25 Nisan 2010 Pazar

İNANMIYORUM


Aşkın cinsi, milliyeti, yaşı, doğru zamanı vs vs olduğuna inanmıyorum. Bütün bunları bekleyenler ve umut edenler bence sadece öğretilmiş değerler üzerinden mutluluk kırıntısı peşine düşüyorlar. Ne mi oluyor? Yüzde ikibin hayal kırıklığı!


Ferzan Özpetek, Pedro Almodovar ve Janette Winterson bana inanılmaz büyülü geliyorlar. Onların eserlerinde öğretilmiş şeylere karşı büyük bir isyan var. Üstelik bunu marjinal olmak adına da yapmıyorlar. Sadece oluyorlar! Olurken ezberi bozuyorlar.


Erkek arkadaşlarımın çoğu - neyse ki Burhan ve Mustafa hariç:)- Ferzan Özpetek filmlerinden hoşlanmıyorlar. Sanki adam film yapmıyor da onlara cinsel tacizde bulunuyormuş gibi köşe bucak kaçıyorlar. Janette Winterson da böyle. Kime Vişnenin Cinsiyeti'ni ya da Tutku'yu versem, hemen aklına lezbiyenlik geliyor. Bu mudur bütün anladıkları diye gerçekten üzülüyorum!


Aslında şaşırmamak lazım. Neredeyse bütün bir hayatı başkaları için yaşıyoruz... İstediğimizi yiyemiyoruz, çünkü ince olmak lazım. İstediğimiz kadar gezemiyoruz, azıcık oturmak lazım... Hayatımız, aslında tam istediğimiz gibi konuşamayarak, anlaşamayarak, sevişemeyerek ve yarım yamalak aşk hikayeleri içinde debelenerek geçiyor. İtirazı olan varsa çok sevinirim zira benim etrafımdaki tablo ne yazık ki böyle...


Dün Annem Hakkında Herşey* isimli filmi izledim. Yıllar önce bu film için bir girişimde bulunmuştum ama kadının taksiyle travestilerin yaşadığı bölgeye girişiyle, filmin orasında kalktım gittim. Fazla geldi. Çıplaklık, sapkınlık olarak algıladığım üç beş kare beni o kadar rahatsız etti ki, devam etmek istemedim.


Oysa dün akşam hikaye bana çok yakın geldi. Lezbiyen değilim, olmayı bir an bile istemiş biri de değilim ama erkeklere bayıldığım da söylenemez... Ne yazık ki aradığı adamı bulamamış biriyim. İşin ilginç tarafına dönersek, dün akşam filmi büyük bir hayranlıkla seyrettim. Gerçek bir aşk filmiydi. İçinde birden fazla aşk hikayesi vardı ve hikayelerin hepsi birbirinden cesurdu. Gerçekti.


Buraya gelmiş olmak; izlediğim filmi cinsiyetimden vazgeçmiş ve aslında belki de ona en fazla sahip çıkmayı başarmış olduğumu farkederek izlemek bana çok iyi geldi.
Yavaş yavaş anlamaya başladım "aşk nedir", "aşk nasıl yaşanır"... Bugüne kadar gerçek aşkı bulamayışımın sebebi onun ne olduğunu bilmememden kaynaklanıyordu. Bana öğretilen, kitaplarda anlatılan, ahlaklı kadınların evlilikle sonuçlandırdığı cinsten şeylerin peşindeydim. Şimdi etrafıma göz gezdirdiğimde pek çok arkadaşımın - evli, boşanmış veya bekar - ellerinde kalan kırıntılara bakıyorum da kendimi bu anlamda hiç yalnız hissetmiyorum!
İlişkilerin içinde sevgili, anne, evlat, patron, çalışan... akla gelebilecek her şey oluyoruz, nedense sadece kendimiz olmaya cesaretimiz yok. İşte bu yüzden bütün bu yönetmenler, yazarlar ve hatta ressamlar, müzisyenler gerekli. Onlar evrenin ritmini yakalayabiliyorlar. Onlar evrendeki müzikle uyumlu bir şekilde dans ediyorlar. Biz mi? Bir kısmımız onları seyrederken kıskanıyor, bir kısmımız da aralarına karışacağı günü iple çekiyor benim gibi. Ama eminim çoğumuz hayatı boyunca gizli gizli izleyecek onları ve kendisi gibi olanlarla sosyalleştiği anlarda da kurallar ve ahlakla dolu bir siperden ateş edecek. Sorarım size ateş açtığınız şey nedir? Kendi korkaklığınız, bastırılmış varlığınız olmasın sakın?
Neyse, bütün söylemek istediğim bizi kandırıyorlar. Sorumluluklar, ahlak kuralları ve bize imzalattıkları onlarca kağıt parçası mutluluk getirmiyor. Bir ve bütün olmayı sağlamıyor. İçimiz kırık dökük, hayatımız etrafa saçılmış, darmadağın. Dünya nüfusu hiç olmadığı kadar mutsuz. Botox, kozmetik ürünleri, spalar, birkaç bin dolarlık çantalar içimizdeki yaralara merhem değil. Gündelik hayata karışarak sadece içimizdeki sesi bastıryoruz. Ne kadar dolu dolu(!) yaşarsak, onu duymak o kadar zorlaşır diye ha gayret yüksek perdeden yaşıyoruz. Bakalım nereye kadar?

5 yorum:

Enis Diker dedi ki...

Ahlâk tehlikli bir mevzu :) Savunmakta, karşı çıkmakta, sorgulamakta hep sıkıntılı. Ahlâk bugün ikili ilişkilerde, ideali, olması gerekeni ifade eder birşey olarak öne çıkıyor ve çoğunlukla akla ilk bu geliyor. Bu yüzden de topun ağzında hep galiba :)) Oysa yolda, otobüste, arkadaş arsında, insanla olan her yerde bir değerler sistemi var. Öyle olmasa insanlara yaptıklarından dolayı niye kızlım. Bir şeyleri yanlış görüyor ve kızıyoruz. (Ya da niye bazı şeyleri yaptığımızdaan dolayı bir ömür pişmalık duyalım.) Fahiş fiyata mal satana, sözünde durmayana, rüşvet alana, ağaç kesene, sokağa tükürene, hırsıza ne adına kızıyoruz?

Mükemmel değiliz, evet. Ve iyi ki de değiliz. Yoksa başkalarının yaptıkları karşısında çok zalim olabilirdik. En azından dönüp kendimize baktığımızda kendi yaralarımıza bakıp daha insani bir çizgiye gelebiliyoruz. İnsanları afetmek için bir sebebimiz oluyor. Bilmem çok mu dağıttım konuyu :))

Fortunata dedi ki...

Sevgili Enis Bey,
Bence konuyu dağıtalım hatta gençler bilmez ama hani şu eskiden yorgancıların yaptığı gibi hallaç pamuğu gibi attıralım. Zira kokuşmuşluk toplumda ise bu her birimizin içindeki çürümüşlükle oluyor. Arada bir havalandırmak lazım kalplerimizi:)) Ne dersiniz?

Enis Diker dedi ki...

Eyvallah efendim :))

kali dedi ki...

bence aşkı aramayı da kayıp kıta muyu aramayı bıraktığımız gibi bırakıp kalbin 'doğaüstü' şeyler yapan bir organ değil vücudumuza kan pompalayan bir organ olduğu gerçeğine geri dönmek gerekiyor ;)

veya en güzeli aşkın ne olduğu belli olmadığına göre kendimizce erişilebilir bir tanımını yapıp bunu elde etmeye çalışabiliriz?

filmlerde 'kurgulanan' birçok şeye özeniyor insan ister istemez, aşk için de filmdeki tanımı kullanmak zorunda mıyız?

ha tanımı için 'aşk bir kağıt helva gibidir, kırmızısı yenmez" gibi aşmış entellektüel tanımlarla gelecek arkadaşlara selam ediyorum şimdiden ;)

bırak aşkı yengece ne oldu ondan haber ver huhu?

Fortunata dedi ki...

Canım Kali,
Yakışmıyor bu sözler bir yengece demeyeceğim. Tam yengeç sözleri bunlar!Kabuk bizde, ego bizde, kıskaacın alası bizde:)))
Öpüyorum seni koskocaman. Hikayeyi iyi oldu hatırlattığın, bu hafta yazarım söz:))