29 Nisan 2021 Perşembe

BİTMEYEN ÇARŞAMBA: İNANMAM!

 






Tanrı'nın bitmeyen Çarşambası'ndan birkaç kare daha. Eğer ne kadar yaşlandığınızı kabulden uzaksanız, hemen dörtte bir yaşınızda bir ufaklık bulup aynı kareye girin:))) Oldu di mi? Demiştim size, sonsuza kadar buralarda olmayacağız. Elbette bi yerlerde olacağız da, oralar buralar olmayabilir.... Neyse inanın veya inanmayın zaman geçiyor. Dilerim şu önümüzdeki on yedi gün zamanla, hayatla barışmamıza, anlamlı kılmamıza vesile olsun. Daha da sert mesajlara gerek kalmadan geçelim şuralardan.

Geçenlerde Tuna diyor ki, pandemi bitince önüne geleni öpecekmiş:))) Ben öpmem, zaten pek öpüşmeyi seven biri değilim ama sarılırım. Amma özledik birbirimizi di mi? Sevdiklerimizi kucaklamayı, birlikte mutfağa girmeyi... Ah ah, zaten kıymet bilirdik de, altın gibi yükseldi güzel anların değeri.



Bitmeyen Çarşamba'dan mis gibi Mine ve Park fotoğrafları. Her lale öbeği önünde alem yaptık. İlla bir tane kopartmak istedi. Olmaz dedim. Bi tanecik dedi. I ıh dedim. Herkes bir tane koparsa seyredecek lale kalmazdı di mi? Gidip çiçekçiden alalım dedim. İstemedi. Sonra bolca dokunarak sevdik çiçekleri. O zaman sakinleşti.

Çocuktur, nolcak bi tane koparsa demeyin sakın! O bir an tatmin olacak diye neden bir canlı ölsün? Olmaz. Şımarıklık bi yere kadar. Çiçek kopartmamakta anlaştık ama fıskıyeler söz konusu olunca saldım çocuğu, ne eğlendi ama!!!!




Huzurlarınızda son su bükücü. O donuna kadar ıslandı ben gülmekten çimenlere yapıştım:)) Ama o görüntüler hep video, buraya yükleyemedim. Mis gibi Çarşamba yapmış Tanrı gördünüz mü? Yoksa markette tuvalet kağıdı stoklayanlardan mıydınız?? İNANMAM!!




https://www.youtube.com/watch?v=5iuOS3WKIyo


Uzakta gördüğüm yüz benim mi
Birin arayan gözlerim mi
Yalvaran boş kalan ellerim mi
İnanmam olamaz inanmam
Bu yollar bu çıkmaz kaderim mi
Yanımda ağlayan ses benim mi
Şu giden yabancı sevgilim mi
İnanmam olamaz inanmam
Birden nasıl oldu değişti
Her şey bir başka renkti
Mavi toz pembe yemyeşildi
Gördüğüm rüya bu değildi
İçinden yıkılan eserim mi
Kendini kandıran sözlerim mi
Gelmesin son günüm bekledim mi
İnanmam olamaz inanmam
Birden nasıl oldu değişti
Her şey bir başka renkti
Mavi toz pembe yemyeşildi
Gördüğüm rüya bu

ÇARŞAMBA SABAH: GİT ONA BENDEN SELAM SÖYLE


https://www.youtube.com/watch?v=QvqfnfwEjaQ



 

Dün yazmalıydım, gerçekten çok da istedim ama hiç fırsatım olmadı... İki koca erguvan mevsiminde sadece iki kez boğaza gidebilmiş olmanın burukluğu ve bir o kadar da neşesi vardı içimde, of!!! Sanki buralardan gittiğimde hissedeceklerimin provası gibi oldu pandemi. Nerede olursam olayım İstanbul'u özleyeceğimi biliyorum. Dönüp dolaşıp geleceğim şehir de burası olacak, kesin. Ama gitmem gerektiğini de biliyorum. Sanki bende açık bir yara var ve bu şehirde kurtlanıyor.... Anılarımla, günden güne çirkinleşen şehir arasında acı çekiyorum.

Neyse, erguvanları gördüm! kahvemi içtim ve biricik eczacım ve arkadaşım Rabia ile de mis gibi sohbet ettik. Asıl bunun güzelliğini anlatmak istedim. Boğazdan gelen muhteşem serinlik! Tanrım! Daha güzel ne var? Nee?? Belki Bodrum kışı.



Gittikçe babaanneme benzeyen ifademi fotoğraflarda yakaladıkça geçen zamanı öyle derinden hissediyorum ki, galiba yaşlanmanın en ilginç tarafı bu; farkındalığı artıyor insanın. Ne yalan söyleyeyim, bedenimin değişen enerjisi zaman zaman düşündürse de, artık on kaplan gücünde olamasam da, içeride bir yerlerde çelik saraylar inşa oluyor sanki. Hayata karşı gardımı düşürdükçe, içimde çiçeklerle sarıp sarmalanmış çelik saraylar yükseliyor. Her şey hiç olmadığı kadar anlamlı, hiç hissetmediğim kadar derin.... Sevinci içimde hissediyorum, hücrelerim el ele tutuşup halay çekiyor sanki! İlk defa hayatın kıyısından değil, tam ortasında geçiyor gibiyim.




Bu fotoğraf beni epeyce düşündürdü. Denizin kıyısında ölümü beklemek. Bir balık için ne hazin... Söz verdim kendime, ben böyle yapmayacaktım. Kalan ömrümü şu akvaryumdaki balıklar gibi geçirmeyecektim. Her fırsatta akvaryumu anımsayıp tam gaz serin suyun keyfini çıkartacaktım. Yaşıyorsam, yaşayacaktım.




Ve ölmeden önce mutlaka istavrite çıkacaktım. Kıçtan takmalı motora atlayıp çekecektim boğazın kıyısına. Bi yandan çayımı içip, öte yandan peynir ekmek yiyerek balık tutacaktım. Boğazda üşümeden, akşam bir masa dolusu insanı doyuracak istavriti tutmadan kıyıya dönmeyecektim. Oh, şimdiden tavanın, rakının kokusu burnumda. Vallahi sevindim bak!




Dün sabah sadece iki saat boğazın kıyısındaydım. Belki o kadar bile değil. Yetti. İçim şenlendi, günün kalanını yaşayacak gücüm oldu. Çok şükür artık yaşamakta olduğum anın içinde kalabiliyorum. Ne geçmiş fırtınaların kavgası var içimde, ne de gelebilecek olanın kaygısı. Bildiğin yaşıyorum. Yarın ölsem üzülmem, çünkü yaşıyorum. Bu sayede ölümüm çok anlamlı olacak:))




A bide nefis bir şarkı çalıyordu arabada dönerken, çok hoşuma gitti. Nilüfer söylüyordu, "git ona benden selam söyle!" Herkese benden selam olsun, yolumun kesiştiği herkesin şu hissettiklerime yakın şeyler yaşamalarını çok isterim. Mümkün olsa paketler yollardım, :)




Bitmeyen Çarşamba yapmıştı Tanrı dün, doya doya yaşadım. Bin şükür, çok şükür. Ağacın güzelliği...


27 Nisan 2021 Salı

 




BU GECE BİR AN OLSUN KENDİNLE KAL, 

BİR AN

25 Nisan 2021 Pazar

BESLENMEK, BİRİNCİ BÖLÜM.


 


Mis gibi bir Nisan sabahı... Mis gibi? Evet mis gibi; çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği mahalledeyim, tüm hayatımı en az anılarım kadar yaşlı bir erguvan ağacının ardından izliyorum. Elimde olağanüstü lezzetli bir kahve, fonda kuş cıvıltıları ve çiseleyen yağmur sesinden başka bir tek iç sesim var, evet bu sabah mis gibi.

Biliyorum en sevdiklerimden Ingrid Özlem, Burhan Uygur, Feridun Karakaya hepsi Nisan da gittiler... Ama en sevdiklerimden Mübeccel Ebeoğlu bu ayda doğdu, erguvanlar bu ayda açıyor... Hep bir can alıp, bir can verdi hayat. Depresyona girmek veya depara kalkıp yenilenmek, eskiyi yeniden yorumlamak için nefis bir ay, biz seçiyoruz, ister doğmakta olana eşlik ediyoruz, istemezsek de eskiye yapışıyoruz.

Taşındığımdan beri bu mahalleye niçin döndüğümü sık sık düşündüm. Blog yazılarımda da paylaştıklarım oldu. Hiç tercihim değilken hayat beni buraya sürüklemişti. Diğer dairem arka bahçeye bakan, karanlık bir evdi. Londra kasvetinde oluşu başlarda mutlu ettiyse de sonra sonra zorlanmaya başlamış ama pandemi nedeniyle kımıldayacak gücü, cesareti ve tabii parayı bulamamıştım. Sonra bir kez daha büyük güçler devreye girdiler ve  benim basiretsizliğimi görüp, hızlı bir hamleyle aynı binanın başka bir dairesine, üstelik de fotoğrafta gördüğünüz gibi her iki eski evimi de görebildiğim, hayatımın neredeyse kırk yılını izleyebileceğim bir noktaya taşınmama sebep yarattılar.

Bazılarınız biliyor, yıllardır zihnini ve ruhunu beslemeye çalışan faninin biriyim ben. Durmaksızın beden-zihin ve ruh arasındaki iplikçikleri ve o iplikçiklerle bağlandığımız bütünün mucizesini anlatıp duruyorum. Dilim döndükçe anlatırken, öte yandan derinleşme çalışmalarımı da hiç bırakmıyorum. Şefkat, merhameti vicdan, disiplin... Okuyorum da okuyorum. Meditasyonlar, ayinler, dualar, ezoterik açılımlar, islam pelerini altındaki tarikatlar, felsefe... Ne ararsan ilgi alanımda! Dünya'ya boş işler için gelmişim anlayacağın.

Neyse, yıllar böyle geçip giderken zaman zaman uyanır gibi olsam da aslında hala derin bir uykuda olduğumu da seziyorum. Bu noktada tek yaptığım dönem dönem kendimi dövmek oluyor! Oluyordu. Ortaçağ filmlerindeki rahipler gibi hücreme çekilip kırbaçlıyorum kendimi. başlıyorum saydırmaya, sen şöylesin, sen böylesin, zaten tembelsin vesaire vesaire...

Pandemi boyunca İnci ile yaptığımız çalışmalar bana farklı bir bakış açıcı getirene, hissettiklerimi Theodora'nın gelişiyle tetiklenen süreçteki algılarımla eşleyene kadar bu döngüler böylece sürüp durdu. Ta ki bedenimin varlığı ne kadar inkar ettiğimi yaşam döngüsü ve Akar ailesi kadınları gözüme sokana kadar! 

İlaçlarını almayan bir deli olduğuma dair belgelenmiş değildim. Hayatımın hiçbir döneminde ruhsal bir rehabilitasyon sürecine de girmedim. Ama bu benim yara bere içinde olduğum ve sık sık kaybettiğim kan kaybına dayanamayıp yavaşladığım gerçeğini değiştirmez.. Ben hep başkalarının yaralarını sarmaya odaklanıp kendim zar zor nefes alarak yaşadım! Fedakarlıktan, farkındalıktan falan da değil, aslında içimi paramparça eden bir uçak kazası geçirmiştim sanki ve etraftakilerin toparlanmasına yardım ederken, bir bacağımın kopmuş, veya bir gözümün çıkmış olduğunun farkında değildim. Mesuliyet duygusu acılarımı donduruyordu. Bende canım yanmıyor zannediyordum. Zaman zaman da gözüm kopmuş bacağıma takılınca, yanımda olup bunu görmeyen her kimse canına okuyordum. Bir öfke patlaması ki, of!!! Bütün bunlar olaylara sağlıklı bir açıdan bakamayışımdan oldu, adı konulmamış travmalarımın hayatımın kontrolünü nasıl ele geçirmiş olduklarını katiyen anlamıyordum, çünkü hatırlamıyordum!

Neler neler yaptım dengelenmek için.... Ama olmadı. Her seçimim bir süre ayakta tuttu beni, sonra hep kaçınılmaz bir çöküş yaşadım. Hayatın bir noktasında ruhuma gizli bir operasyon düzenlenmiş, birileri inancımı, neşemi ve cesaretimi alıp gitmişti. Bende kalan kırıntılarla zar zor nefes alıyordum. Yaşıyor muydum? Yok yahu, en fazla sürünüyordum!

Bütün bunları birileri okusun diye yazmıyorum, ha okur da kendine kıssadan hisse yaratan olursa ne mutlu bana, ama asıl amacım kişisel tarihime not düşmektir. En manyak keşfimi yazacağım şimdi hazır mıyız?

Devamı diğer yazıda....






24 Nisan 2021 Cumartesi

KUYRUĞUNA TENEKE BAĞLANMIŞ BİR KEDİ

 


Hiçbir şeyi başlatmak veya bitirmek elimizde değil, yapabileceğimiz tek şey dikkatimizi yaşam enerjimizi aşağı çekmeyen noktalarda yoğunlaştırmak.

Özgür irade mi diyeceksin? Saçmalama, yok öyle bir şey. Bana inanmıyorsan doktorlara sor.

Dün gece eski bir Rus Ortodoks kilisesinin önündeydik. Sen ve ben.. Ülkenin sınıra yakın kuzeyde bir noktası olmalı gittiğimiz yer. Neden oradaydık bilmiyorum. Oturduğumuz köy meyhanesi ve kaldığımız otel özel bir his uyandırmadı. Zihnimdeki tortular bütün bu resimlerle, bana ne diyordu tüm dikkatimle ona odaklandım. Rüyada olanları yukarıdan izliyordum. Sen, yetişkinlikten epeyce ayrı düşmüş şımarık bir çocuk gibi davranıyordun. İnsiyatif kullanmaktan uzak, konuşulması asıl olan kelimeleri penceren aşağı fırlatmış, bencil, uykuda! Aramızdaki konuşmalardan ruhumun olduğu, bırakıldığı noktada patinaj yaptığını gayet iyi gördüm. Kim bilir bu hafta beni tetikleyen neydi? 

Öyle bir hisse kapıldım ki, gerçek hayatta tamamlayamadıklarım sanki rüyalarımda tamamlanıyordu. Görünmez bir el bana önünde kıvrandığım resmi tamamlatıyordu. Bu bitecekti ki, yenisine geçebilecektim. Belki de şu an yaşanmamışlıklarımı rüyamda canlandırıyordum o görünmez yardımla ve ancak orada, rüyamda doyduktan sonra hayatımın akışını zorlaştıran duygusal yükümü bırakabilecektim. Yani Kuyruğuma bağlanmış üç tenekeden birini çözecektim!

Benim bu rüyaya dair genel yorumum böyle oldu. Peki ya bedenime bağladığım yükler? Uzun zamandır taşıdığım fazla kilolar? Bence onlarla da vedalaşma vaktim gelmişti. Beni korumuş, güçlü olma isteğimi desteklemişlerdi eyvallah da, artık böyle bir isteğim kalmamıştı ki.

Olmamı istedikleri insan değil, olursam sevileceğim kişi de değil, olduğum insan olarak karşılarına çıktığımda belki biraz hayal kırıklığı yaratacaktım ama kalan sağlarla idare edemez miydim?

Alıngan, kırılgan, çözüm odaklı, pratik, akılsız veya  başarısız olsam bile birileri beni severdi bence. Hiç kimse sevmese ile ben sevecektim kendimi. Bence rüyamda da bunu yapmıştım; elbiselerimi çıkartmıştım! Güçlü bir zırh, göz kamaştırıcı kumaşlar veya boyumu olduğundan uzun gösteren ayakkabılar, kafamın üzerinde bir taç falan yoktu! İşte bir teneke daha çözmüştüm kuyruğumdan!

Geriye kalır zihnimin zorla izlettiği eski filmler... Bir tek onunla kolaylıkla başa çıkarım bence. Uyanık kalma egzersizlerimi yaparım. Ne kadar uzun süre uyanık kalırsam, onun bana zorla izlettiği filmi o kadar az seyrederim. O izletir, ben izlediğimi fark ederim. Böylece yavaş yavaş üzerimdeki gücü azalır.

Velhasıl rüya deyip geçersin di mi? Hiç öyle değil, bütün bunlar Ramazan ayının tılsımı. Anlık uyanışlar, mesajları okumamız için aralanan kapılar. Hepsi sırf biz teslimiyetin huzuruna erelim diye önümüze serilen evrensel fırsatlar.

Bu sabah, kuyruğuna tenekeler bağlanmış ama o tenekeleri bir bir çözebileceğini gördüğünden içi ferahlamış bir kedi gibi hissediyorum. 

22 Nisan 2021 Perşembe

BABİL KULESİ NEDEN YIKILMIŞTI, HATIRLIYOR MUSUN?





Kimsenin birbirinin aklını beğenmediği günlerden geçiyoruz. Annem "pazarda akıl satsalar, herkes gidip kendi aklını satın alır" derdi. Hiç hakkını yemeyeyim; inatçıdır, sabit fikirlidir falan filan fakat her zaman bizi anlamaya çalışmıştır. Şimdilerde buna tenezzül edilmez oldu, yani bizimle aynı lisanı kullanmayanla ortak dil, uzlaşma noktası aramak için kimsenin kılını kımıldattığı yok. Herkes bir diğeri için en iyisini biliyor, ya kendisi için??

Farklı kaynaklardan içinden geçmekte olduğumuz zamanı değerlendiren konusunda uzman insanları dinliyorum. Aralarında bilim insanları ( özellikle uzay bilimciler, iklim bilimciler ve doktorlar ) , astrologlar, theologlar, psikologlar ve hatta kehanette bulunabilenler ve şu günlerin devre sonu olduğunu söyleyenler bile var. 

Anne hala zaman zaman anlatır, çünkü onun dedesi de bu insanlardan biriymiş. Tahsin Dede. Ben onunla tanıştığımda 98 yaşındaydı. Bildiğin Heidi filminden fırlamış, güler yüzlü tatlı bir adamdı. Buraya kadar iyi de, iki köy arasında inek otlatırken, tüm o anneme anlattıklarını nereden biliyordu ki?

Annem çocukken dedesi masal anlatır gibi gelecekteki günleri anlatırmış... Binaların gökyüzüne kadar uzayacağını ( NewYork!!), bir çanta parayla markete gidip bir ekmek alacağımızı ( Venezuella!!), yerin altında kentler olduğunu ( Agartha ), zinanın artacağını ( hem de nasıl??!! )...

Hepsinin, bütün bu tanıdık tanımadık insanların, bildikleri terminolojiden neredeyse aynı şeyi söylüyor olmaları çok tılsımlı değil mi? Ve aynı zamanda birbirlerini dinlemeye tenezzül etmediklerinden, çok da çok hazin...

Herkes cüzzi varlığını anlamlı kılmak adına külli olanı arıyor.  ( felsefi açıdan bakarsak varlık sorunu bu değil mi?) Bunu yaparken dünyevi kostümüne ve günlük hayatın, toplumsal dayatmaların ve dünyanın oyalayıcılığına kapılıp, alkış alan somut başarılarının peşinde koşan, bir kez bile kendine değer verip, "ben kimim, aslında ne hissediyor ve ne istiyorum" demeden bedenini oradan oraya, bir günden diğerine sürüklüyor.... 

Siz onlardan mısınız?  Ya da sarkacın diğer ucunda başını seccadeden ( aman yanlış anlaşılmayayım, seccadeden kastım durmaksızın bu dünyadan kopuk bir ruh haliyle yalnızca elindeki inanç ve/veya öğreti üzerinden nefes alanlar, onlar da az kayıp değil!!! ) kaldırmadan ibadet edenler... Arada gidip gelen onlarca farklı varyant vardır, mutlaka, benim ilk sıraya yazacaklarım bunlar.

Peki neden yaşıyoruz bu karmaşayı? Çünkü sadece kendimizi, bizim biriktirdiklerimizle uyumlu olanları dinliyoruz. Narsizmden başımız dönüyor. Bizden gayrı ne varsa çöp!

I ıh, değil. Gerisi çöp değil. Eğer bu kulenin yıkılmasını istemiyorsak, ki istemiyor olmalıyız, bir an evvel Bakara Suresi okunmalı. Ne oldu? Laik görünümlü bir kadının, milli bayram öncesi Bakara Suresi demesi gücünüze mi gitti?

Bana sorarsanız, şu an ihtiyacımız olan kafa tam olarak bu; açıyı genişletmek. Nasıl mı? Şöyle; mesela İkinci Dünya Savaşı hakkında bilgi topluyorsunuz diyelim.  O zaman adı bilinen belli başlı tarihçilere, basında çıkan haberlere, dönem filmlerine ve belgesellere bakacaksınız değil mi? Hitler kimmiş mesela? Alman mı, Polonyalı mı? Yoksa Avusturyalı mı? Annesi Yahudi miydi? Ezoterik konulara neden meraklıydı? Kuzey Kutbu'nda ne oldu? Antartika'ya giden Alman bilim insanları ne arıyordu? Agarta nedir? Tibet'de saklanan kayıtlar şimdi nerede? Antropozofi nedir? Biyodinamik tarım nedir? Pilatesin çıkış noktası nereye dayanır? Vesaire vesaire... 

İşte böyle dostum. Ben bilimsel verilerin dışına çıkmam diye bi tavır yok! Sen yok saydın diye bütüncül bakış eksilmiyor, sen eksik kalıyorsun.

İster Dünya tarihine bak, istersen mikro ölçekte kendine; derinleşmeden, bakışını genişletmeden, seni sınırlayan kalıplarını esnetmeden asla gerçeğin kokusunu alamazsın. Öyle mal gibi Sözcü okursun veya elinde Kuran öpüp öpüp duvara asarsın! Bütün bunlar olurken atı alan Üsküdar'ı geçer ve sana ayrılan sürenin sonuna gelinir. "Ha siktir" desen de çoktan seni yıkayıp paketlemişlerdir... 

İşte o an uyanmak var ya, of of o en fecisi olmalı. Allah korusun!!! O yüzden hazır işin gücün yokken ve Bakara Suresi ile başlamışken Tibet'in Ölüler Kitabı'na da bi bakıver hatırım için. Sonra zaten hızını alamazsın bak, hermetik felsefe, Mısır, Bizans derken öyle için açılır ki, şu dalga geçtiğin yoga matı var ya, veya seccade, bir de bakmışsın senin uçan halın olmuş! Hiç farkına varmadan tantra konuşmaya, belki de yaz ortasında melamet hırkasına sımsıkı sarılmaya başlamışsın? Ben nereden bileyim senin tekamülünde nasıl maceralar olacak? Ama şunu demeye geldim size azizim, kımıldayınız. Mümkünse şimdi, hemen! Kalk kalk! Bizi birbirimizi anlamaz kılan efsaneyi okuyarak başla, neden yıkıldı Babil Kulesi?

Bu güzelliğimi de yaz kenara, bak ufkunu açtım akşam akşam, uyuma bu gece yahu:)))


NOT. Fotograf bizim çayırdan. Kıçını kaldırıp kıra bayıra çıkmayan, ekran başında mel mel duran canım okuyucuya kıyağım olsun.








20 Nisan 2021 Salı

KÖTÜ BİR RÜYADAN UYANMANIN TEK YOLU İYİ BİR GERÇEKLİK YARATMAKTIR!

 


BUNU BEN SÖYLEDİM VEEEE   tam olarak da öyle yaptım. Evde oturup makus talihime serzenişte bulunmak, yok ya bildiğin saydırmak yerine, aradım kıymetlimisssi ve mis gibi bahar yürüyüşüne, denize vurduk kendimizi. Oh be, şükürler olsun ki, mayamda yok depresyon. Ne zaman tepetaklak olsam, trapezci gibi ipe geri fırlatırım ruhumu. Çok şükür, bin teşekkür, sonsuz amin bana bu meziyeti bahşeden Allah'a!

Ne demiş büyüklerimiz ağlamayan bebeğe meme yok! Ne yalan söyleyeyim her kenara sıkıştığımda bir ışık yolluyor sevgili. Bazen değerli bir dostla deniz kıyısında zen kafası geliyor kısmetime, kimi zaman öyle bir güneş seyrediyorum ki, ay ışığına olan sevdamın, canıma od tıkayan muhteremlerin esamesi okunmuyor. Ve ne güzeldir ki kula yalvartmıyor, zalime bırakmıyor beni yaratıcı.


Bizim buralar çok kalabalıktı bugün. Öleceksek ölelim kafası gelmiş ahaliye. Hakikaten de son bir yıl yaşadık mı, nettik bilinmez. İnsan ikinci bir baharı daha karantina kafasında geçirirken hakikaten zorlanıyor. O yüzden fotoğraftaki ağacın altında mal gibi durmak, delice sevdiğim mine çiçeklerini seyretmek bir iyi geldi, bir iyi geldi anlatamam. O gazla bir de güzel muhabbet ettik Burhan Bey'le, zannedersiniz Borneo'ya tatile gittik! Az sonra güzel bir yemek pişireceğim kendime; Hande manyak bir tarif yollamış.

Keçi Kadın hep söyler; kendimi iyi kılma gücüm var benim. Oley be!







 


Hayat bir şey anlatıyor. Ben kulaklarımı kapattığım için veya radyonun sesini sonuna kadar açtım diye susmayacak. Er ya da geç ellerimi kulaklarımdan çekmek zorunda kalacağım ve öyle ya da böyle radyo susacak.. Peki o zaman bana ne kalacak? Kaçtığım şey  benden kaçmadığına göre, mızmızlığı duymak zorunda kaldığımda ne yapacağım?

Öğrencilerimden biri, "ne istemediğimi çok iyi biliyorum" dedi, "ne istemediğimi sana hemen söylerim. Mesela bir yemeğe davet edilsem, ne giymek istemediğimi biliyorum ama ne giymek istediğimi bilemiyorum...."

Ben biliyorum. Çok çok uzun zamandır bir vakitler sahip olduğum sade ve neşeli hayatı geri istiyorum! Pazen elbisemi, peksimet ve domatesin tadını, yüzümdeki rüzgarı geri istiyorum! Ve alacağım.

Peki bu nasıl bir hayat? Şöyle;

İçinde Antonio'nun Yazgısı ve Cahil Periler'den sahneler var. Güzel bir ormana ve denize yakın. İklim biraz serin. Kuzinem var. Büyük bir mutfağım. Arada bir uğrayan komşularım... Zaman zaman birkaç gün kalmaya gelen dostlarım, bahçede bir masa, üzerinde güzel bir örtü. üzerimdeki pazen elbiseyle tam bir tezat keten, ütülü bir örtü.

Az kaldı. Ellerimle verdiğimi, ellerimle geri alacağım.

YEDİ DAĞIN ARDINDAKİ

 

1.
Bir yıldızla biçilmiş incecik yine, yine sazlarla
örtülü, yine en uzak yerinde kandili;
Sarılınca titriyor, resimlere benziyor yine, yine
yosuna değmeden basmıyor ayakları;
Yazıları tutuşuyor avucunda açtıkça ellerini, yine
yarım yüzüyle koşuyor düşe ve ağlıyor,
Bir ışınla deliniyor en çabuk yerinden, göksel sofalarda
gezinerek topluyor günlük çiçeklerini;
Büyük aynalarda dolaşıyor yine, bulutlara bakıyor
ağaçlı yolda, baktıkça kendi oluyor yine;
Yine zamansız türküsüyle başlıyor akşam, başlıyor
dalgalı bayraklarla deniz çizgisinde camlar
İstanbul yine.

2.
Sensiz yaşanmıyor, geçilmiyor köprüden. Köprüsüz ve ırmaksız durulmuyor, durulmuyor silahsız.
Sensiz durulmuyor. Aşılmıyor yürüsek, boşalmıyor konuştukça, içmekle tükenmiyor.
Ağrıyor ne varsa senden uzakta, sensiz durulmuyor. Yaşanmıyor gecesiz, gece de gündüz gibi.
Geçilmiyor başlayınca büyük deprem, kanlı meydandan, o solugan atla, topal ve kör.
Gezilmiyor, sensiz yatılmıyor. Sen ki yatay ve dik, uzat bize durmadan, kolayca yat bize!
Uzat bana, yat bana! Barışsın yüzünle yalnızlığım, yedi dağın ardına, büyüsün doyurmadan, vakitsiz.
Vakitsiz doyulmuyor. Sensiz gibi her zaman. Bir yerleri
bağırmak en sivri karanlıkta!
Sensiz taşınmıyor, uzarken saçlarının alacakaranlığı, bükülmüyor, bükmeden sevmek istediğim.
Öpülmüyor, sensiz kopuk ne varsa. Sarılmıyor, sensiz kırık ne varsa,
Kocanmıyor, ölünmüyor!

Oktay Rifat

OLANI OLDUĞU GİBİ KABULLENMEYE DİRENÇ GÖSTERMEK...



Onu rüyamda görmekten hoşlanmıyorum. Gerçek hayatta karşıma çıkmaya cesaret edemeyen korkak bir insan niçin rüyamda olsun? Bilinçaltımın onu canlandıran kısmını gün içinde nasıl harekete geçirmiş olabilirim? Bilsem ve yeniden yapmasam.

Ben sorumluluğumu aldım, yarattığım hayal dünyasından sıyrıldım. Rüya içinde uyandım ve gidip canavarın mağarasının önünde durdum. Ama o dışarı çıkmadı... Her seslenişimde biraz daha derinlere saklandı. Bunu neden kabullenemiyorum? Neden sinir sistemimde bu kadar büyük ve sağlıksız bir yeri var bu yaşanmamışlığın?

Sabah uyandığımda fark ettim, gerçek hayatta cevabını alamadığım soruyu soruyorum durmadan, neden? Eğer elimde bir cevap olsaydı, ama kalpten gelen ve içten bir cevap, hoşlanmasam da zamanla sindirirdim, üstesinden gelirdim. Ama bu havada kalmış soru dönüp dönüp cama çarpan kuş gibi!

Juno diyor ki, "Sizinle ilgili bir şey değildir. Odaklanmanız gereken, kendinizi onarmak ve hayat kalitenizi arttırmaktır. Sizi incitmiş kişilere kafayı takmak, sürekli onların davranışlarını ölçüp tartmak, onların yaptıklarını sizdeki bir eksikliğe bağlamak, bunu hiçbir şekilde sağlamaz. Kimse sizin ebeveyniniz değil, insanlar sizi incitmemek için yaşamazlar. İncittikleri zaman toparlamak için uğraşmazlar! Zira onlar hayatta kalmak için bencil, zalim, ,menfaatçi, hoyrat olmak gerektiğine inanmışlardır. Onları düzeltmeye, akıllandırmaya, pişman etmeye  hele de adama etmeye ve böylelikle kendi hayatınızın da yoluna girmesini ummaya kalkışmak boş bir çabadır....."

Boşuna çabalamaktan yoruldum.... Zihnimi susturup, baharı dinlemek istiyorum. Fakat tetikleyici de bahar sanırım.... Laleler, kuşlar, deniz...

18 Nisan 2021 Pazar

PAZAR GÜNÜ

 

Ne severim, ne de sevmem. Hiçbir güne dair özel bir hissim yok. Gün işte.  Ha belki azıcık C.tesi'yi kayırıyor olabilirim, onu da abartmadan.

Günlerden birgün ormanda gezinen prenses ( çiçeklenen erguvanın şerefine gülümseyen ben:)), kadim ağaçların ardından gelen sese kulak kesilir ( telefon çalar:)). Etekleri yaprakları yalayarak gelen kalbinin en gizli kuytularını açtığı Keçi Kadın'dan başkası değildir. ( sen:)) Ne zaman karşılaşsalar yüreği lal olmuş presesin saatlerce anlattığı hikayeleri sakin sakin dinleyen, öte alemlerde dostları olan tuhaf bir ulemadır Keçi Kadın. Upuzun parmakları, sarmaşıktan hallice saçları, sürme çekilmiş gözleri ve güçlü bacaklarıyla her zaman en olmadık anda, en karmaşık vakitte çıkar prensesin karşısına!

Prenses, Keçi Kadın'ı görür görmez eteklerini toplar ve ilk gördüğü ağacın altına oturur. Baharın tüm sesleri cıvıl cıvıl kavuşmalarını kutlarken, Keçi Kadın çantasından bir koku şişesi çıkartır. Mantarı açtığında ormanın tüm sesleri sus pus olur. Çünkü bu koku prensesin ilk gençliğinde yaşadığı gerçek sevginin kokusudur. Prensesin elleri titremeye, gözleri dolmaya başlar. Kaydedilmiş, uyutulmuş zamanlar dökülür dudaklarından. Saatlerce anlatır Keçi Kadın'a. Aşktan, sevgiden, iki insanı birbirine sımsıkı bağlayan öpücüklerden, sonsuzluk sınırına götüren günbatımlarından, Kule Ev'in çatısına tüneyen iblisten ve görünmez iplikçiklerden bahsederler. 

Ormanda gün sona ererken önce Keçi Kadın kalkar Pinar ağacının soğuklaşan gölgesinden, sonra prenses toplar eteklerini yavaş yavaş. Tüm kucaklaşamamışlar adına sıkı sıkı sarılırlar birbirlerine. Hint Okyanusu'ndan bir deniz kabuğu belirir prensesin ellerinde. Keçi Kadın diyeceğini demiştir.

Prenses o akşam kemerinde sakladığı iksirden kocaman bir yudum alır. Kollarının uzamasını ümit ederek, kulenin penceresine yükselen erguvana uzanmak için iyice sarkar boşluğa, ama dokunamaz. Kaydedilmiş zamanlara geri dönemeyiz... Çünkü hem hala bizimdir, hem de artık çok uzaklaşmıştır yaşadıklarımız...

Yanımda telefon, hafızamda asla çevirmeyeceğim birkaç rakam.  Pazar Günü. Erguvan. Keçi Kadın ve Prenses sendromu.

HETERODOKS ANADOLU'YU ÖZLEMEK

Netflix dizisi izliyorum bir haftadır. Beğendiğim bir oyuncunun ardına takılıp başladım. İyi de etmişim. Şimdilerde kendimi sık sık Kudüs'ü gezerken buluyorum kafamın içinde. Ortodoks Yahudilerin yaşadığı bir mahallede geçiyor dizi. Özellikle de bir ailenin etrafında.
Onları seyrederken zaten çok uzun zaman önce uyandığım sistemi bir kez daha gülümseyerek görüyorum. Çok önemli ve kadim bir bilginin nasıl suyunun suyu çıkartılır?! Bu kadar kullanışlı tavsiyelerden, tomar tomar yazıtlardan elde kalanın kibir, şekilcilik ve ayrımcılık olması ne fena!

Anadolu'nun heterodoks islam yaşadığı dönemde ortalığı görmeyi çok isterdim. Dervişlerle keşişlerin aynı kitaplıklarda yazmalara baktığı, birlikte sema ettiği, gizli mağaralarda tefekküre daldığı yıllarda...
Bence herkes ruhunun derinliklerinde bunu özlüyor, bilerek veya bilmeden arıyor olmalı. Dizide de öyle aslında, görünürde oldukça ciddi bir Yahudi olan haham, her defasında önce kitaba göre, sonra kalbinin sesine kulak vererek devam ediyor hayata. Diziyi sevdim, balkan ezgilerini anımsatan Hasidik müzik, Yidiş ve daha pek çok konuda güzel hatırlatmalar var. Sünnet, çeyiz, kırk duası, lohusalık... Hemen hemen her bölümde ortodoks islam ile neredeyse bire bir diyebileceğimiz pek çok adete tanıklık ediyoruz. Toplumda kabul görmek adına içine sinmeyen işler yapan insanların kendilerini seçmekte ne kadar zorlandıklarını...

Teyzem ona verdiğim son romanı çok sevmiş, Aşkın Yedi Menzili. Bana, "bunlar alevi" dedi gülümseyerek. Aslında oturup uzun uzun anlatmak istedim, yok alevi değil, heterodoks onlar diyecektim ama ne gerek var? Aleviler o dönemden günümüze kalan uzantılar... Tabii nasıl bir emanet taşıdığının farkında olanlardan bahsediyorum.

Acaba pandemiyle insanlık akıllanır ve şu inanç diye yapışıp kaldıkları bozuk uygulamaları yeniden sorgular, azıcık derinleşmeyi seçerler mi? Keşke.... İnanmak yerine, teslim olmak o zaman başlamaz mı?



17 Nisan 2021 Cumartesi

ERGUVAN ZAMANI

İki insanın ardından çok gözyaşı döktüm; biriyle yaşanmışlığımız çabuk bittiğinden, diğeriyle hiç yaşamadığımızdan. Ama bitti. Şimdi durduğum yerde olana ve olmayana derin bir şükür var. İçimin derinliklerinde benden büyük olana teslimiyet ve kalan süreye minnet var. 

Yeni evimin penceresinden kurumaya yüz tutmuş bir erguvan görüyorum. Yine de yapraklanmış, yine de çiçekli. Lale mevsiminden geçerken, bir zamanlar ayaklar altında alınan lalelere ağıt yakmak yerine, pencereme çiçek bırakan yaşlı erguvana çeviriyorum bakışlarımı. Bu sabah apartman girişine bıraktığı çiçeklere teşekkür ettiğimi hissetmiş midir? Umarım hissetmiştir.

Yarın felafel ve humus yapacağım. Victor'un tarifiyle. Keşke şu güzel ağacı da yemeğe davet edebilseydim... Neyse annemler gelir, sofrayı erguvanla birlikte kurarız:)

YAŞAM HAKKI

 



Dün güne depresif başlamıştım. İlerleyen saatlerde yavaş yavaş keyfim yerine geldi. Sonra akşama doğru yine canım sıkıldı. Şöyle durup bakınca, "aslında ne kadar zorlanıyorum kendimi idare etmekte bi duramadım merkezimde!" diye düşündüm. Gerek dış etkenler, gerek içimde çalkalanan deniz, kısacık bir an bile soluklanmaya izin vermiyordu. Hızlıca ama telaş etmeden fabrika ayarlarıma dönmeliydim.

Herkesin kronik yorgunlukları, uykusuzlukları artıyor. Kime sorsam kas ağrısı var, yemek de yapmak istemiyor, falan da filan. Şöyle bir etrafıma baktığımda  pek çok arkadaşımın süreci yönetmekte zorlandığına, içinde bulunduğumuz belirsizlik karşısında zaman zaman yükselen kaygı ve öfke nöbetlerine yenildiklerine tanıklık ediyorum. Eski öğrencilerimden tuhaf mesajlar geliyor. Mesela dün akşam bir tanesi zor bir süreçten geçtiğini, evlilik danışmanına gittiklerini, okuduğu her şeyde meditasyon tavsiye edildiğini ama buna bütçesi kalmadığını ve  meditasyon yapmak için kitap tavsiye etmemi rica etmiş!

Keşke böyle bir tavsiye mümkün olsa, olabilse, ama yok, vallahi de billahi de yok. Kaldı ki meditasyon yapılabilir, öğretilebilir bir şey değil. Elbette öğretinin  varlığın özünü fark edişine yönelik pratikleri var ama hepsi bu! Gerisi tamamen uygulayıcının ısrarı ve samimiyetiyle ilgili. Bu uğurda ne kadar hevesli olduğu o kadar belirleyici ki..

Pratik önerebilirim. Pratiklerin Türkçeleştirilmiş anlatımlarını içeren kitaplar da söylerim ama gerisi tamamen usta çırak ilişkisi gerektirir. Ve tabii devamında da ısrarla söylediğim gibi bol pratik, beklentisizlik ve samimiyet.

Bu sabah dün seyrettiğim dizinin de etkisiyle "yaşam hakkı" nedir sorusuyla uyandım. Cevabın bir blog yazısını fazlasıyla aştığının farkındayım. Ama öğrencimin sorusuyla o kadar ilintili ki, biraz yazarak düşünmek ve   aklıma gelenleri paylaşmak istiyorum.

Meditasyon öğretmemi isteyen öğrenciye her zaman ilk önerim kendini izlemesi olur. Kaldı ki ustam da bana aynısını yapmıştı, o kadar zorlanmıştım ki, offf. Öğrenmeye niyet eden kişi uykudan uyandığı, gözlerini açtığı an itibariyle tüm duyularına kulak kesilmelidir. Sesler, kokular, kımıldayan beden, çarşafın dokusu, odanın ısısı.... Akla gelen ilk düşünce, ağızdan çıkan ilk kelime. İlk eylem, yatağın hangi tarafından kalkıyorsun? Terliklerini gözlerinle mi arıyorsun yoksa ayakların zeminde dolanıyor mu? Fark et! İlk işin ne? Banyoya mı gidiyorsun, mutfağa mı? 

Tüm gün izle kendini. Hislerin, düşüncelerin, davranışların, Hatırlayışların.... Takip et. Bir dedektif gibi dikkatli ol. Soluğuna bak, yediğin yemeği kaç lokmada bitirdiğini not et. İçtiğin su miktarını yaz. Kafanın içindeki konuşmaları not et.

Bütün bunların arkasından, eğer sahiden izlediysen gerçek soruyu, idarenin kimde olduğu sorusunu sorabiliriz. Ve işte ancak  o zaman kumandayı ele alma şansımız olur. Ancak bu aşamalardan sonra yüksek konsantrasyon ve devamında meditasyon konuşabiliriz. Daha önce olmaz.... Çok istesen bile oturamazsın ki... 

Peki bütün bunların bu sabah zihnimi yalayıp geçen yaşam hakkı ile ne ilgisi var,  nedir yaşam hakkı? 




Benim en zorlandığım şey! Beni kentten soğutan şeydir! Yolun sağından yürümekten tutun da, "ay bi ekmek alıcaktım" diye arabayı kaldırıma bırakıp gitmeye, alış veriş sırasında ensenizde solunmasından, gece olmadık saatlerde elektrik süpürgesi çalıştırmaya kadar.... O kadar fazla ayrıntı var ki. Tokken yediğiniz yemek, on tane ayakkabınız varken aldığınız ayakkabı... Her seçiminizle, eğer uykudaysanız ve kendinize, gerçek ihtiyacınıza dair gözleriniz kapalıysa yaptığınız tam olarak bu: hep birlerinin yaşam hakkından çalıyorsunuz. Çalıyoruz... Sadece bunu görebilmek bile o kadar büyük bir fark yaratır ki inanamazsınız. Bırakın meditasyona oturmayı, şu ufacık farkındalıklarla bile çok şey değişir. Önce hayatlarımızda, daha sonraki aşamada  gezegende.

Pek çok ezber davranışımız var. Ben mesela, moralim bozulunca beraberinde yeme bozukluğum da geliyor ve tok karnına ıvır zıvır gevelemeye başlıyorum. Birilerinin, yüzünü bile görmediğim insanların yaşam hakkına, besin paylaşım ağındaki hakkına tecavüz ediyorum. Dünya'nın bir köşesinde karnı guruldayarak uyuyan, belki de açlıktan son nefesini verenler varken, idarenin elimde olmayışına yenilip, otomatik bir sistemde kayboluyorum...

Siz neler yapıyorsunuz? Sözleriniz, davranışlarınız, seçimlerinizle öncelikle kendiniz ve yakın çevreniz olmak üzere kimlere ve nasıl haksızlıklarla aslında hiç istemediğiniz kadar zarar veriyorsunuz?

Duygusal şiddet... Yaşam hakkına tecavüzdür. Sevmediğiniz birini ısrarla hayatınızda tutup, fiziksel bakıp verip, şefkatinizi esirgemek, şiddettir.... Kelimelerimizi düşünmeden savurmak ve hiç gereği yokken kalp kırmak, huzur kaçırır ve yaşam hakkına müdahaledir.... Daha mı somut olsun, peki. Temizlik yapıyorum diye bolca çamaşır suyu kullanmak! Buzdolabında sebze meyve çürütmek. Manzaranızı bölüyor diye ağaç kesmek... Sabaha kadar yazabilirim. Ama konu benim yazmam değil, sizin kendinizi gözlemleyerek duygu, düşünce, söz ve nihayetinde eylemlerinize dair kontrolü ele geçirmeniz. Hayat sürücü koltuğuna oturamadığınız bir araç gibi otomatik pilotta mı sona ersin? Hı?




İstemez misiniz kendinizle tanışmak? İstemez misiniz şu güzelim gezegene ve onun kıymetli bir parçası olarak insan olma deneyimine yakışmak? 

Meditasyon bir şuursuzluk hali, yaşamdan kopukluk, ot kafası vesaire vesaire değildir. Öyle mal gibi tembelce, amaçsızca durmaz meditasyona oturan insanlar. O kısacık durmalar öyle bir ivme kazandırır ki varlığa, ah, anlatılabilir bir şey değil ki... Durmak neyin içinde çırpındığımızı anlatır. Durmak anlamsız hareketlerimizi görmemizi sağlar. Durmak enerji kaybının nerelerde olduğunu işaret eder.  Meditasyon değil kendinize dair, etrafınızdaki her varlığa, hatta gezegenin ayak basmadığınız topraklarındaki tüm yaşam belirtilerine şefkat ve saygıdır. Birlik, bütünlük, aidiyet getirir. Meditasyon tek kelime ile anlatılabilseydi yuvaya dönmektir, hakkımız olan yaşama kavuşmaktır derdim. Bilmem ki çok mu saçmaladım. İnşallah anlatabilmişimdir azıcık.

Belki Pazar günü yine yazarım:))


* Ne zaman bağdaş kurup otursam kucağıma gelmeye başladı Theodora. Baktı ki evden gideceğim yok, bari işe yarayayım diye düşündü zahir:)))

16 Nisan 2021 Cuma

VİRAJLI YOL

 

Datça feribotuna inen bir yol vardı eskiden, Marmaris'den Datça'ya giderken o feci yolu kullanırdık. Ne viraj, ne viraj. Kolay kolay araba tutmazdı beni ama orada her defasında telef olurdum.

Şu an bulunduğum nokta tam olarak öyle; virajlı. Savrulmalı, bulantılı, kusmalı, kızmalı, sevimsiz... Kendimi yorgun, bıkkın, bitkin hissetmemek için derin derin nefes aldığım bir yer. Uykudan, kitaptan, yemekten veya başka bir şeyden keyif almakta zorlanılan bir yer. Başka nasıl anlatılır ki?

Dün öğleden sonra Kalamış'a sandalyelerimizi atmış, gümüş gibi parlayan denizi izlerken E. dedi ki "çok kolay vazgeçti benden, beş günde, sanırım en çok buna üzüldüm. Hala da üzülüyorum."

Ben de dedim ki "ben o senin bahsettiğin ruh haliyle öyle uzun zaman süre yaşadım ki, elimden tutup bu duygunun çıkışına götürsen eşiği geçemeyebilirim!"

Oysa bizi sarıp sarmalayanlar, sözde kıymet verenler, gizlice kollayanlar veya çabucak vazgeçenler... Hiçbiri değil ki varlığımızı değerli veya değersiz kılan. Bunlar hep oyun, bunlar hep suyun yüzeyi. Bizim asıl oyun arkadaşlarımız dipte bekliyorlar; nefesini tutarak bizimle dalış yapanlar onlar. Sayıları az... Giderek de azalıyor. Zaten yaş almak da tam olarak bu demek, yalnızlaşmak. Sadeleşmek. Yanılsama ile hakikiyi ayırabilmek.

Neyse, bir zamanlar Dünya'nın sonu gelse ararım dediğim biri vardı. Bunu söylerken sahiden gelmez sanmıştım Dünya'nın sonu ama baksanıza, geldi! Bilinen Dünya bitti. Aradım mı onu? Aradım. Aradığımda buldum mu? Hayır, orada değildi. Ulaşamamıştım. Peki ne kaldı geriye? Gücenmişlik, tercih edilmemişlik hissi. İyi de  beş günde geçer mi? Elbette hayır. Bu hikayede kayıp kime aittir? Yüzeyde kalana... Masal kime yazılır? Bizimle derin dalış yapana.

Hadi bize bol virajlı iyi günler.

14 Nisan 2021 Çarşamba

GÜVERCİNLER GİTTİĞİNDE

 




Son aylarda okuduğum en güzel roman Güvercinler Gittiğinde. İlk kez bir Katalan yazarın eserini okuyorum ve on üzerinden on verdim. Çeviriden midir, yoksa yazarın tekniğinden veya ruh halinden mi bilemem fakat ikinci yarıda akışın değiştiğini, duyguların, betimlemelerin okuyucunun, yani en azından benim gözümde çok daha iyi canlandığını da söylemem lazım. Son sayfalara geldiğimde bitmesin istedim.

Sonra merakım iyice arttı ve yazarın fotoğraflarına baktım. Sanırım en çok şu paylaştığımı sevdim. O da benim gibi deniz sesi seviyor diye düşündüm.. Deniz ve rüzgar uğultusu... babamla aynı yıl ölmüşler, yani istesem de tanışamayacakmışız. Ya da başka bir yerden bakarsak, aslında çoktan tanışmışız da istesek de unutmayacakmışız.

Aşağıda paylaşacağım birkaç paragraf size bir şey ifade etmezse üzülmeyin ve bu kitapla zaman harcamayın. Malum vakit hiç olmadığı kadar kıymetli... Ama hatırlayın, Dünya bu kadar kötü bir yer olduğundan edebiyat var, ruhlarımızı sakinleştirmek için... Ruhlarımızı yakınlaştırmak, acı çekerken ve sevinirken her daim birliğe dahil oluşumuzu anımsamak için...

Öyleyse buyrun:

....O taze, dipdiri havayı hala hatırlıyorum ve her seferinde, bir daha asla hissetmediğim bir hava olduğunu da hatırlıyorum. Asla. Taze yaprak ve tomurcuk kokusuyla karışık, kaçıp gidiveren hava ve ardından gelen hiçbir şey bir daha asla, hayatımı ikiye bölen o günün o havası gibi olmadı; benim küçük baş ağrılarımın büyük baş ağrılarına dönmeye başlayışı, bir Nisan ayı ve açmamış çiçeklerle oldu.....

... Ve çok kuvvetli bir şekilde zamanın geçişini hissettim. Bulutların, güneşin, yağmurun zamanının değil, ve gecenin süsü yıldızların hareketinin, ilkbahar zamanının içindeki ilkbaharlar zamanının ve sonbaharlar zamanının içindeki sonbaharlar zamanının değil, yaprakları dallara koyan ve yaprakları dallardan koparanın değil, çiçekleri kıvıran ve düzleştiren ve renklendirenin değil, benim içimdeki zamanın, görünmeyen ve bizi yoğuran zamanın kalbin içine dönüp duran ve kendisiyle birlikte onu da döndüren ve içimizi ve dışımızı değiştiren ve bizi sabırla son günkü halimize getirecek olan....

.... Senyora Enriquea bana pek çok hayatımız olduğunu söylemişti, birbirine bağlanmış hayatlar, fakat bir ölüm ya da evlilik, bazen, her zaman değil, bunları ayırıyordu, fakat hakiki hayat, küçük hayatı kendisine bağlayan bütün iplerden her şekilde bağımsız olan hayat, küçük ve kötü hayatlar onu yalnız bıraksa daima yaşaması gerektiği gibi yaşayabilirdi. Ve diyordu ki, birbirine bağlanmış hayatlar karışırlar ve bize acı çektirirler ve biz kalbin atışını ya da bağırsakların büyük hareketini bilmediğimiz gibi hiçbir şey bilmeyiz....

.... Yaptığım her şeyi daha önce de yapmışım gibi geliyordu bana, nerede ne zaman olduğunu bilmeksizin, sanki her şey hafızasız bir zamana kök salmış gibi....

....Ve karşı tarafa döndüm ve gözlerimle ve ruhumla baktım, bana hiçbir şekilde olamaz gibi görünüyordu. Geçmiştim. ve eski hayatım boyunca yürümeye koyuldum....

....uzun yıllardır içimde taşıdığım bir çığlık olmalıydı, ve o çığlıkla o kadar büyüktü ki, boğazımdan zar zor geçti, ağzımdan hemen hemen hiç olan ufacık bir şey çıktı, sanki bir tükürük böceği gibi... ve içimde onca zaman kapalı yaşayan neredeyse hiçbir şey olan o ufacık şey, tam olarak bilmediğim- terk miydi?- bir çığlıkla dışarı kaçan gençliğimdi...

UYANIŞLAR, 14 NİSAN*





Rüyamda eski tencereler, tavalar  vardı. Üzerleri yıpranmış, kapakları erimiş emaye tencereler ve sapı kopmuş tavalar. Annem onları eve götürüyordu. Koridorun sonunda aniden kayboldu. Dayım da akşam yemeği pişirmeden evvel fırının içini temizlemekten bahsediyordu ( taşınma meselesi hala kafamda bitmemiş anlaşılan ). Ben denizdeydim. Muhtemelen Mazı'da, ama tam da benzemiyordu. Kendi kendime mi konuşuyordum, yoksa o an görmediğim birine mi söylüyordum hatırlamıyorum, bir hafta yüzmek istediğimi anlatıyordum. Bir hafta deniz tatili istiyordum. Sonra ( Anahata'nın son yorumlarının etkisiyle olduğu kesin ) yanımda olmasını istediğim insan ( insan mı? neden anatomik olarak bize benzeyen her canlıya insan deriz??!! ) konusunda ısrarcı olmamam gerektiğini hatırlatıyordum kendime. Öte yandan farkındaydım, bu bir rüyaydı!

İlk defa rüyamın içinde rüyada olduğumu biliyordum! Etrafımdaki her şeye dikkatle bakıyordum. Peki sırada ne vardı? Hayatın içinde de bir tür rüyada olduğumu fark ettiğim anları çoğaltmalıydım..

Yaşadıklarım rüyaydı! İyi ve zor anlar, hayal kırıklıklarım, başa çıkamadığım şeyler... Her ne varsa rüyaydı.

Bi de şunu anladım bu rüyadan, ben deniz olmayan bir yerde yaşarken zorlanırım. Galiba bunu kabul etmeliyim. Uzaktan da olsa su görmeyi sevdiğimi biliyorum...  ( Ayvalık meselesini tekrar düşünmeli miyim acaba? Yoksa Bergama mı? Belli ki Kuzey Ege'ye dikkatlice bakmak lazım...)

*Ustam Gurudwara'nın bana Vadin ismini verdiği gün. İkinci doğumgünüm. Ne güzel bir sürpriz olmuştu! 

13 Nisan 2021 Salı

COVIT 19 HALLERİ VE KENDİME NOTLAR




 

Çoktan seçmeli değil; ya hayal kuracak, plan program yaparak kendini meşgul edeceksin ya da her gün değişen depresyon belirtilerini izleye izleye kafayı yiyeceksin. Seç, beğen, al!

Bizim evde ışık değiştiğinden bu yana çok şükür, istesek de depresif olamıyoruz. Ramazan ayını da sevdiğimizden olsa gerek, bu sabah "ha gayret" diyerek bir kez daha bardağın dolu tarafına bakarak uyandık. Evet evet, ben değil, biz; iki kaktüs, Theodora ve ben:))

Bugün hava miss, cepte bu hafta gidilecek Haliç turu da olunca insan daha ne ister güne başlamaya? 

Öğrencilerimin hemen hemen hepsi meditasyona oturamamaktan şikayetçi. Çünkü "Maymun Zihin" hiç olmadığı kadar devrede. Ne yapacağımız ise basit, hatırlatıyorum; DUR. Yol almanın tek yöntemi durmaktır. Durmazsan serseri mayın gibi otomatikten kımıldar durusun. Tüm tefekkür önerileri biz bi duralım da duyalım diye. 

Zihnimizi durmanın tembellik olduğu bilgisiyle dolduran tüm öğrenilmişlikleri kenara bırakıp, eğer kendine çok görüyorsan bütünün hayrına durmaya ne dersin? Bunca acı çeken, olanları okuyamayan, kaybolmuş ruh arasında eğer bir an için durup olan bitene dair kalbini açarsan inan büyük bir fark yaratacaksın. 

Acılar, ıstıraplar görülmek, bilinmek ister. Görsek, bilsek ve teslimiyetle bakabilsek ortada direnç de kalmayacağından her şey çok daha hafif hissedilecek. Tıpkı doğum sancısı gibi. Kabulde veya red içinde olmamız gerçeği değiştirmiyor, şu an hepimiz doğum sancısı içindeyiz. Kendimizi doğuruyoruz! Ve bu bir ilk değil....

Hayırlı Ramazanlar:)


11 Nisan 2021 Pazar

COVİT 19 GÜNLERİ


Var mıdır, yok mudur? Doğadan mı gelmiştir, yoksa laboratuvar üretimi mi derken ikinci yıldan gün almaya başladık bile. Dünya genelinde resmi rakamlar üç milyon ölüm diyor. Bence çok daha fazla... Kimilerine göre hiç dert değil; zaten her yıl şu kadar kişi gripten, bu kadar kişi şundan, bi bu kadarı da bilmem neden ölüyor. Yani büyütülüyor bu "pandemi", ki pandemi de yok aslında, meselesi kafasındalar. Bi de utanmadan "aslında iyi oldu, kendime zaman kaldı diyenler var...."

Öyle ya da böyle ben ki matematikten anlamam, ortada artı üç milyon ölüm var. Üstelik kimse masum değil. İster Dünya'yı yöneten ailelere mensup ol, istersen haritada adı görülmeyen bir köyden, bilesin, bu sıkıştırılmış, zorlaştırılmış sınava hepimiz onay verdik... İstedik, çağırdık.

Hayatın akmasına karşı değilim, zaten ne haddime? Dünya'da savaş varken de bir grup sığınaklarda can çekişirken, bir diğer grup dans edip eğlenmişti. Üzerine yüzlerce film yapıldı, izledik. Eyvallah. Fakat sanırım artık günlük akış bile ağır gelmeye başladı. Dersime gelen öğrencilerin zorlanan ruh durumları, kendi bedenimdeki adını koyamadığım ağrılar, uyku ve yeme bozuklukları... Konsantrasyon güçlüğü, dikkat dağınıklığı... Okuma yazmaya isteksizlik. Az veya çok sanırım en iyi ihtimalle çoğumuzda bu saydıklarım var...

Sonu nereye gider, sonunu görür müyüz, o son neyin başlangıcı olur belirsiz. İçten içe hissettiğim ise bunları bekliyorduk, sürpriz değildi. Karnımızda, kalbimizde, zihnimizde, ruhumuzda adını koyamadığımız bir boşluk, ellerimizde ne yapsak, ne etsek anlam kazanmayan işler güçler ve hayatlarımız vardı. Arsızca tüketiyor, bu bizim hakkımız diyorduk. Yardıma muhtaç olanı canımız isterse görüp, istemezse kafamızı çeviriyorduk. Alma ve verme dengemiz iyice bozulmuştu, inançsızlık içinde kıvranıyorduk. Hepimiz öyle veya böyle kenara sıkışmış ve kendi afyonumuza sarılmıştık. 

Yanlış mıyım?

Laleleri, erguvanları izleyemediğim, Boğazı özlemekten yorulduğum bir bahar daha yanımdan geçiyor. Farkındaysanız evim evim güzel evim diyenler sus pus... Kimse ekmek pişirmiyor mu artık? Evlerde derlenip toplanacak dolap da kalmadı di mi? Velhasıl herkesin kendini hatırlama zilleri çalıyor şimdilerde. O uzaktan uzaktan duyduğumuz ses içimizden geliyor.

Ramazan ayında uygulanacak kapatmanın sağlık sektörünü ne kadar rahatlatacağını birlikte göreceğiz. Kim bilir ne isyanlar yaratacak bu kapanma... Kimleri ekmeğinden edecek? Hangi patronlar götü kurtarmak adına ne sinsi, ne ince hesaplar yapacak kim bilir... Her birimiz bu tablonun neresinde yer alacağız meçhul.

Bildiğim tek şey covit günleri zorlamaya başladı. Üstelik her anlamda. Kronik yorgunluk ve umutsuzluk da en beteri sanırım. Pek çok insanın hastalıktan ziyade, "kurtulsam ne olacak? " duygusundan öldüğünü düşünmeye başladım... Dünya zor bir gezegen, burada bedenlenmek zor bir süreç. Ama buradayız....





10 Nisan 2021 Cumartesi

ÖĞRENDİKLERİM

 



"Belki şu anda çok geç değildir."


Tüm benliğinle gerçekten boş olduğunu düşünüyorsan, sana bir daha denemeni tavsiye ederim...

Olağanüstü İnsanlarla Karşılaşmalar


Bir süredir Gurjieff, aslında uzun bir süredir Gurjieff okuyorum. Okudukça da aslında ne kadar  tanıdık geliyor, nasıl da aklıma sığmayan ayrıntılar makul bir zemine yerleşiyor diye hayrete düşüyorum. Arayışına, arayışından elinde kalanlarla ortaya koyduklarına bakıyorum. Tıpkı Lord Buddha'nın saraya sırtını dönerek çıktığı yolculuğa benzetiyorum yaşam deneyimini. Ya da Hz. Mevlana'nın Anadolu'ya geldiğinde, aklındaki ve kalbindeki bilgeliği, bilgiyl islamiyetle ince ince örtüşünü ve aynı anda çiçek açtırışını çağrıştırıyor bana. 

Her şey sır ve aynı anda her şey ayan beyan ortada! Saklı olan yok aslında, saklanan var, ki o da özümüz. O uyumayı, saklanmayı, baktığını görmemeyi seçtiği sürece sır var. O tamam dediğinde perde kalkıyor. 

Olağanüstü İnsanlarla Karşılaşmaları izlemede evvel okuduğum bir kitapta ( Gnostikler hakkındaydı ) Gurjieff'in bir süre Galata Mevlevihhanesi'ne devam ettiğini ve tünelde babamın dükkanının olduğu hanın hemen arkasında bir apartmanda yaşadığını öğrendim. Henüz ufacık bir çocukken bile oralar bana hep gizemli gelirdi... Ah ya, konudan konuya atlayan nineler gibiyim ama ABC Kitapevi'nden sticker almak için ömrümden gün verirdim, o kadar diyeyim.

Neyse, filmi izlerken ilk ilgimi çeken müzisyenler sahnesinde Aka Gündüz ve Kudsi Erguner'i görmek oldu. Aka Gündüz'de bana hep çok farklı gelmiştir. Nedense albüm kapağındaki fotoğrafını bile uzun süre bakılamayacak kadar mistik bulmuşumdur.

Film boyunca Gurjieff'in ve arkadaşlarının arayışına, inancı ve hayatın anlamını gidilebilecek en dip noktaya kadar kovalayışlarına tanıklık ediyoruz. Elbette film, öğretinin anlattıklarının yanında suyunun suyu fakat verdiği his kayda değer. Filmde Afganistan'daki bir tapınakta çekilen, terasında semazenlerin dans ettiği sahneden zaten bir süre önce bahsetmiştim sanırım. İşte Dünya'da en çok görmek istediğim yerlerden biri orası. Önemli mi? Belki? Belki de değil... Bellki de çoktan oradaydım. Dedemin dediği gibi yolculukların sağladığı şey kaçış... Gerçek yolculuk durduğumuzda, bedenen ve zihnen oturduğumuzda içeri doğru başlıyor. 

Lord Buddha durduğunda bulmadı mı? Hz mevlana halvetten nasıl çıktı?

Sabah sabah neden Gurjieff'den bahsetmek istediğimi bilmiyorum. Galiba dün Ela ile yaptığımız sohbette hissettiğim duyguyla ilgili; " belki de geç değil...." Hala istediğim hayatı yaşamak için şansım var. Bir toprağım, hayal ettiğim gibi bir evim olmaması için bir sebep yok. Elim ayağım tutuyor ve müthiş bir insan hazinem var. İşin en güzeli de hayal etmeyi seven bir zihnim var. Şu an Theodora ile Fenerbahçe'nin ortasında oturuyor olabiliriz. Ama ben çoktan yemyeşil bir araziye bakan penceremin önündeyim. Nicedir kahve makinam bile yok bu yeni hayatta, içtiğimiz tek kahve Türk Kahvesi. Sadeleşmenin, sadece sevdiğim elbiseleri giymenin, yeniden kağıt ve kalem kullanarak yazmanın heyecanı var ellerimde. Kuzineden gelen ses ve dışarıdaki hafif rüzgarı saymazsak gerçek bir sessizliğin tam ortasındayız. Dün akşam ekmek mayalamayı unuttuğumdan bu sabah mecburen lapa yiyeceğim, bakkal yedi kilometre uzakta.

Bütün bu güzelliklere kavuşmak için, her şeyi ve her deneyimi ardımda bırakarak kalan ömrümü döngülerle uyum içinde yaşamak için geç değil.... İstediğim meyveyi değil, mevsimin verdiğini yemek, o gün bahçede ne varsa onu pişirmek ve kendimle tanışmak için geç değil...

Değil.. Kesinlikle değil.






8 Nisan 2021 Perşembe

8 NİSAN INGRID'İ ÖZLEME GÜNÜ.




Her yıl olduğu gibi bu yıl da seni hatırladım. Sokağı sel götürürken, Kırlangıç Fırtına'sı ortalığı kırıp geçirirken aklımdaydın. Ruhunun huzurlu olmasını diliyorum. 

Seni özlüyorum.. 

6 Nisan 2021 Salı

BURHAN UYGUR; SADE VE DERİN

 

Bir zamanlar kardeşim iletişim fakültesinde okurken, derslerden birinde reklam kampanyası hazırlamışlardı. O kampanyanın mıydı yoksa sözde ajanslarının mı pek hatırlayamıyorum ama sloganlarına bayılmıştım: "basit ama derin"

Böyle insanlar oldu benim hayatımda basit, sade ama gerçekten derin... Burhan Amca da o listenin ilk sıralarındadır. Sadece hali tavrı ile değil, dümdüz siyah pantolonları ve siyah t-shirtleriyle başka bir gezegenden yolu buraya düşmüş bir yolcu gibiydi. Bir şekilde aramıza karışmış, bizi sevmiş ama hep evini özleyen biriydi. Acaba onun evi nerdeydi?

Tevazu. Onun en belirgin özelliğiydi. Sadece açılışlarda coşardı azıcık. E o kadarı da hakkı olmalı insanın. Kim bilir ne büyük bir hazdır ayların emeğini seyircinin beğenisine sunmak. O zamanlarda bile açılışın sonuna kadar tatlı tatlı, mahçup bir gülümsemeyle misafirler arasında dolanır, sanki onca iş onun ellerinden, kalbinin ta içinden çıkmamış gibi, küçücük bir oğlan çocuğu misali sakin sakin bir şeyler anlatırdı.

Babam öldükten sonra uzun yaşamadı, Fakat on yıl boyunca bana öz amcalarımdan daha çok kıymet verdi. Sergilerinin baş tacı yaptı, bir dediğimi iki etmedi, hayatıma tiyatroyu, resmi ve İstanbul'u iyice yerleştirdi, sonra da hiç beklemediğimiz bir anda gitti. Bu şehre çok yakışıyordu. Özellikle Üsküdar'daki evini ve ufacık atölyesini hiç unutamam. Hele o dev kapıyı resimlerken ne kadar meraklandığımı hatırlıyorum, nasıl çıkacaktı ki o odadan? Şimdi ne zaman İstanbul Modern'e yolum düşse ve kapının önünde dursam, tekrar on altı yaşıma dönüyorum ve aynı merakla bakıyorum kapıya, o odadan nasıl çıkarttılar acaba?

Tipik bir yengeçti Burhan Amca. Kabuğunun içinde yumuşacıktı. Dünya fazla sert, çok hoyrattı ona. Hayır kelimesini kullanır mıydı bilmiyorum. Ağzından hiç duymadım. Genellikle olumlu cümleler kurardı. Dünya'nın karanlığına, çirkinliğine kafa tutan ufacık bir kır çiçeğiydi o benim için. Bu sebeple uzun yaşamadı. Hassas ruhlara göre değil buralar, o da fazla dayanamayıp gitti zaten.

O vakitler çok gençtim. Cenazeden sonra hala ne kaybettiğimi pek anlayamamıştım. Üzerimde siyah penye elbisem, elimde ufacık bir fotoğrafla Tuna'nın odasında öylece oturmuştuk.

Ondan bana kalan palet, boyanmış taşlar ve tablolar çok kıymetlidir. Sadece maddi olarak değil, onun ruhunu taşıdığı için değerlidir. Tıpkı yukarıdaki minicik resim gibi. Ama artık bende yaşlanıyorum ve hızla sadeleştirdiğim hayatımda sadece insanda değil, eşyada da sadeleşmek zorundayım. Bu hoyrat ve acımasız dünyada küçülmek ve taşıyamayacağım yükleri azaltmak artık bir zorunluluk.

Burhan Amca yaşasaydı bana aferin kızım derdi. Verdiğim kararlara güvenir, bu ikimizin de abayı yaktığı kenti bırakmak zorunda oluşumu, tablolar da dahil, eşyalarımı azaltmam gerektiğini anlardı. Ona öykündüğümü bilmesini çok isterdim... Ondaki derinliğe asla ulaşamayacağımı bilerek sadeleştiğimi görmesini gerçekten çok ama çok isterdim... Bir müzayede de daha birileri üzerinde adım yazan bir tabloya evini açarken ben hangi ağaca onun adını vermeliyim diye düşünüyorum. 

Sadeliği ve derinliğiyle çok özeldi Burhan Uygur, belki bir gün onu uzun uzun anlatırım...

4 Nisan 2021 Pazar

TELEMANN

 




Altı kırk beşte gözlerimi açtım. Yatak odasında eski tip pencereler olduğundan ilk duyduğum ses ince ince yağan yağmurun sesi oldu. Alarmı kapattım, kahve makinasını çalıştırdım. Theodora'nın mamasını verdim. Sonra da hızla ayakkabılarımı  giyip aşağıya, benim eski evin balkonunda beslediğim kedilerime yemek vermeye indim. Orada değillerdi... Zaman zaman ikisini de görüyorum ama son bir haftadır artık o eve dair bir düzenimiz olmadığının farkındalar... Bu vaziyete bir yanım üzülürken, öte taraftan onların değişimi böylesine kolaylıkla kabullenişlerine imrendim.

Yukarı çıktığımda okları çoktan kendime çevirmiştim. Ellerim kanaya kanaya yapıştığım duyguları düşündüm. Değiştirmekte zorlandığım alışkanlıklarımı. Gitmek isterken gidemeyişlerimi...  Çoktan beni terk etmiş ruhlara uluya uluya ağıt yakarak huzur vermeyişimi düşündüm... Düşündüm dediysem öyle oturup karalar bağlamadım, bi durdum, bi baktım. Gördüm diyelim.

Kahvaltımı yaptım, çamaşırları makineye yerleştirdim. Elbette on iki olmadan çalıştırmayacağım ama battı bana sepetin ortalıkta durması. Mutfağa dönüp bir kahve daha pişirdim kendime. sanırım hala alışamadığım nadir şeylerden biri de tek başıma Türk kahvesi içmek. Küfür gibi geliyor insana.

Mutfak masasının kıyısına iliştim. Sabah ışığında renkleriyle mutfağımı neşeye boğan anemonlara gülümsedim. Çiçeklere gülümsemeye başladıysam oldum sanki! Hadi hayırlısı.. Sonra yine karşı pencereye takıldı gözüm. Odanın düzenini hatırladım. Birbirine paralel duran yataklarımızı, karşı duvara yaslanmış kitaplığımızı ve  çalışma masalarımızı. Üç kapaklı kıyafet dolabımızı. Babam o odayı kardeşim ve benim için özel olarak çizdirip yaptırmıştı. Çok sevimli bir avizemiz ve Niyazi Toptoprak imzalı iki tablomuz asılıydı duvarda. Bir de Cihat Burak. Üçünü de çok severdik. Yerde üzerinde çiftçiler olan bizim oda için özel dokunmuş bir halı vardı. O halı da hala duruyor, ne tuhaf.

Babam hastalandığında bu odada yatmaya başlamıştı. Çünkü çok güzel ışık alan, kocaman bir penceresi ve balkonu olan bir odaydı. genellikle onun karşısındaki yatakta ben yatardım. Ağrıları artınca annem geçmişti benim yerime. Ben de kardeşimle annemlerin odasına gitmiştim. 

O odadaki tüm anılar hüzünlü değil. Şimdi kulağımda Telemann varken komik ve neşeli anılarımızı da anımsamaya başladım. Mesela bir gün babam bir çanta dolusu parayla gelmişti eve. Balya balya para. Hani şu seksenlerdeki o güzel pembe mavi bin liraları hatırlar mısınız? İşte onlardan. Büyük bir satış yapmış ve ödemesini elden alınca bankaya yetişemediği için doğruca eve gelmiş. 

O gün çok eğlenmiştik. Babam çantayı açtı ve Zeki Alasya & Metin Akpınar filmlerindeki milyoner olma sahnelerindeki gibi havalara savurmamıza izin verdi. Her yere gıcır gıcır bin liralar saçılmıştı! Hani para içinde yüzmek denir ya biz iki ufaklık sahiden yüzdük:))

Çok eğlenmiştik. Babam bize hep estetik beğenimizi geliştirecek şeyler almaya özen gösterirdi fakat bunların hiçbirine sahip olurken paradan, fiyatından bahsedilmezdi. Bir heykelin veya nadide bir kitabın kıymeti, güzelliği konuşulurdu elbette ama ederi değil. O gün sanırım paranın sadece kağıt olduğunu hissetmemizi istedi. Başardı da. Ha konfeti, ha para idi işte. Bu anıyla ne kadar alakası var elbette bilemiyorum fakat, ne ben, ne de kardeşim hayatımız boyunca ne varsıl ne de yoksulken paraya pek kıymet vermedik. Hatta içten içe yaşamına para üzerinden değer biçen insanlara şaşırdık.

İşte Telemann ile gelinen güzel bir anı karşı pencereden. 








3 Nisan 2021 Cumartesi

KARŞI PENCERE

 





Bu eve taşınacağım Mart ayının ilk günü belli olmuştu. İçimden "ulan Mart yine yaptın yapacağını" demiştim. Sahiden de hep Mart'ın işidir bunlar. Konu şöyle ki, şerdeki hayır, hayırdaki şer misali, neye sevinmeli, neye dövünmeliyim henüz anlayabilmiş değilim. Evet, ışık içinde bir evim var ve evet, kesinlikle bir evvelkinden kat kat keyifli... Ama iki pencerem var ki, ışığına rağmen, ruhumun gölgelediğini, açık açık kederlendiğimi hissediyorum. 

Ben bu gölge ve ışık oyunu için buradayım, bunu da gayet iyi biliyorum....

Anladığım o ki, İstanbul öykümü sonlandırmaya, lastik gibi uzattığım duygusal travmalarımı paketlemeye, daha da önemlisi hatırlamaya katlanamadığımdan uyuttuğum anılarımın gözlerinin tam içine bakmaya döndüm buraya. Uyanmaya geldim şu iki pencerenin önüne. Ben görmezden geldim diye yok olmamıştı ki zor yaşanmışlıklar, aslında alttan alta kemiriyorlardı içimi. Eğer şimdi, elime geçen bu fırsatı güzelce değerlendirirsem, onlara bir bir dikkatle bakarsam hepimiz, tüm yaşanmışlar ve yaşanacaklar huzur bulacak çok iyi biliyorum... Hissediyorum.

Sabah kahvaltımı yaparken ışıktan sarhoş ve aşırı mutluydum hatırladınız mı?  Ama öğleden sonra yemeğimi yerken bambaşka bir ruh haline düştüm. Güm diye bir taş oturdu mideme. İştahım kesildi birden, çünkü tezgahın üzerinde babama son kez kahvaltı hazırlayıp, yatağına götürdüğümüz tepsi vardı... Artık çok az yemek yiyordu ve annem ona sürpriz yaparsak belki bizimle yer diye düşünmüştü. Ama öyle olmadı, muhtemelen çok sancısı vardı ve o gün bir lokma bile yiyememişti... Bizim aile olarak son hafta sonu kahvaltımızdı bu ve işte o an var karşı pencerede. Henüz ölüm nedir bilmediğimiz zamanlara açılan büyük pencerenin içinde ailem var.

( biz bu pencereden öyle çok güzellik seyrettik ki...tek tek yazacağım.... )




Theodora çok mutlu şükür. Onun annesi yanında:)) Üstelik o kadar sevdi ki evdeki pencereleri, durmadan güneşi takip ederek pervazdan pervaza dolanıyor. O mutlu oldukça, ben de daha iyi hissediyorum. Er ya da geç iyileşecek bir yara değil midir geçmiş? Hele de ben buna içtenlikle niyet etmişsem. İşte bunu bildiğimden, kederlendiğim hızla sakinleşiyorum. 

Düşünsenize, şu karşı pencere kim bilir neleri hatırlamama yardımcı olacak? Neler şifa bulacak içimde, nasıl uykular bölünecek, hangi anılar uyanacak acaba? 

Merakla yaşıyorum.