falan da filan. Şöyle bir etrafıma baktığımda pek çok arkadaşımın süreci yönetmekte zorlandığına, içinde bulunduğumuz belirsizlik karşısında zaman zaman yükselen kaygı ve öfke nöbetlerine yenildiklerine tanıklık ediyorum. Eski öğrencilerimden tuhaf mesajlar geliyor. Mesela dün akşam bir tanesi zor bir süreçten geçtiğini, evlilik danışmanına gittiklerini, okuduğu her şeyde meditasyon tavsiye edildiğini ama buna bütçesi kalmadığını ve meditasyon yapmak için kitap tavsiye etmemi rica etmiş!
Keşke böyle bir tavsiye mümkün olsa, olabilse, ama yok, vallahi de billahi de yok. Kaldı ki meditasyon yapılabilir, öğretilebilir bir şey değil. Elbette öğretinin varlığın özünü fark edişine yönelik pratikleri var ama hepsi bu! Gerisi tamamen uygulayıcının ısrarı ve samimiyetiyle ilgili. Bu uğurda ne kadar hevesli olduğu o kadar belirleyici ki..
Pratik önerebilirim. Pratiklerin Türkçeleştirilmiş anlatımlarını içeren kitaplar da söylerim ama gerisi tamamen usta çırak ilişkisi gerektirir. Ve tabii devamında da ısrarla söylediğim gibi bol pratik, beklentisizlik ve samimiyet.
Bu sabah dün seyrettiğim dizinin de etkisiyle "yaşam hakkı" nedir sorusuyla uyandım. Cevabın bir blog yazısını fazlasıyla aştığının farkındayım. Ama öğrencimin sorusuyla o kadar ilintili ki, biraz yazarak düşünmek ve aklıma gelenleri paylaşmak istiyorum.
Meditasyon öğretmemi isteyen öğrenciye her zaman ilk önerim kendini izlemesi olur. Kaldı ki ustam da bana aynısını yapmıştı, o kadar zorlanmıştım ki, offf. Öğrenmeye niyet eden kişi uykudan uyandığı, gözlerini açtığı an itibariyle tüm duyularına kulak kesilmelidir. Sesler, kokular, kımıldayan beden, çarşafın dokusu, odanın ısısı.... Akla gelen ilk düşünce, ağızdan çıkan ilk kelime. İlk eylem, yatağın hangi tarafından kalkıyorsun? Terliklerini gözlerinle mi arıyorsun yoksa ayakların zeminde dolanıyor mu? Fark et! İlk işin ne? Banyoya mı gidiyorsun, mutfağa mı?
Tüm gün izle kendini. Hislerin, düşüncelerin, davranışların, Hatırlayışların.... Takip et. Bir dedektif gibi dikkatli ol. Soluğuna bak, yediğin yemeği kaç lokmada bitirdiğini not et. İçtiğin su miktarını yaz. Kafanın içindeki konuşmaları not et.
Bütün bunların arkasından, eğer sahiden izlediysen gerçek soruyu, idarenin kimde olduğu sorusunu sorabiliriz. Ve işte ancak o zaman kumandayı ele alma şansımız olur. Ancak bu aşamalardan sonra yüksek konsantrasyon ve devamında meditasyon konuşabiliriz. Daha önce olmaz.... Çok istesen bile oturamazsın ki...
Peki bütün bunların bu sabah zihnimi yalayıp geçen yaşam hakkı ile ne ilgisi var, nedir yaşam hakkı?
Benim en zorlandığım şey! Beni kentten soğutan şeydir! Yolun sağından yürümekten tutun da, "ay bi ekmek alıcaktım" diye arabayı kaldırıma bırakıp gitmeye, alış veriş sırasında ensenizde solunmasından, gece olmadık saatlerde elektrik süpürgesi çalıştırmaya kadar.... O kadar fazla ayrıntı var ki. Tokken yediğiniz yemek, on tane ayakkabınız varken aldığınız ayakkabı... Her seçiminizle, eğer uykudaysanız ve kendinize, gerçek ihtiyacınıza dair gözleriniz kapalıysa yaptığınız tam olarak bu: hep birlerinin yaşam hakkından çalıyorsunuz. Çalıyoruz... Sadece bunu görebilmek bile o kadar büyük bir fark yaratır ki inanamazsınız. Bırakın meditasyona oturmayı, şu ufacık farkındalıklarla bile çok şey değişir. Önce hayatlarımızda, daha sonraki aşamada gezegende.
Pek çok ezber davranışımız var. Ben mesela, moralim bozulunca beraberinde yeme bozukluğum da geliyor ve tok karnına ıvır zıvır gevelemeye başlıyorum. Birilerinin, yüzünü bile görmediğim insanların yaşam hakkına, besin paylaşım ağındaki hakkına tecavüz ediyorum. Dünya'nın bir köşesinde karnı guruldayarak uyuyan, belki de açlıktan son nefesini verenler varken, idarenin elimde olmayışına yenilip, otomatik bir sistemde kayboluyorum...
Siz neler yapıyorsunuz? Sözleriniz, davranışlarınız, seçimlerinizle öncelikle kendiniz ve yakın çevreniz olmak üzere kimlere ve nasıl haksızlıklarla aslında hiç istemediğiniz kadar zarar veriyorsunuz?
Duygusal şiddet... Yaşam hakkına tecavüzdür. Sevmediğiniz birini ısrarla hayatınızda tutup, fiziksel bakıp verip, şefkatinizi esirgemek, şiddettir.... Kelimelerimizi düşünmeden savurmak ve hiç gereği yokken kalp kırmak, huzur kaçırır ve yaşam hakkına müdahaledir.... Daha mı somut olsun, peki. Temizlik yapıyorum diye bolca çamaşır suyu kullanmak! Buzdolabında sebze meyve çürütmek. Manzaranızı bölüyor diye ağaç kesmek... Sabaha kadar yazabilirim. Ama konu benim yazmam değil, sizin kendinizi gözlemleyerek duygu, düşünce, söz ve nihayetinde eylemlerinize dair kontrolü ele geçirmeniz. Hayat sürücü koltuğuna oturamadığınız bir araç gibi otomatik pilotta mı sona ersin? Hı?
İstemez misiniz kendinizle tanışmak? İstemez misiniz şu güzelim gezegene ve onun kıymetli bir parçası olarak insan olma deneyimine yakışmak?
Meditasyon bir şuursuzluk hali, yaşamdan kopukluk, ot kafası vesaire vesaire değildir. Öyle mal gibi tembelce, amaçsızca durmaz meditasyona oturan insanlar. O kısacık durmalar öyle bir ivme kazandırır ki varlığa, ah, anlatılabilir bir şey değil ki... Durmak neyin içinde çırpındığımızı anlatır. Durmak anlamsız hareketlerimizi görmemizi sağlar. Durmak enerji kaybının nerelerde olduğunu işaret eder. Meditasyon değil kendinize dair, etrafınızdaki her varlığa, hatta gezegenin ayak basmadığınız topraklarındaki tüm yaşam belirtilerine şefkat ve saygıdır. Birlik, bütünlük, aidiyet getirir. Meditasyon tek kelime ile anlatılabilseydi yuvaya dönmektir, hakkımız olan yaşama kavuşmaktır derdim. Bilmem ki çok mu saçmaladım. İnşallah anlatabilmişimdir azıcık.
Belki Pazar günü yine yazarım:))
* Ne zaman bağdaş kurup otursam kucağıma gelmeye başladı Theodora. Baktı ki evden gideceğim yok, bari işe yarayayım diye düşündü zahir:)))