21 Nisan 2010 Çarşamba

YÜREĞİM GÜM GÜM BU SABAH


"Geri kalan hayatı, kendi düşleriyle bu dünyanın ortak gerçekliği arasındaki acımasız çatışmalarla geçecekti. Onu tanıdığım kadarıyla, sonuna kadar savaşacak, tüm gücünü ve yaşama sevincini kimsenin, ama hiç kimsenin inanmaya hazır olmadığı bir şeyi boşu boşuna kanıtlamaya çalışarak tüketecekti.
Kimbilir; onun ölüm arayışı, belki de deniz kazasına uğrayan birinin bir ada aramasına benziyordu. Kimbilir kaç kez, gecenin geç saatlerinde metro istasyonlarında soyguncuların çıkagelmelerini beklemiştir boş yere. Kimbilir kaç kez, Londra'nın en tehlikeli mahallelerinde boş yere bir katil aramış, belki de kendinden çok güçlü adamları boş yere kışkırtmaya çalışmıştır.
Ta ki sonunda kendini vahşice öldürtmeyi başarana kadar. Peki, o zaman, hayatımızdaki en önemli şeylerin bir anda yok olup gittiğini görmenin acısından kaçımız kurtulacağız? Yalnızca bizim için çok önemli olan insanlardann değil, düşüncelerimiz ve düşlerimizden söz ediyorum: Bir gün, bir hafta, birkaç yıl daha dayanabiliriz, ama eninde sonunda yitirmeye yazgılıyız. Bedenimiz sağ kalır ama ruhumuz er geç ölümcül darbeyi yer: En kusursuz cinayet budur; yaşama sevincimizi kimlerin öldürdüğünü, bunu hangi güdüyle yaptıklarını, suçluların nerede bulunacağını bilemeyiz.
O adsız sansız suçlular yaptıklarının farkında mıdır acaba? Kuşkuluyum, çünkü onlar da - mutsuz, kibirli, düşkün ve çok güçlü olanlar - kendi yarattıkları gerçekliğin kurbanıdırlar..."
Portobello Cadısı
Sebebini bilmiyorum ama büyük bir sınava girecek gibi, az sonra ameliyat masasına yatacak gibi ya da uzun bir seyahate çıkmadan önceki upuzun gecede kıvranır gibi başladım güne! Bu çarpıntı ritim bozukluğu veya kahveyi fazla kaçırmak da olabilir ya, ben farklı bir koku alıyorum nedense...
Dün gece gördüğüm rüyayı, gün bitince anlatacağım. Bazı rüyalar vardır hani, yorumlamaya korkarsınız, büyüsü bozulur diye suya anlattırır büyükler... İşte dün gece öyle bir rüya gördüm. Yüksek benliğim beni en derin korkumun, en büyük aşkımın kucağında salladı. Bana bugünü müjdeledi ama bugün ne olacak söylemedi. Bilmiyorum. Sadece aranızda inançlı birileri varsa benim için dua etsinler, zira ben dua edemeyecek kadar tutuldum!
Fotoğraf mı? Ha onu Sir geçen C.tesi Beylerbeyi Sarayı'nın bahçesinde çekti. Pazar günü için rotamızı kontrol etmeye çıkmıştık ki, ben bu fotoğraftaki arkadaşı gördüm. kendisi benim ilk oyun arkadaşıma çok benziyordu... Yüzümdeki bu koskocaman ve nicedir buralara uğramayan seviç, o anları anımsamaktan...
Sene 1977, Bodrum Kalesi girişinde demir parmaklıkların ve kapının hemen önünde mermer bir aslan var. Aslında ben henüz onun aslan olduğunu bilmiyorum. Benim için bir at o. Üstelik kafası yok; kafasız bir at ve hayal gücü tavan yapmış bir çocuk...
Annem her öğleden sonra bizi Raşid'in Kahvesi'ne indiriyor. Babam dükkanda, az ileride. Muhtemelen arkadaşıyla tavla oynuyor ve akşamüstü içkisi var elinde. Benim bir gazoz hakkım var kahvede. Gazozumu içip, Hüseyin Amca'nın ardı sıra dolanıyorum biraz. Henüz Fahri Kaptan'ın dükkanının önü doldurulmamış ve bizim yengeçleri kovaladığımız rıhtımcık da yıkılmamış. İşin doğrusu daha o zaman ne içimde ne dışımda ne de Bodrum'da "hiçbir şey" yıkılmamış... Hayat peri masalı, ben de masalın en şanslı kahramanı...
Kahvenin mutfağı karanlık, nemli. Hafif bir kahve kokusuna, demlikten boşaltılmış ıslak çay kokusu karışıyor. Çöp kovasının yüksekliği neredeyse boyum kadar. Dükkanlara servis yapan kapıdan sızan ışık, bu gotik karanlığa çok yakışıyor. Sanırım benim ters ışığa aşkım taa o zamanlardan geliyor...
Karanlıktan sıkılınca dışarı çıkıp biraz yengeç kovalıyor, sonra kaleye doğru gidiyorum. Ana kapıda kargalar var. Koşarak onlara doğru kollarımı açıp, hepsinin havalanmasına sebep oluyorum. Kargalarla oynamaya bayılıyorum! Masmavi gökyüzünde simsiyah lekeler onlar. Sesleri çok fena ama gözleri birer safir sanki! Ben taaa o zamanlardan taş seviyorum. Değerli, değersiz, duvarda ya da parmağımda, taş için deliriyorum!
Kalenin duvarları gri, yüksek... Boyumun on katı belki. Hendeğin olduğu kapı açıksa deliler gibi koşuşturuyoruz arkadaşlarımla. Yan tarafta karakol binası var, bazen polis amcalar çıkıp bize bakıyorlar. Olsun başkomiser bizim komşumuz! Hem ben halıcı Sadi Bey'in kızıyım. Kimse beni burada oynamaktan alıkoyamaz! Özgürüm, güçlüyüm, kale benim, Bodrum benim, her şey benim!
Bu kapıdan başka bir kapısı daha var kalenin. Denizciler Kahvesi önünden koşarak o kapıya doğru gidiyorum bazen. Sağda sıra sıra tekneler var. Papatya, Ünal Amca ve Selim Abi de o teknelerin içindeler. Henüz Bardakçı'ya kara yolu olmayan, motorlarla gidilen yıllar bunlar... Zeki Müren ölmemiş, Ayla Eryüksel'in dükkanı çok moda ve Selçuk Amca'nın boncukları tezgahtan kalkmamış... Arşipel açık, Han açık, Örümcek ve Çerçi en mükemmel tasarımlarıyla hizmette! Daha ne dükkanların, ne hayatların, ne de kalplerin kapanmadığı zamanlar bunlar...
Kapıda bekliyor güzel atım beni. Hoopp diye atlıyorum sırtına. Adım Artemisia, bu kalede yaşayan kraliçeyim ben. Limandaki tüm tekneler donanmama dahil. Yenemeyeceğim kral, deviremeyeceğim yelkenli yok! Daha hiç yara almamışım, hiç savaş kaybetmemişim... Kaybetmek kelimesini kalbim hiç işitmemiş....
Saatlerce bir elimde kılıcım, diğeriyle sımsıkı atımın boynuna tutunarak savaşıyorum. Yorulunca da girişin solundaki taş lahite uzanıp dinleniyorum. O zamanlar benim için kraliçenin yatağı o lahit. Lahit kelimesini de tıpkı kaybetmek kelimesi gibi henüz bilmiyorum...
Ölüm henüz hayatımızda değil....
Sir'e beni şu bir tek fotoğrafla yüzyıllar öncesine götürdüğü için teşekkür ederim... Bana bir zamanlar kraliçe olduğumu hatırlatan bu koskocaman gülümseme o kadar iyi geldi ki, burada sabaha kadar yazsam da eksik olacak... Teşekkürler...

2 yorum:

P_A_N dedi ki...

Hayırlara vesile olsun efendim. Bugünün tüm duaları sizinle olsun efendim.

Sevgiler

Fortunata dedi ki...

Çok sağol... Çok ihtiyacım olacak:)