12 Nisan 2010 Pazartesi

HADRIANOPOLIS'E ERGUVAN YAKIŞIR MI?


Evet yakışır! Hem de ne yakışmak....


Sabah 06.46, Sir paniklemiş yine. Yine diyorum çünkü çemkirmek benim, paniklemek onun göbek adı oldu Kerubim gezilerinde. Şükürler olsun ki o paniklediğinde bana sükunet, ben çemkirme moduna geçtiğimde de ona derviş dinginliği geliyor:) Bakalım bu yolda bizi ne maceraler bekliyor!


Bu keşif gezisini diğerlerinden ayıran bir şey var, Nazlı ve Nazmi hocam da bizimle geliyorlar. Önce şaka zannettim ama sabah onları arabada görünce gerçek olduğuna inandım. Vallahi de geliyorlar! Üstelik Sir'in annesi de bizimle Lüleburgaz'a kadar yolcu; ablasını ziyerete gidiyor.


Yola çıkışta son durum şöyleydi: kahveler ve peynirli sandwichler hazır, meyva suyu ve çikolatalar tamam, poğaçalar da gelmiş. Veeee kuru köfte var! İnanabiliyor musunuz, Nazlı hocam kuru köfte yapmış yaw! Nasıl sevindim anlatamam. Şımarık çocuk moduna geçmek için hiç bir eksiğim kalmadı şükür!


Bi dakika, ben rehberdim di mi? Evet, ciddi oluyorum ve yoldayız:)


İstanbul Edirne yolu inanılmaz rahat ve keyifli bir yol. Buraya ilk kez Verda ile gelmiştim ve ikinci gelişim Cenk kardeşleydi. Sonrasında hep Sir vardı. Sir, ben ve konuklarımız. Ama her mevsimi güzeldi Edirne'nin bunu iyice anladım.


Şehre girişi farklı bir yoldan yapıp önce Bulgar Kilisesi'ne uğradık. Gerçekten de çok güzelmiş kilise... Ve şansa bakın ki tam da ayin saatine denk geldik. Samimi olmak gerekirse, son yapılan restorasyon kilisenin içinde pek bir şey bırakmamış. Temiz, pak bir havası var ama biz hariç üç kişilik bir cemaat yeterli enerjiyi oluştıramamış... Zaten bulgarca pek molodik bir dil değil. E müzik zayıf, kostüm zayıf vesaire derken insan havaya giremiyor. Yine de oradaki direnci, zamana ve tüm tarihe meydan okuyan yedi kişiyi saygıyla seyrettik. Tören beni benden alamayınca, zihnim etrafı kolaçan etmeye başladı tabii. İkonalar, semboller, koku, ritüeldeki detaylar her şey farklıydı. En çok çift başlı kartala ( Bizans dönemimden başalayan ilişkilere bakınca şaşkınlığımı anlarsınız, yarım yamalak anlatmayayım burada. hem belki Virgilius anlatır:)), ellerini mudra yapmış İsa'ya ( bunu neden daha önce görmedim ki ben? ) ve ölüler için yakılan mumlara takıldım. Tabii rahibin tören boyunca yüzünü bize değil tanrıya dönmesi ve Aziz George kardeşimizin de ejderha katili oluşu beni derinden yaraladı:)


Şekilde görüldüğü üzere ruhani atmosferde yer bulamayınca, aklım oradan oraya zıpladı durdu! Bulgar Kilisesi görülesi bir yer vesselam. Çünkü üst katta Bugar kültürüne ait eşyalar ve bir kütüphane düzenleyerek, gerçekten bir varlık göstermeye çalışıyorlar.
Sonraki durağımız elbette Selimiye! Yarabbim şu kalem işlerini yapanlar insan mıydı? Bu uyum, bu görkem, bahçedeki kokular...


Sinan'ı hissetmek isterseniz mutlaka Edirne'ye gelmelisiniz. Hem de ısrar ediyorum bizimle gelin, zira 19 Mayıs Edirne Gezisi* muhteşem olacak. Gerçi hocalarım bir kez daha gelmeyecekler muhtemelen ama onları sonbaharda tekrar kandırıp getirmeye niyetliyim. Bu şehir alev alev çınar yapraklarıyla yanarken de başka güzel... Hem Rüstem Paşa Kervansarayı'nda kahve içmedik ki daha!


Selimiye'den çıkışı arastadan yapıyoruz. Arastanın kapısı şopar ve erguvanlarla süslü! ( Sir bağıra çağıra şopar ve erguvan dememe deli oluyor:)) Şoparlara verecekmişm beni! ) Edirne çingene cenneti!


Bir şah erguvanın altında fotoğraf çektirdikten sonra diğer hamam, camii ve çarşıların izini sürmeye başlıyoruz. Sokullu Hamamı, Taşhan, Saat Kulesi ( Hadrianaopolis'den kalan az bir taş temeli ve bir kaç parça malzemeyi burada görmek mümkün. Ama şimdilerde daha çok güvercinlere yuva olmuş ve bir kaç lalenin bahçesi haline gelmiş vaziyette... ) ve yemek molası!

Edirne tava ciğeri denilen şey inanılmaz lezzetli. Üstelik biz başka yerde şubesi olmayan, ciğer bitince kapıyı kilitleyip giden bir dükkanda yiyoruz. Demeye çalıştığım, bundan iyisi yok! Bir tabak ciğeri üç saniyede yiyip, gözümü garsona dikiyorum ama aslında karnım doydu. Rabbim gözümü doyursun!


Ciğerci çıkışı, kale içi yolcusuyuz. Burası, II. Beyazıd döneminde bölgeye yerleştirilen Sefarad yahudilerine ait bir mahalle. Tabii ortada ne bir yahudi, ne de can çekişen Büyük Sinagog dışında bir sinagog kalmış... On üç sinagog ard arda iki büyük yangında gitmiş... Bu kalan zavallım ise belli ki anılarda kalmaya mahkum; gitti gider...


Sinagog ardımızda kalırken, yönümüzü tekrar çarşıya çevirip, Tahtakale Hamamı ( artık bir meyhane ), Lale Camii, Rüstempaşa Kervansarayı diye devam ediyoruz. kervansaray gerçekten güzel. Bir otele dönüştürülmüş ve hakkıyla kullanılamıyor olsa da yani illetmecilik anlamında harikalar yaratmasalar da güzel... Bir süre bu mekanın tadını çıkartmaya çalışıyoruz. Fonda Ömer Faruk Tekbilek çalıyor... Bu müzik geri kalan herkesi ve her şeyi silmek için yeterli aslında. Ama yine de avluda semazenler, sedirlerde konuklar, ortada dolaşan kahve ve buz gibi şerbetler var hayallerde...


Hayal mi dedim? Buyrun Selçuklu'nun gölgesinde serinleyin. İşte Eski Camii! Burası Edirne'nin kalbi sanki. Bu camiiden çıkmak istemiyor insan. Duvarlar, kubbeler, her detay büyüleyici. Anlatacak mıyım sanıyorsunuz? Hayır... İstesem de yapamam. Burası ancak görülebilir, hissedilebilir fakat ne yazık ki anlatılamaz. Beni aşar...


Şimdi külliyeye gidiyoruz. Bakalım aşk acısı çekenler nasıl tedavi ediliyormuş**... Bu külliye gerçekten eşsiz. İçini hakkıyla gezmek isterseniz en az iki saat burada kalmalısınız. Biz kalamadık zira sırada Adalet Kulesi ve Muradiye vardı. Hem Meriç Nehri kıyısında gün batırmadan dönemezdik buralardan...


İşte Alalet Kasrı. Rapunzel yaşasaydı, bence bu kuleyi isterdi. Şahsen ben bayıldım. Bütün bir Namazgah ovasını seyretmek için öyle iyi bir noktada yükseliyor ki, gidip görmesi bedava! Önündeki mücevher gibi köprü ve ardındaki Kırkpınar alanı da ayrı bir eğlence. Tabii etraf çingene dolu ama Sir diyor ki, önceleri daha da betermiş. Gezmek için gelen turistleri otobüslerden indiremiyormuş rehberler.


Şu bastığımzı topraklarda o ünlü Horasan harcını mümkün kılan tavukların gıdakladığını, IV. Mehmet'in avlandığını ve sefere çıkan orduların namaz kılışını hayal etmek hiç zor değil. Dokunulamamış bir gerdanı var Edirne'nin...


Muradiye Camii... İçini göremedik. Hırsızlar çinilerini tek tek yürüttüğü için kapıyı kilitlemek zorunda kalıyorlarmış... Ama dışı bile yetti. Burası bir mevlevihane olarak yapılmış. Rivayete göre Mevlana, II. Murat'ın rüyasına girip bir mevlevihane yaptırmasını istemiş... Burada hala mevlevi mezarları mevcut.. Sanırım bu gezideki en büyük keşiflerimden biri Muradiye oldu. Yıllar sonra en çok özlediğim şeylerden birini yaptım burada! Uçurtma uçurdum!!!!


Sir, şoparlardan ricacı oldu, ben de hocalarımı, yaşımı başımı unutup deli danalar gibi uçurtmanın peşine düştüm. Yarabbim, sanki uçurtma ipi değilde balon mandarı var ellerimde! O minicik kağıt parçası beni alıp götürecekmiş gibi çekiştiriyor. Yavaş yavaş salıveriyorum ipini. Arabada bekliyor olmasalar ben buradan ayrılamam...

Bu duyguya denk bir haz düşünemiyorum. Rüzgara tapıyorum arkadaşım, ötesini berisini bilmem! İçimdeki bir parçaya çok iyi geliyor rüzgar. Nefesimi kesmesini, saçımı başımı dağıtmasını, elimden kaçıverecekmiş gibi naz yapmasını çok seviyorum! Rüzgarla uyumlanmak bana evrenin kalbinde olmak gibi geliyor.

Uçurtmayı Samed'e*** bırakıp, istemeye istemeye arabaya dönüyorum.... Şimdi sırada mimar Kemalettin'in meşhur Edirne Gar'ı var. İşte Karaağaç'tayız! Gar gerçekten çok güzel, gara giden yol da harika. Ama yorulduk. İçeri girip bakacak kadar enerjimiz kalmadı. Bu yüzden Meriç kıyısına dönüyoruz.


Önce bu güzel köprüden akşam güneşine selam verip ( Sarvesi hocam görse hemen güneşe selam yaptırırdı:)) ardından kutsal içecek biraya doğru masaya yönleniyoruz.
Ve ben kuru köftelerimle kucaklaşıyorum. Kuru köfte, patates, bira! Akıllı bir insan daha ne ister?


Edirne'den dönüş bana hep sevimsiz gelmiştir.... Ya, acaba gerçekten ashramı buraya mı taşısak ki? Hem üniversitede potansiyel var. Yazın okullar kapanınca güneye gider, sonbahara döneriz. Olmaz mı acaba?


Mayıs'da tekrar Edirne'de olacağımızı bilmek beni rahatlatıyor... Geziyi güzelleştiren herkese; hocalarıma, Sir'e, güneşe, rüzgara, şoparlara ve elbette erguvanlara teşekkür ederim...
Namaste!


* http://www.kerubimstorytellers.com/ 'dan etkinlik takvimine bakınız.
** Osmanlı tarihindeki ilk bimarhane.
*** Şopar Veled:))



2 yorum:

JoA dedi ki...

ben de gelcem... bir ara... ne ara bilmiyorum ama:(

Fortunata dedi ki...

Bir ara, iki ara.. bütün aralarda müsaitim senin için JoA:))