9 Eylül 2009 Çarşamba

KİLİSE

Gerçekleşen bir rüyaya...

Bu kilise hakkında yazmayı, daha da önemlisi onu yeniden görebilmeyi o kadar bekledim ki... Gerçekleştiği anda hissettiklerim ise anlatılır gibi değil... Yine de denemekte fayda var. Zaman insanın hafızasını çok zayıflatıyor, sanırım hafıza da yeni bilgiler için bazı kayıtları silmek zorunda kalıyor. Neye göre seçtiği ise belirsiz. Sanırım özellikle canımızı yakanları silip süpürüyor... Aylar önce pek değerli Virgilius'un hatırlattığı gibi "yazı gerekli", tekrar ve tekrar hatırlamak, unutmamak için...

Trilye halkından kesin bir yol bilgisi alamamakla beraber, kelimenin tam anlamıyla İngiliz centilmeni olan Sir A. E.'nin ( kendisi bu şehre nereden düşmüş Allah bilir, bir de şimdi bizim gibi yedi delilere bulaştı, hayırlara vesile olsun:)) cesareti sayesinde yollara düştük. Bol virajlı ama manzarası gayet güzel yollardan geçerek 20 dakika içinde köye ulaştık. Dereköy!

Zaman zaman çok arzuladığınız, fakat elde edemeyince, acıyı azaltmak için bilinçli olarak günlük düşüncelerinizden uzaklaştırdığınız ama ne hikmetse kalbinize çöreklenen şeyler vardır; birileri, bir yerler, anlar, hayaller... Dereköy'deki bu terk edilmiş Rum Kilisesi de benim için böyleydi. Hayatımda ilk kez başıma gelen bu tuhaf durumu bazen yoğun olarak anımsadım, bazen de haftalarca aklıma bile gelmedi...

Şimdi kapısının önündeydim ve bu anı o kadar fazla istemiştim ki, bir kaç saniye içeri girmemeyi bile düşündüm. Kalbim çarpmaya başladı, ellerim terledi, gözlerim doldu. Merdivenlerden yavaş yavaş çıktım. Çıktık. Külkedisi ve Sir A.E. neredeydiler emin değilim. Arada bir onlara cevap veriyor muydum, bir şey mi söylüyorlardı? Kimbilir...

Ana kapı aralıktı. Binanın ön cephesi dışında neredeyse hiç duvarı kalmamıştı. Çatı namına ise sadece bir kaç kalas; ha düştü ha düşecek... Avludan sonra gördüğüm manzara karşısında ağlamadıysam, ana inanamadığımdandır. Neredeyse rüyama geri dönmüştüm. Her şey tam da hatırladığım gibiydi. Mavi sütunlar, bitkiler... Herşeyi ama herşeyi yutmak istercesine seyrettim. Dakikalarca dolaştım çürümüş ahşapların, paramparça kiremitlerin arasında. Ne yılanlar ne de akrepler geldi aklıma. Kafam bedenimden ayrılmıştı, kafam benden bile bağımsız turlamaya başladı mekanda. Çürümeye yüz tutmuş ahşaplar, alçıyla sıvanmış dev mavi sütunlar... Ve delirmişçesine havlayan bir köpek! O bile anı bozamadı.

Evlenirken dahi bu kadar heyecanlanmamıştım. Gerçi o zaman hiç heyecanlamıştım da ne örnek vereceğimi bilemedim şimdi. Demek istediğim orada olduğuma inanmam dakikalarımı aldı. Kekeme bir aşık gibi neden sonra kendime gelip dilek dilemeyi akıl ettim. Ne yazık ki buraya ilk gelişimde, rüyamda ne dilediğimi hatırlayamıyordum. Yine de içimden muhtemelen şu an aklıma geleni dilemiş olmalıyım diye düşündüm. Eğer rüyalar bilinçaltının kapılarıysa, gerçek hayatta en imkansızı istemiş olmalıydım.

Rüyamda bu kiliseyi gördüğümde bir dilek dilemiştim evet.. Etrafımda dolaşan birileri de vardı ama nedense onları uçuşan perdeler gibi görüyordum. Daha net olabilenleri ise tanımıyordum. Fakat bütün bu varlıklar bana açıklayamayacağım kadar da tanıdıktı. Rüyamda güvendeydim. Huzurluydum. Şimdi aradan geçen üç yılı aşkın süreden sonra gerçek hayatta burada olmak - ki diğerinin gerçek olmadığını kim söyleyebilir? - muhteşemdi.

Dileğimi diledim. Ki bu benim aynı dileği - P.tesi günü P. Özer'le Heybeliada'daki Terk-i Diyar Manastırı'nda ağzımdan çıktığında kulaklarıma inanamamıştım - bir hafta içinde ikince kez dillendirmem oldu. Ama diledim. İstedim işte.

Sonrası kafamı toplamaya çalışarak, etrafa daha dikkatli bakarak ve içimden "işte geldim, hadi söyle neden çağırdın beni?" diye mırıldanmaktan kendimi alamayarak dolandım.. Hafiften sıyırmış olduğumu kabul ediyorum. Ama hayatında yoğun tempolu bir iş, kafasını ütüleyen bir eş ve eteğine yapışmış çocuklar olmayan bir kadın sıyırmaz da ne yapar? Böyle olur işte, gerçek ve hayal karışmaya başlar:))

Yine de, yani böyle bir rüyanın izini sürerek buralara gelmiş olmasaydım ve yolum düşüp görseydim de, kiliseye hayran kalacaktım. Daha önce hiç görmediğim güzellikteki ahşap işçiliği, vazolardan taşan güller... Beyaz ve mavinin yeşile yenilen, daha doğrusu teslim olan naifliği... Muhtemelen her durumda beni benden alacaktı.

Bir hayalim daha gerçekleşti böylece. En imkansız dileğimi diledim kilisede. Ama bir farkla; inanarak diledim! Dereköy'deki kiliseye gitmeyi başarmıştım, bu dileğim için de bir fırsat olamaz mıydı?
O günden beri bu güzel kiliseyi yeniden canlandırmanın, onarmanın bir yolu bulunabilir mi diye düşünüyorum. Patrikhane bu kiliseler için ne yapıyor acaba? Cemaati olmayan kiliseler ölüme mi terk ediliyor? Ya da bizim devlet politikamız nedir bu konuda?

Yavaş yavaş araştırmaya başladım. Belki de bu kilise onu onarmam için çağırdı beni. Belki de dileğimin imkansızlığını kendi kafamda yarattığımı, zamanı gelen tüm dileklerin kabul olacağını söylemek istedi. Tıpkı benim kalbimin derinliklerinde onu bir gün ziyaret edeceğim gerçeğini saklı tutmam gibi.
İnançsızlık pusuda yatan yılan gibi yüreklerimizde. İnançsızlıkla barışmadan huzur yok kalplerimize....

Unutmadan, bu kiliseyi diğerlerin ayıran özellikler hakkında sanat tarihi kökenli olmadığım için fazla bir şey söyleyemeyeceğim ancak hemen hemen bütün duvarlarda aynı sembolün tekrarlanıyor olması ilginçti. Kilisenin en belirgin sembolü hava gurubuyla temsil edilen yani kartal simgeli Kerubim idi.* Bunu da İstanbul'a gelince yaptığım araştırma sonunda öğrendim. Tanrının tahtını koruduğuna inanılan ve dört elementi temsil eden altı kanatlı bir melek Kerubim. En yüksek mertebeli melek. Süleyman Mabedi'nden beri heykelleri dikilen hatta Ayasofya'da bile son dönem çalışmalarda bir örneğine rastlanan büyüleyici bir varlık kendisi.


*http://www.hermetics.org/Element.html buradan daha fazla şey öğrenebilirsiniz. Sağolsun Külkedisi de birazcık bakınmış.


Orada olmamı sağlayan sadece rüyalar ve melekler değildi, gerçek hayatta kalbimi avuçlarına bıraktığım dostlardı. Kankalardı:)) Sebep olan kankaların da Allah tuttuğunu altın etsin. Yok yok etmesin, altın kimi mutlu etmiş ki?
ÖNEMLİ NOT. Merak edenler için az önce bulduğum bir kaynak: http://books.google.com.tr/books?id=nlHhTdoTjoEC&printsec=frontcover#v=onepage&q=&f=false

2 yorum:

No More Virgilius dedi ki...

Yazı içeriğine değinmeden, sadece hermetics.org sitesinin çok güvenilir/otantik/muteber/sahih olmadığını söylemek isterim.

("ben diyorum çam tahtası, sen diyorsun bayram haftası" diye azarlamazsın umarım.)

Fortunata dedi ki...

Daha güvenilir kaynakları bizimle paylaşırsam çok sevinirim. Gerçekten hala büyük bir merakla araştırıyorum şu meleği.