29 Eylül 2008 Pazartesi

Fıtır Bayramı/Tatili Kutlu Olsun.


Söylediklerin yüzünden sabaha kadar döndüm durdum yatakta demeyeceğim. Ama etkilendim. Özellikle başka birinin yüzünde yola çıkmak ve sonra yolculuğun başlangıç noktasını, hatta kendini bile unutup, bitiş noktasında öylece kalakalmak... Güzel cümleler bunlar, ağır cümleler. Hele yakın zamanda geçmişlerse hayatından daha da içine dokunuyor insanın.

Ben kelimelerin gücünü hiç küçümsemem bilirsin. Fakat bütün bunlar çok tekrarlanmış ve konuya yakın herkesin içini baymış söylemler. Hani on kere ben, on kere de sen yazsan yine okunacaktır mutlaka... Ona bir sözüm yok. Ama bir yere götürmez bizi, gidenleri de getirmez... Ha, belki insanın kendini anımsamasına neden olur, o kadar. Yürüyüş bandı üzerinde debelenmek gibi. Amaç hareket etmekse eyvallah ama bulunduğun noktadan bir adım öteye gidemeyeceğini unutmamalısın. Unutmamalıyız.

Anımsamak dedim de, aklıma S.Y.'nin söyledikleri geldi. Şu uçak ve pistle ilgili olanlar. Dün uzun uzun bu konuda düşündüm. Sonuç olarak yıl bitmeden blogu kapatmaya karar verdim, Aralık'da tam bir yıl olacak. Sebebi basit; gerçekten yapmam gerekenler konusunda beni etkiliyor, zamanımı alıyor. Oysa bir yıl, yazıya ısınmak ve yabancıların önünde yazıp çizmek antremanları için gayet yeterli bir süre. Ne dersin? Bundan sonra yazdıklarımı kağıtta görmek istiyorum. Bana dert olmadan birileri basarsa ne ala olmazsa da matbaa var, rica ederim Özkan'a en ucuzundan kağıtlara basar, Cenk de dağıtımını halleder:)))

İşte bende haberler böyle. S.Y.'nin anlattığı yalnızlık noktasını sever miyim bilmem ama bu bebek adımlarının beni oraya götüremeyeceği çok açık. Blog yazmaya devam etmek demek, oraya gitmek konusunda karar verememiş olmak demek. Oysa bazen ertelemek sadece zaman kaybı... aslında ertelemek her daim zaman kaybı! Açıkcası pistte dolanıp durmaktan sıkıldım, bakalım havalanabiliyor muyum? Bir an evvel sıralamaya ve ardından bir yere tutunmadan yürümeye başlamalıyım. Sonrası uçmak zaten... Eğer gittiğim yeri beğenmezsem ne olacağını da bir sonraki aşamada düşünürüm. Bıktım artık gelecek zamanı hesaplamaktan. Muse'un dediği gibi: Hayat senden avans istiyorum:)))

Herkesin Fıtır Bayramı'nı* kutluyorum. Bayramda ne dilenir bilemedim ama ben kendim için akıl, fikir, sabır ve sağlık diliyorum. Siz de her ne istiyorsanız dileyin bakalım.

Biz genel olarak mahalle arkadaşları arasında bir gece orada, diğer gece şurada yemek yapıp, sakin sakin içeceğiz. Bir ihtimal iki gün şehir dışında olacağım. Ya da bayramdan sonra mı gitmeli? Bilemedim. Ziyaretime gelecek olanlar lütfen çikolata getirmesinler, diyete başladım.** Ama çiçeklere hiç itirazım olmaz:)) Kısacası birkaç gün yazmam herhalde. Ekim'de görüşürüz...




*Valalhi adı buymuş, ben Prusya Kralı'nın yalancısıyım.

**Böylece beni çikolata yerken görenler "ne o hani başlamıştın" diyebilirler, belki utanırım da az yerim:)))

27 Eylül 2008 Cumartesi

Çiçek Mafyası.


Sabah saat 7.00'de hiç ama hiç istemeyerek, aslında daha da dürüst olursak, sürünerek çıktım yataktan. Gözlerim kapalı mutfağa gittim, kahvemi hazırladım. Acele tarafından maillerime baktım ve mahallemizin bir numaralı kuaförü Fahri Bey'e gitmek üzere yola döküldüm. Böylece, güne ellerimi, ayaklarımı güzelleştirme operasyonu ve Fahri Bey'in muhteşem hikayeleriyle başlamış oldum. Ancak yapılacak işler bizi beklerken daha fazla uzatamayacağımız için, Ebru ve kıskardeşi ile beraber Ajdar'ı almak üzere Fahri Bey ve Nuray kardeşle vedalaştık.

Sophie'yi babasına pasladıktan sonra, Bağlarbaşı civarında Ebru'nun kızkardeşi de bizden ayrıldı. Kalanlar olarak Çengelköy'deki gizli cennete doğru yol almaya başladık.

Cennette nuriler var idi dememi bekliyorsanız yanıldınız! Bitki işinde hiç yakışıklı adam yok. Yeri gelmişken sanılanın aksine, Kalamış Marina'da da hiç yakışıklı erkek yok! Aman ya, neyse ki her iki mekanda da bol bol ruha iyi gelecek malzeme var:))

Çengelköy'deki botanik bahçesi/sera başka günler nasıldır bilemem ama bugün acayip parlıyordu. Hani neredeyse tüm çiçekleri alıp çıkma isteği uyandıracak kadar cazibeliydi. Ebru dükkan için çiçek seçerken, biz Ajdar ile o bitkiden diğerine dolaştık ve o kadar abarttık ki, neredeyse kayboluyorduk. Şehrin ortasında olmasına rağmen sanırım en büyük ve bol çeşit barındıran yerlerden biridir orası. İnanılmaz güzel çiçekler vardı, şimdi saymaya kalksam hem siz bayılırsınız, hem de ben ismini hatırlayamadıklarım için ter dökmeye başlarım. Fakat ben ki kesme çiçek dışında pek bitki meraklısı değilimdir, bir zeytin ağacını kucaklayıp arabaya yüklememiş olmam büyük mucize.. Şükürler olsun ki onu dikecek bir bahçem yok!

Üç kadın ve bir sürü bitki, bize ikram edilen çayları içtikten sonra Ebru'nun yeni dükkanına doğru harekete geçtik. Arada Ebru'nun eve uğradık. Üstelik tam Burak hakkında "ya bizi görse bunlar çete oldu diyecek" dedim ki, daire kapısı açıldı ve yakalandık! Adam da bizi görür görmez "Aaa çiçek mafyası geldi" dedi! Böylece ekibimiz yeni ismine de kavuşmuş oldu; Çiçek Mafyası:))

Ebru'nun dükkan gerçekten çok güzel oldu. Hani, arkadaşımın yeri ve biz de bir parça yardım ettik diye söylemiyorum, tam çiçek alınacak yer. Hatta sokak çiçekçilerinden yediğimiz kazıkları düşünürsek, hiç tahmin edemeyeceğiniz kadar da ekonomik. Bu kadar iyi niyet ve uygun fiyatla nasıl olacak da zengin olacağız diyorum ama Ebru inançlı. Dilerim bizim "zenginden al fakirle ye" projesi Ebru'nun yumuşak kalbine yenik düşmez... Ebru, lütfen çıkacağımız seyahatleri, alacağımız ayakkabıları düşün!!

Unutmadan, rica ederim bundan böyle bana çiçek gönderecek olan hayranlarım, Secret Garden/Caddebostan'dan Ebru Hanım'a danışsınlar. Kendisi hangi mevsim, hangi çiçeği severim çok iyi biliyor:)) Milletin terzisi, mücevhercisi olur da benim çiçekçim olmaz mı?Hıh!

Efendim, bütün bu emekler ve güzel işlerden sonra mekana ve karısına hayranlıktan keyfi tavan yapan Burak Bey, bizi pizzalı şaraplı bir öğle yemeğine çıkarttılar. Hiç öğle yemeğinde şarap içilir mi falan denilmesin, hele de hava yağmurlu ise pek güzel içilir. Şükürler olsun ki herkes semtimizi terk eylemiş, bu sayede Caddebostan'daki güzel bir mekanda sakin sakin sohbet edip yemek yiyebildik. Dikkatinizi çekerim günlerden Cumartesi!

Tam öğleden sonra uykusu için evime gidecektim, Ateş aradı. Onunla marinaya gitmek isteyecek manyak bulamamış!!! Günün kalanında Ateş Bey kardeşimizle marinadaki işlerimizi hallettik. Bir paket fıstıklı bar ve bir litre cola karşılığında teknedeki suyu boşaltıp, kendisine yarenlik ettim:)) Elbette beklentim yüksek; adaların arkasına gidip kamp yapacağız. Hatta karda kışta yapacağız ki, bi tarafımız donsun! Nedense bütün yaz gidilemedi ama eminim Kasım gibi harika olacaktır!!! Artık gazetelerde ikinci sayfaya çıkarız herhalde: "İçip içip yelken yapan bir grup genç(!)* sahil güvenlik tarafından hipotermiye beş kala kurtarıldı!"

Neyse, kalan zamanda Eda Liza ve Leyla ile oynadığımı, üzerine Pilatescadısı ve eşiyle kahve içip sohbet ettiğimi uzun uzun yazacak değilim. Prusya Kralı'yla komedi dizisi izlediğimi de geçiyorum. Baymamak lazım, biliyorum:)) Ve hatta yorgunluktan telef olduğum için, Sakin Konseri'ne gidemediğime de sızlanmayacağım. Oysa Burak da sahneye çıkacaktı. Neyse, onu 4 Ekim'de izleriz kısmetse...
Bütün bunları atlıyorum çünkü günün en önemli olayı Çiçek Mafyası'nın Secret Garden by Ebru Güven'le gurur duymasıydı. Birinin, hele hele sevdiğiniz, değer verdiğiniz birinin tam da galiba bu işi bırakmak zorunda kalacak dediğiniz anda, hayallerine kavuşmasını izlemek nasıl da güzel.. Ondan yayılan mutlulukla ısınmak müthiş bir keyif.

Ben, Secret Garden/Caddebostan'dan çiçek alın derken çok ciddiyim. Yakın arkadaşlarım çiçek konusunda nasıl takıntılı olduğumu bilirler. Bilmeyenlere de Muse* anlatsın! Ama özel bir durum için çiçek alacaksanız lütfen orayı deneyin. Ebru'ya nasıl birine, ne sebeple çiçek alacağınızı anlatın ve gerisine karışmayın. Beğenmezseniz faturayı bana yollarsınız:)) Yalnız orkide hiç sevmem, bu durumda orkide siparişlerinizden memnun kalmazsanız, mesul değilim. Ödemem yani. Peşin peşin söylüyorum:)))


*30+ genç sayılmaz muhtemelen:))
**Kendisi bana her daim nergisler alan biricik dostumdur ama bir gün pek severim diye, yanılıp lale almış idi... - ki aslında lale değil, sadece lalenin bir türü olan mor ve eflatun anemonları severim - o gün yaşadıklarımız üzerine hala geyikler döner:))

26 Eylül 2008 Cuma

Yağmurlu Gün Şarkısı....


Letting The Cable Sleep




you in the dark


you in the pain


you on the run


living a hell


living your ghost


living your end


never seem to get in the place


that I belong


don't wanna lose the time


lose the time


to come whatever


you say it's alright


whatever you do


it's all good


whatever you say


it's alright


silence is not the way


we need to talk about it


If heaven is on the way


If heaven is on the way


you in the sea


on a decline breaking


the waves watching the lights


go down letting the cables sleep


whatever you say it's alright


whatever you do it's all good


whatever you say it's alright


silence is not the way


we need to talk about it


If heaven is on the way


we'll wrap the world around it


If heaven is on the way


If heaven is on the way


I'm a stranger in this town


I'm a stranger in this town


I'm a stranger in this town


If heaven is on the way


If heaven is on the way


I'm stranger in this town


I'm a stranger in this town

25 Eylül 2008 Perşembe

Derinlik Korkusu.

A.A'ya 1 Temmuz 1997 & 19 Ekim 2002 tarihleri anısına...

Az evvel Pelin'e mail yazdım. Pelin tatilde, hem de en sevdiğim yerde; Gümüşlük'de! Onun adına deliler gibi mutlu oldum. Eve döndüğünde her dakikayı dinlemek için sabırsızlanıyorum. Hem ilk otobüsle gelsin istiyorum hem de sonbahar kokusu havaya sinene kadar orada benim için de nefes alsın istiyorum.

Gümüşlük; şu dünyada kendimi ait hissettiğim nadir yerlerden biridir. Düzeltiyorum; Gümüşlük şu dünyada kendimi ait hissettiğim tek yerdir. Kimsenin varlığına ihtiyaç duymadan günlerce denize bakabileceğim bir sığınak... Yirmi yıl önce nasıl görünüyorsa hala öyle görünen; el değmemiş bir liman... Elbette balık lokantalarındaki masa örtüleri değişti, daha bir gösterişli oldu ve biraz arsızlaştı garsonlar ama bu önemsiz detaylar dışında neredeyse her şey aynı. Yani tam sevdiğim gibi.
Bodrum'a gelen ve misafirimiz olan hemen hemen herkesi götürmüşümdür Gümüşlük'e fakat nedense bende kalan hep ve sadece Gümüşlük olmuştur. Yanımdakiler ve yaşanan gün hep ötelenmiştir limanın büyüsü karşısında. Eğer kendime ait bir günüm varsa Bodrum'da, yüzmek ya da merkezden kaçmak için seçimim daima Gümüşlük olmuştur.

Gümüşlük'de burada yapamadığımı yapabiliyorum; sadece anı düşünmeyi başarabiliyorum. Sanırım yalnızca oradayken içinde bulunduğum zamana ve diğerlerine gerçekten ait oluyorum. Herşey gözümün önünden sükunetle geçiyor; acıtmıyor, heyecanlandırmıyor, havalara uçurmuyor. İpinden kaçmış bir balon hafifliğinde nefes alıyorum. Kendimi yukarıdan seyrediyor gibi hissediyorum ve bütün bunlar için tek ihtiyacım ben! Sadece ben. Yine de tuhaf bir şekilde yalnız hissetmiyorum. Kendimle kalıyorum ve yalnız hissetmiyorum.

Ada tanıdık, kahve tanıdık, Batı tanıdık... Üzerinde yüzdüğüm liman çok ama çok tanıdık. Aklıma kimse gelmiyor ya da herkes geliyor... Limanın kollarında yüzerken dünyanın hiç kıymeti yok... Zaman da neymiş? Kim beklermiş beni.... Hiç ama hiç önemi yok. Sadece an var.

Çoğu zaman adadan yarımadaya yüzmeye cesaret edemiyorum, yanımda birileri olsa bile, birşey beni limanın kalıntılarına çekecek diye garip bir ürperti duyuyorum. Dalmaya cesaret ettiğim her an, korkuyla çıkıyorum sudan. Çocukça belki ama, gülümseyen bir deniz kızının elini tutup derinlere gideceğim ve yukarı çıkamayacağım gibi tuhaf düşüncelere kapılıyorum. Oysa elbette biliyorum ki hepsi benim hayal gücüm... Yine de, ya bir gün o hayal gücü pek bir güçlenir ve ben sudan çıkmak istemezsem diye düşünmeden edemiyorum. İçimdeki derin sularda debelendiğim, dibe doğru sarhoş sarhoş indiğim günleri dün gibi hatırlıyorum... Bazen sudan çıktığıma ve artık nefes alabildiğime hala inanamıyorum.

Eski kocam, "deniz benim gerçek yaşama alanım, karada sürgünüm ben" derdi. Gözlerine bakardım, söylediklerine bütün kalbimle inanırdım. Gerçekten balık gibi bir adamdı; sakin, sinirsiz, tepkisiz... Ve gerçekten denizde olmadığımız tüm zamanlarda mutsuzdu. Lanetlenmiş ve bir sonraki hayatına insan olarak gönderilmiş bir balıktı! Balıklar gibi konuşamıyordu!* Orfozdu benim eski kocam. Karaya sürgün mutsuz bir orfoz... Aramızda insan suretinde dolaşan orfoz-insan! Onun, sürgün edildiğine inandığı bu hayatında tek canlıydım ben dilinden anlayan... Ama onu cezalandırdım. Benim dilimden anlamak istemediği için ve kelimeleri kullanmadan da bal gibi konuşabilecekken konuşmadığı için küstüm...

Karada yaşayarak kendince devam edebilmiş bir orfozu, onun silahıyla öldürdüm; suskunlukla! Hani kelimelerin gücünden ve yaralayıcı olduğundan bahsedilir ya, kelimeler ne ki? Suskunluğun ölümü özletecek bir etkisi vardır. Bir ses, bir tek ses için yalvararak bakarsınız ama gözleriniz çarptığı duvardan akar! Acımasızdır susmak; en şiddetli kavgadan, en keskin kılıçtan çok ama çok daha acımasız. Kanınız donar, kendi suskunluğunuzun gücünden korkarsınız. Sizin kontrolünüzden çıkıp, hayatı ele geçiren bir tılsımdır konuşmamak. Sustukça daha çok susmak kaplar iki insanın arasındaki boşlukları...

Susarak cezalandırmak benim bilinçsizce yaptığım birşeydi. Oturup düşünmemiştim "ne yapmalıyım?" diye. Ama herşey bittikten sonra çok düşündüm "neden yaptım?" diye. Ve sonunda buldum cevabını. Hem de Gümüşlük'de buldum. Son gittiğimde uzun uzun yüzdüm, sonra kayalara oturup, cilt kanseri olma ihtimalini yok sayarak sırtımı güneşe döndüm. Orada ne kadar oturduğumu anımsamıyorum. Aklımdan geçenleri de pek anımsamıyorum. Fakat bir anda eski kocamı anladım. Kızgındım, benimle konuşmak için çaba harcamayışına, beni anlamak için uğraşmayışına değil; beni bu kadar çok severken kendini benden gizlemesine kızgındım. Kırgınlık, aşk, özlem vs kalmamıştı ama kızgınlık dün gibiydi...

Ben gördükçe ve anladıkça saklanan, daima onunla kalacağıma güvenmeyen, direnen haline öfkeliydim. Aramızdaki kalın akvaryum camına dayanamaz hale gelmişimi anımsadıkça, nefessiz kaldığım zamanları hatırladıkça öfkem arttı.. Derin derin nefes aldım, tekrar suya atladım. Bunca yıldan sonra artık düşünmemeliydim. Konuşamamıştı, ben de susmuştum ve yitip gitmiştik işte niceleri gibi. Neydi ki bu manasız kızgınlık? Yorulana kadar yüzdüm, yüzdüm, yüzdüm... Ve nihayet kızgınlığımı ve orfozu elime aldıp, denize attım!

Bunu zihnimde yaptım, aradan geçen uzun yıllardan sonra o gün Gümüşlük'de otururken, içimdeki suskunluktan ve sonu gelmez cezadan kurtuldum! Belirsizlikten ve sahip olduğu hayata tutunamayan bir adama sarılmaktan kurtuldum. Onun beni sarmaşık gibi saran, soluğumu kesen melankolisinden kurtuldum. Affettim. Seçimini yaptığı için kızgın olmaya hakkım yoktu. Yalnız kalmak istiyorsa elbette kalabilirdi, hatta onun yalnızlığında yaşamaya razı kadınlarla devam etmek en doğal hakkıydı. Fakat ben, onunla beraber boğulmayı reddettiğim için suçlanamazdım. Masumdum.

Gümüşlük... Bir tür tapınak benim için; bağışladığım ve bağışlandığım. İsimsiz dinimin tüm ritüellerini yerine getirebildiğim, şubesi olmayan bir tapınak. Dostum Muse'un tanımlamasıyla, hayatın bana avans verdiğine inandığım anların adresi...

Gümüşlük.... Bir sürgün hikayesi. Orfoz prensin sesini kaybedip, karaya çıktığı yer... Benim gerçek olduğum tek yer... Anladım ki, benzer korkulara sahip insanlarla yaşamak, her sabah aynı endişeli gözlere günaydın diyerek uyanmak ve devam edebilmek imkansız. Tesellisiz.

Ben hayatta bir tek eski kocamla korkmadan yüzmüştüm, Gümüşlük'de. Çünkü o bir balıktı, eğer su beni derinlere çağırırsa ardımdan gelip kurtarabilirdi. Tekrar karaya çıkartabilirdi. Ben onun bunu yapmayacağını, yapamayacağını gördüğümde sustum. Bana asla veremeyeceği bir duygunun peşindeydim... Eğer ben bir gün dibe gitmek isteseydim, değil beni yukarı çıkartmak, hem kendi beline hem de benimkine ağırlık bağlar ve sevinç içinde inerdi aşağıya. Beni suskun kılan, ondan uzaklaştıran bu korkumdu. Bir balıkla yaşamanın derin korkusu; Belirsizlik** ve derinlik korkusu...


*Küçük Deniz Kızı masalını hatırlıyor musunuz? Prensi görmek için iki bacağa ihtiyacı olan deniz kızı, büyücüden sesi karşılığında iki bacak alır ve kara insanları gibi yürümeye başlar. Ama bu bedel onu mutluluğa götürmez...

**Beraberinde huzursuzluk getiren bir korku.

24 Eylül 2008 Çarşamba

Mutfakta Buluşalım.


Nedense, günlerden Pazartesi diye uyandım bu sabah. Pek hoşuma gitti hafif bir serinlikte kahvemi içmek ve hatta pilates daha az yordu:))* Aldığım B vitaminlerinden midir yoksa dün gece kardeşimi de alet ettiğim abur cubur partisinden mi** bilemedim ama acayip iştahım açıldı. Tam da işe başlamaya sayılı gün kalmışken, şişmanlayacağım ve en cicili bicili, giyilmesi gerekli elbiselere sığamayacağım diye fena halde tırstım!

Tanrı beni deniyor olmalı. Biraz sonra İkea'ya gidilecek ve ben muhtemelen çikolatalı bisküvilerin önünden geçemeyeceğim! İnşallah depresyonda falan değilimdir. Bu kadar tatlı isteği ve uyku hayra alamet değil.

Neyse, klasik müzik sezonu da açıldı diyerek konuyu değiştireyim bari:)) Hatta bu yıl benden daha atak davranan*** ve kulaklarımızın pasını atanlar oldu, teşekkür ederiz kendilerine. Bu hoşluğun karşısında ben de yıl boyunca ilgimi çeken konserleri zaman zaman haber veririm muhtemelen. Malum herkes kendini işe güce kaptıracak ve bu gibi fuzuli işlere yine benim zaman ayırmam gerekecek:))

Hazır müzik ve sonbahar muhabbeti yapmışken sevgili dostum Muse'a lazanya için hazır olduğumu da bildirmek isterim: Hiç olmadığım kadar hazırım, duyuyor musun? Fazladan bir borcam da benim için pişirmen gerekebilir!!! Leh Kralı pek beğenmese de yanına haşhaşlı tatlı yapalım diyorum, ne dersiniz? Şarapları Burhan alsın. Kime diyorum???

Aaa Cenk ve Bingül'e de uyan bir gün olsun bari, bayramda burada mısınız Cenk? Olmalısınız, daha yeni döndünüz tatilden, eğer bir yere giderseniz Rabbim sizi taş yapar.
Evet, bana tarih bildirin ve bizim evin mutfağında buluşalım iştahım kaçmadan!


Not. Acaba sevgili Leh Kralı bayramı da düşünerek revani yapar mı??? Annemin güllaç yapmamasının acısı böylece diner belki:)))



*Jale'm vallahi aslında yeteri kadar yordu:))
** Marketten çıkarken kasadaki çocuk gülümsemesini sırıtmaya çevirmişti diyeceğim, siz anlayın artık!
***Virgillius.

22 Eylül 2008 Pazartesi

Misafir.

"Bu gece sizde kalabilir miyim?" diyor dünyalar güzeli bir erkek çocuk komşu teyzesine. Komşu teyze yüzünde allak bullak olmuş bir ifadeyle onu içeri alıyor...

Sonra komşu teyzenin yüzü kayboluyor ve kendi yüzümü görüyorum. Elini tuttuğum çocukla beraber yavaş yavaş merdivenlerden yukarı çıkmaya başlıyoruz. Karnı aç mı diye soruyorum. Değil. Ona güzel bir banyo yapalım ve uyu istersen diyorum. Usulca "peki" diyor. Suratımdaki ifadeyi kontrol etmeye çalışıyorum; onu utandıracak ya da daha fazla yaralayacak bir tek mimik olmamalı yüzümde. Sıkı sıkı tutuyorum elini, hatta çok mu sıkıyorum diye endişeleniyorum.

Banyo hazır. Bana iyi geldiği için ona da iyi gelir umuduyla portakallı bir banyo köpüğüyle dolduruyorum küveti. Henüz yedi yaşında ama soyunurken ona yardım etmemeden biraz rahatsız. Belki de ilk annesi dışında birinin yanında çıkartıyor giysilerini. Zor durumda kalıyorum, yüzüne baksam olmayacak, elbiselere baksam o da olmayacak. Baştan savar gibi hızlı hızlı da soymak istemiyorum. Ellerimin ve yüreğimin titremesini gizlemeye çalışıyorum. İkimiz de çok iyi biliyoruz yabancıların önünde çıplak kalmanın zorluğunu; ha bedenimiz çırılçıplak ha ruhumuz.

Köpüklerin arasında kayboluyor küçücük bedeni. Biraz daha rahatlamış gibi. Yüzünün azıcık gevşediğini görmek beni sevindiriyor. Gözündeki morluk için ne yapmalı diye düşünüyorum. Hiç gözüm morarmadı ki bileyim. Ben genelde tüm yumrukları kalbime yedim. Gerçi onun bile nasıl iyileştirileceğini hala öğrenemedim ya, neyse.

Biraz buz koyarız, ardından ağrıyı alsın diye Bephanten süreyim diye düşünüyorum. Kocaman yeşil bir havluyla kucaklıyorum onu, gözüm ayak tırnaklarına ilişiyor. Uzamışlar ve çok pisler. Bir anne bunu nasıl görmez aklım almıyor. Yine de boşveriyorum, onu tam da biraz sakinleşmişken böyle bir detayla huzursuz etmek istemiyorum.

Bir kez daha aynı utangaç sahneyi yaşamamak için, gümseyerek: "Hadi, sen kurulan ve giyin, ben de ikimize süt hazırlayayım" diyorum. Başıyla onaylıyor. Mutfağa inip süt ısıtıyorum. Kendi çocukluğumdaki en önemli detaylardan biridir süt. Süt içmezsem uyuyamam. Hala uyuyamam. Az da olsa içmem lazım. Henüz okula gitmediğim zamanlarda bir gece uykumun arasında süt diye ağlayarak uyanmışım. Annem ve babam evde süt olmadığını görünce ne yapacaklarını bilememişler ve sonra bana ılık su vermişler! İçip, uyumaya devam etmişim. Bu hikayeyi geçen hafta anlattı annem, çok güldük. Sütü ısıtırken aklıma geldi, kendi kendime güldüm.

Elimde bardaklarla yukarı çıktım. Yatağın kenarında öylece duruyordu. Saçlarını kurutmadığımızı farkettim. Banyodan fön makinesini getirdim. Saç kurutma işimiz çok kısa sürdü; incecik, kuş tüyü gibiydi saçları. Sonra onu yatağa çıkartıp, pikeyi dizlerine kadar örttüm. Böyle bir sahne için ruhunu satacak hale gelen ben, onu bu duruma getiren anneyi anlamaya çalıştım. Anlayamadım.

Yüz yüze oturduk yatakta, birbirimizin gözlerinin içine bakarak küçük yudumlar aldık bardaklarımızdan. "Bana bir masal anlatır mısın?" dedi. "Annem bana hiç anlatmaz, sadece bir kez babam anlatmıştı, istersen ben de sana onu anlatırım." Bardağı elinden aldım, yanına uzandım. Kardeşimin ve benim onun yaşlarındayken en çok hoşlandığımız şekilde saçlarını okşamaya başladım. Gerilmemeye ve ağlamamaya çalışıyordum ama hiç kolay değildi. Bütün dikkatimi onun minicik kalbine ve aramızdaki iletişime yoğunlaştırmaya çalıştım. Bu gece gözyaşı ve keder olmamalıydı. O benim misafirimdi.

Ona hangi masalı anlatmalıyım diye uzun uzun düşünüp, prova yapacak vaktim yoktu. Ben de en sevdiğim masal olan Rapunzel'i mi ister yoksa Küçük Kara Balık'ın* maceralarını mı dinlemeyi tercih eder diye sordum. "İkisi de" dedi. "Peki" dedim, o kadar uzun vaktimiz olmadığını bile bile peki dedim... Ve başladım Rapunzel'i anlatmaya:

"Çok uzak ve çok güzel bir ülkede, birbirlerini çok seven ve sahip oldukları herşey için yaratıcıya şükreden iyi kalpli bir çiftçi ve karısı yaşarmış. Hayattaki en büyük dilekleri bir bebekleri olmasıymış... Ve cesur prens, Rapunzel'in saçlarına tutunarak kuleye tırmanır. O kuleye çıkana kadar, kötü kalpli cadının döndüğünü zanneden Rapunzel, pencerenin pervazında prensi görünce korkar: "Kimsiniz? Benden ne istiyorsunuz?". Prens ona kabusun sona erdiğini, onu anne ve babasına götüreceğini, sonra kendisi de kabul ederse saraya gidip orada uzun yıllar mutlu yaşayabileceklerini anlatır. Daha prensin sözü bitmeden cadı gelir... "

Uyudu, oysa masalın sonunu duymasını isterdim... Bu benim en sevdiğimdi, kulaklarımdaki ilk masal... Belki de ihtiyacı olan masal değil, ona masal anlatan biri olduğunu bilerek derin bir uykuya dalmaktı... Ona masalın sonunu anlatmak için fırsatım olmayacaktı besbelli. "Hadi uyan bak masalın sonunda iyi şeyler olacak ve o zaman daha güzel rüyalar görebilrsin uykunda" diyemezdim. Yaralı bir çocuktu o, yorgundu. Dinlenmeye ihtiyacı vardı. Dinlendi. Masalın sonuna ihtiyacı olsaydı zaten uyumazdı. Tekrar bir çocuk gibi düşünmeye çalıştım, onun gibi düşünmeye çalıştım... Anımsayamadım.

Neden sonra aklıma geldi ve annesini aradım. Bende kaldığını ve gayet iyi olduğunu söyledim. Karşı taraftaki ses endişeli ve sevecendi. Sanki bana misafir olarak gelmişti bu küçücük çocuk. Sevginin binbir şekli vardı ve ben hepsini anlayamazdım... İyi geceler dileyerek kapattım telefonu. Kitaplığıma doğru yürüdüm, sayfaları darmadağın olmuş masal kitaplarıma baktım. Okumaktan lime lime olmuştu masallar... Küçük Kara Balık'ı buldum. Sabah ona verecektim. Yoksa bayram hediyesi olarak mı verseydim? Evet evet, böylesi daha uygun olurdu.

Odama döndüm, kendi masalım ve masalımın sonu hakkında düşündüm. Misafirimle aramızdaki benzerlikleri şaşırarak gördüm. Ruhumu portakallı köpüklerde dinlendiren, elimi tutup yatağıma yatıran ve kalbime merhem süren tüm dostlar için şükrettim. Fakat bu minnettarlık anı benim masalımdaki prensin kuleye çıkamamış -ya da çıkmamış - olduğu gerçeğini azaltmadı... Kalbimdeki morluk sızladı, alıp elime baktım, neredeyse iyileşmek üzereydi. Ama uykumu kaçırdı bu gereksiz hatırlama.

Kalktım ve küçük misafirimin odasına gittim, mışıl mışıl uyuyordu. Yavaşça saçlarını okşadım ve o hiç duymayacak olsa bile, yüreğine fısıldadım masalın sonunu. Her çocuk en az bir masal hakeder. Misafirim de bu evden cebinde en az bir masalla çıkmalıydı...


*Samed Behrengi, Küçük Kara Balık....

21 Eylül 2008 Pazar

Pazar Sabahı Zırvalamaları.


Her Pazar olduğu gibi yine ev halkından erken uyandım. Kahve yapmak için makinenin düğmesine bastım. Banyoya gidip yüzümü yıkadım ve salondaki balkonun kapısını açıp, yağmura gülümsedim.Tabii benim bu davranışım karşı balkonda kahvaltı eden amca tarafından Sevgi Hanım'ın kızı sıyırdı diye yorumlanmıştır ya, neyse. Nasıl olsa alıştılar artık diye düşünüp, umursamadım.

Şimdi Külkedisi'nden haber bekliyorum, bugün Tibet egzersizlerine başlayacağız. İyi geleceğine karar verdik oy birliğiyle. Londra'dayken denediğimde bana gerçekten iyi gelmişti. Gerçi orada bana herşey ve herkes iyi gelmişti... Hava, müzik, okul, şarap, Baltık Denizi kıyısından bir aşk...

Of of diyerekten, hatırlamanın gazabından sıyrılıp başka bloglara göz gezdirmeye başladım. Meğer ne çok insan yazmakta bulmuş kurtuluşu. Ben de hepsi barlarda, spor salonlarında, caddelerde sanıyordum. İçime su serpildi! İyi ki varlar ve iyi ki yazıyorlar.

Aralarından biri aşk ve aşkın sihirli dokunuşları üzerine yazmış... Benim yaşlarımda bir kadın. Gayet güzel ve makul bir yazıydı. Sadece fikir olarak ilginç geldi. Hem geleneksel olana karşı, hem de hala pembe dizilerdeki aşklara inanıyor. İçimden ona yorum yazmak geldi, "a be arkadaşım bak koskoca insan olmuşsun hala ne yapıyorsun, bi dur" demek istedim. Sonra vazgeçtim. Eğer o hayatının tam ortasında hala prenslere, aşkın sihirli dokunuşu ile herşeyin değişeceğine inanıyorsa, varsın inansın. Ama prensi ve kumdan kaleyi hayal kırıklıkları silip süpürdüğünde üzülmesin... Ya da üzülsün yahu, acıdan kaça kaça taş gibi oldu herkes. Üzülsün. Hatta dilerim tez zamanda üzülsün! üzülebilsin yeniden...
Unutmadan, aynı kadın eski sevgililerinden birinin ardından olumsuz laflar etti diye eleştirilmiş. Yani ona, sen Mevlana'dan ve hoşgörüden bahsederken nasıl olup adamın ardından böyle laflar ediyorsun vs vs demişler. Eder tabii, en doğal hakkı. Adam eşşek ise kız ne yapsın? Yalan mı söylesin? Onu payelendirip göklere mi çıkartsın. Eşşekmiş işte, O da eşşek demiş. Eminim Mevlana da aynısını yapardı! Ayrıca her eski sevgilinin ardından verip veriştirmiyoruz. Bunu atlamayalım lütfen. Hatta ben kendi adıma bazılarına minnettarım; hayal dünyamın perdelerini yırtıp, zihnimi başka bir boyuta taşıdıkları için! Sayelerinde Mevlayı bulmama az kaldı!

Neyse, konuyu dağıtmayalım, Pilatescadısı durmadan acıdan zevk almak üzerine cümleler kuruyor. Ebru'nun dediği gibi her dersin en az 40 dakikası acılı! Ama sanırım haklı, yani acının* vücut direncini arttırdığı bir gerçek. Belki ruhu da güçlendiriyordur? Aaa belki her denemenin bir öncekine göre daha az acı vermesinin sebebi, yüreğin buzlarının geç çözülmesi ya da çözülememesi değil, ruhun hayal kırıklıklarına karşı güçlenmesidir? Of bilemedim, burada tıkandım, Pilatescadısı anlatıversin lütfen ama eğitici ve de öğretici kısa cümlelerle olsun:))

Şimdi kendimi bu güzel Pazar gününde odamı toplamaya; çekmecelerimi düzenleyip, sağlık sigortası ve benzeri kağıtları tasnif etmeye adayacağım. Daraldıkça çıkıp nefes alacağım balkonda. Nasıl olsa yelkene çıkma işi yalan oldu, kimse yağmurda yelken açmak istemeyecektir haklı olarak! Havaya bak Ateş kardeşim, talihsiz bedevi gibiyiz! Ne olurdu sanki akşama kadar yağmasaydı... Neyse, bizde bol bol kahve içeriz.


*Bu konuda bir doktora danışmak lazım. Yani bazı dergilerde zaman zaman acı yemenin bağışıklık sistemini güçlendirdiğini okuyorum. Ya da spor yapmanın verdiği haz/acı ruhsal olarak da güçlendiriyor diyor eğitmenler ama bir bilimsel yazı olmalı... Jale'ciğim, yazsana bir tane.

19 Eylül 2008 Cuma

Çinko Çaydanlık & Turuncu Çiçekler..


Bir daha yemek yerken film seyretmeyeceğim, boğazımda kaldı bu akşam yediğim makarnalar! Oysa ne güzel aklımdan atmıştım salak saçma endişeleri; Muse için kaygılanmıyordum, uzaklardaki Küçük İnsan şimdi ne haldedir diye içimi böcekler kemirmiyordu ve sabah aynada gördüğüm bayaz saç telimi hafızamdan silmiştim! Hatta üzerine dondurmalı kek yemiş* ve caddede tur bile atmıştım. Sonra eve dönüp ve muhteşem turuncu çiçeklerimi mavi çinko çaydanlığa yerleştirip amma da güzeller diyerekten gülümsemiştim...

Eee sonra mı? Allahın cezası Fransız filminde "Le Temps Qui Reste"** acayip yakışıklı ve çok genç bir adamın vücudunu tümör kaplamış, pat diye düşüverdi günün ortasında! Doktor yaşama şansın çok az dediğinde ise ailesi ve sevgilisiyle vedalaşmayı beceremediği için abuk subuk şeyler yaptı. Bir tek babannesine anlattı. Mantığı da ilginçti; ona "nasıl olsa yakında sen de öleceksin " dedi.

Ölmeden evvel bir çiftle*** sevişip onlara bebek bıraktı! Zaten makarnayı yutulamaz kılan da bu oldu. Adam gencecik yaşında işinde onca başarı elde etmişti, hayatında sevdiği biri vardı ve yine de eksikti... Son dakikada tamamen tesadüf sonucu, kocası kısır olan bir kadını hamile bırakması teklifiyle karşılaşınca kabul etti. Kalan hayatı anlamsızlıktan zirve yapmışken bir tek bu olasılık, yani yeni bir canlı fikri onu azıcık sakinleştirdi. Sonra da kumsala uzandı ve öldü!

Yüzlerce benzerinden çok farklı olmamakla beraber sanırım zamanlaması yüzünden beni fazlasıyla etkiledi... Hani aklımı iz bırakmakla bozmuştum ya son zamanlarda ve hatta Külkedisi'nin Bilge Büyücüsü'nün sözleri üzerine dharma arıyorduk... Of ya, ne bileyim, elin herifi boğazıma dizdi caanım makarnayı! Ardından sapık saçma bir kitap da okuyunca içimden kötülük yapmak geldi ve yazayım da arkadaşlar da zehirlensin dedim:))

Kitabın adı "Beni Ölüm Gibi". Okuyun okuyun. Hatta amman hemen alıp bu C.tesi, Pazar okuyun ki ben tek başıma bunca haz içinde boğulmayayım. Gerçi kitabı tavsiye eden hanımefendi şimdi Bodrum'da misler gibi yüzmekteyse de, beni peşin peşin uyarmıştı "bak sana fena halde çarpacak, ona göre" diye. Vallahi öyle oldu Pelin'ciğim, pek iyi geldi!! Özellikle adamın kadın hakkında söylediklerine bayıldım, hani eline kabak oyacağı alıp kalbini oysaymış okuyucunun çok daha kolay ve acısız olurmuş!!!

Velhasıl kelam herkes ve herşey aynı şeyi fısıldıyor sanki; ölüm köşe başında! Gülüyor, biz kilometrelerce uzağımızda sanıyoruz ama o dudaklarını ensemize ha değdirdi ha değdirecek! Sigara, stres, kötü beslenme, uykusuzluk, ot, şişmanlık ve de pişmanlık hepimizi öldürecek!
Yahu bu kadar zor mu bir sabah uyanıp artık gazoz içmeyeceğim, ya da sigarayı bıraktım demek? Daha da merak ettiğim çok mu zor azıcık olumlu düşünmeye çalışmak?

Mesela şu çinko çaydanlık... Ben onu Bodrum'daki evim için almıştım. Ne hayallerim vardı o hayatla ilgili... Anlatsam içiniz bayılır. Kısacası çaydanlığa bakıp hüngür şakır ağlayabilirim aslında. Ama ben onu nihayet sakladığım raftan indirip, çok güzel çiçekler koydum içine. Hatta alıp odama getirdim ve yatağımın kenarına bıraktım. Şimdi hem yazıyorum, hem de dönüp dönüp güzelliğine bakıyorum. İçinde mektuplar ve günlükler olan bordo renkli ikea kutularının üzerinde duruyor olması ise ayrıca ironik! İyi ki almışım bu çaydanlığı. Alırken hayal ettiğim gibi olmasa da büyük bir zevkle kullanıyorum bu akşam.

Demek istediğim, işler istediğimiz gibi gitmiyor diye şişman ve de pişman olmayalım arkadaşlar. Bu manasız tavır beyaz saç yapar, tümör yapar ve sonra iz bırakamadan, dharmamızı bulamadan göçüp gideriz. Ölüm şap diye öpüverir ensemizden! Benden hatırlatması:)) Hadi size iyi haftasonları:))



*Artık Ebru da tanıyor dondurmalı kek denen şeytanı!
**Türkçe meali "Veda Vakti" imiş.
*** Evet, çiftle sevişti. Bu bölümü izlemek lazım anlatamayacağım!

Zaman, Ertelemek ve Düşünmek Üzerine.


Herkesin kendince S.O.S sinyalleri var; "Seni seviyorum" cümlesini her hafta başka bir kadına/erkeğe yinelemek - aslında gerçekten onu sevmek istemek ve başaramamak - ... En dip kutulardan birini açıp, eski sevgiliye - bencilce - kalp masajı yaparak onun nefesinde hayat bulmaya çalışmak... O şehirden diğerine kaçmak - ve çaresizce kendine yakalanmak! - ... Hobilere sığınmak... Kendini çocuklarına adamak; hayatın duvarına fedakarlık resimleri çizmek... İşkolik olmak... "İntihar edeceğim" diyerek ilgi çekmeye çalışmak... "Ne yapacaksın benden sonra?" bakışıyla karşısındakinin sınırlarını zorlamak...

Benim S.O.S sinyalim ne? Bilmem, mutlaka vardır ama şimdi düşününce aklıma gelmedi. Belki de yazmak. Ben açık açık söylüyorum aslında, T. Korkut'un dediği gibi kendi çapımda "iç dökümü edebiyatı" yapıyorum. Sanki günlüğümü bilerek ortalarda bırakıyorum ve okuduğunuzda mahçup oluyorum:)) Oyun oynuyorum. Yani biri beni kelimelerin arasında yakalasın diye avaz avaz yazıyorum. Neyse ki çok şanslıyım, gerçekten birileri beni duyuyor.

Saklanarak ve saklayarak yaşamıyorum. Kimsenin yaralarından, korkularından beslenmediğim gibi uzun zamandır belden aşağı da vurmuyorum. Bu ve benzeri hazlara doydum. Şimdi güçler dengesine inanıyorum. Yani eşit koşullara sahipken ve ellerimizde en delicisinden hançerler varken usla davranabilmek! Yavaş yavaş da olsa öğreniyorum... Bütün bu öğrenmeler, yazmalar yaşadıklarımın ve gözlemlediklerimin sonucunda gerçekleşiyor. Deri değiştirir gibi ruh hali değiştiriyorum. Durmadan "level" atlayan bir bilgisayar oyununda kalbim... Game Over!

Asıl içimi acıtan benim kadar şanslı olmayanlar... S.O.S. veren ve yardım için yanına gittiğinizde ürkek sokak kedileri gibi tıslayanlar. "Gör beni" diye elindeki feneri gözüme tutup, sonra en olmadık şekilde saklananlar... Korkmayın, ben zorla yardım etmem, zaten fazla enerjim de kalmadı harcayacak. Malum zaman kıymetli... Ortak derdimiz de bu değil mi zaten? İş işten geçmeden zamanın hakkını vermek! Şükürler olsun ki, kalbim level atlarken aklım da ona eşlik ediyor. Gün be gün "erkeklerin ödünü patlatan kadınlar sınıfı"nda pekiyi yazılıyor defterime!

Ben akıllandım; elimi uzattığımda tırmalayan sokak kedilerinden çok çektim. On hayata yetecek kadar kadar iğne oldum, dersimi aldım. Bundan sonra ancak pencereden yemek atarım onlara. Benden bu kadar! Ne kadar zeki olurlarsa olsunlar - zeka büyüleyicidir... - , gözleri ne kadar içime işlerse işlesin, yumuşacık tüylerine dokunmak için delirsem de... Yok yok aynı oyuna gelmem ben. Yardım çağrısına cevap verip, yanına yaklaştığınızda gururu acısına baskın gelen adamlardan/kadınlardan bunaldım.

Ama içindeki kuyuya bakmak yerine, başka birinin gözlerinde hayat arayanlara karşı daha anlayışlıyım. Hiç değilse deniyorlar*. Bir tek hamle için şans veriyorum. Çünkü risk almadan**kazanmanın mümkün olamayacağını biliyorum.

Son olarak, ben hiç anlayamamışımdır "boş zamanım var" ne demek? Boş zamanı olmaz insanın, olsa olsa zamanı yetmez yapmak istediklerine... Hakkını vererek yemek pişirmeye, bedeni ve ruhu temizleyen uzun banyolara, parçası olmadığımız zamanlara ve hayatlara sanat aracılığıyla yapılacak yolculuklara hep zaman lazım... Hiç bir işin, hiç bir insanın ardına saklanmamak lazım. Saklanmamak ve düşünmekten korkmamak lazım.

Düşünerek delirilmez, sınırlarda dolaşmayı sevmektir bu. Herkes patikaları ve iki yanı mağazalarla dolu caddeleri sevecek diye bir şart yok. Düşünmek ip cambazlarının, uçuk kaçık sporları tercih edenlerin, Pazar günü yürüyüşü için uçurum kenarlarını seçenlerin harcı... Ayrıca yapı meselesi bu, kaderde düşünerek tırlatmak varsa kaçamayız:))
Değişmesi gerekenler değişir, sular er geç yatağını bulur. Sadece zaman geçer bütün bunlar olurken... Ve sadece ertelemiş oluruz değişimleri... Şiirlerdeki gibi: Geç kalmış oluruz birilerine ve daha da acısı kendimize...

*Fillandiyalı besteci Jean Sibelius'un ve karısını hayatı bu konuda favorimdir. Ve de kıskançlığım!
**"Oynarsın kazanırsın, oynarsın kaybedersin, oynarsın..." J.W., TUTKU.

17 Eylül 2008 Çarşamba

EVLENMEK İSTİYORUM :)

Karanlık... Bugün karanlık, Ay, Sophie ve Sophie'nin annesi Ajdar'dan bahsetmek istiyorum.
İşin aslı çok zor kalktım yataktan, İkea'ya gitmek ve Ebru'nun dükkanına mobilya bakmak için söz vermiştim. Ve Ebru'yla buluşmadan evvel küçük popomu pilatese götürmem gerekiyordu... Başardım! Hatta arada yıkandım ve kahvemi bile içtim:))

Ebru, ben, Sophie ve Ajdar önce yol üzerindeki bir parkeciye, ardından İkea'ya gittik. Hani "ne var kardeşim, altı üstü İkea" diyeceksiniz ama işin içinde yeni bir dükkan heyecanı, Ajdar ve Sophie ikilisiyle tanışmak vardı...

Ajdar bizim çemberdeki kadınlar profiline inanılmaz yakın bir yüz. Başkalarının, hatta en sevdiklerinin karanlığında* uzun yıllar yaşamış ama ışık hayatına sızdığında bunu anlayıp, uyanmış bir kadın. Hala esniyor... Hepimiz gibi derin bir uykudan uyanmanın, yaşadıklarının komasından çıkmanın ağırlığı var göğsünde. Toparlanır mı? Kesinlikle evet! Çünkü sinir bozucu derecede güçlü bir kadın! Hani şu etrafımızdaki "şerefsiz erkeklerin" en hoşlanmayacakları cinsten bir kadın! Tahmin edersiniz ki ben çok hoşlandım kendisinden :))

Bakışlarında hala çözülmemiş buzdağları varsa da Ajdar, bizlerden bir adım önde; onun küçücük bir çançiçeği** var: Sophie! Çiçekli elbisesi, pembe ayakkabıları, gözlükleri, kırmızı bez çantası ve zeytin gibi gözleriyle tatlı Sophie. Zeki, hassas ve çok dikkatli. Organik bir kayır cihazı!Hayata bağlanmak ve inadına yaşamak için gerçek bir sebep.

Uçurum kenarlarında dans eden güçlü bir kalp için dilaltı hapı gibi Sophie! Ya da kriz anlarını atlatmanın başucu masalı! Ne desem ki daha başka?

Onlarla ve Ebru'nun yeni dükkanının hayaliyle sarhoş oldum bugün. Aslında ıspanak ve kahve de dokunmuş olabilir ama bence umut dolu ve inatçı kadınların enerjisi iyi geldi bünyeme. İnanılmaz olan da böylece gerçekleşiverdi ve birden: Evlenmeye karar verdim!

Eşyalar ve yeni bir ev kokusu uzun zamandır hafızamdan silinmişti. Nicedir ev eşyalarına merakla bakmaz olmuştum. Kocam, eski kocam evi bırakıp gittiği gün, ben de herşeyi öylece bırakmıştım. Zevkle aldığım tüm eşyalar, birlikte seçtiğimiz onca güzel şey hiçe dönmüştü bir gecede... Evimi toparlayacak ve boşaltacak gücü bile bulamamıştım. Yıllar sonra, kaçmaktan iyice yorulduğumda kolileri açtım ve kocaman(!) bir aşkın cılız çığlıklarını gördüm. Kulaklarımı tıkadım ve en acımasız halimle yeniden kolilere doldurup ücra bir depoya postaladım hepsini...

O talihsiz günden sonra bir tek ev eşyası almadım, alamadım. İstek duymadım. Evim olacağına da inanmadım. Ailemin evindeki odama döndüm. Kitapların arasında bir yatakta uyuyorum son beş yıldır. Ama bugün içimde bir heyecan oluştu. Külkedisi'nin yeni evini, Ebru'nun yeni dükkanını olduğu kadar kendi evimi de hayal edebildim. Bunca yıldan sonra "evlenmek" istediğime karar verdim! Evet, evim olsun istiyorum. Bana ait bir ev. Kalan ömrümde kendi seçtiğim eşyaların arasında yuvarlanmak istiyorum!

Bu kocaman karar ve heyecandan sonra Külkedisi'nin Bilge Büyücü ile dansını okudum... Ay ve kuşlarla ilgili söylediklerini... Bayıldım yazıya. Ellerine sağlık notu yazdım ona, helal olsun dedim:)) Balkona çıktım, Ay'a baktım, karanlığa hiç aldırmadan yavaşça fısıldadım:" benim olanı bana gönder!" Bence anladı, bir bulutun arkasına saklandı... Utandı :))) Utanmalı!



* "Birinin" karanlığında yaşamak onun kendi tanımıydı, beni derinden etkiledi doğrusu... Çünkü "birinin", vazgeçemeyeceğiniz birinin karanlığında çırpınmak, kederinde boğulmak, nefessiz kalmak ne demek çok iyi bilirim...

** Anadolu florasında önemli bir çiçek, sadece uçurum kenarlarında yetişiyor.

15 Eylül 2008 Pazartesi

Rapunzel'in Luna Park Maceraları:)


Bu blog ilk günden beri zaman zaman günlük, zaman zaman karalama tahtası, bazen de ona buna laf sokmak için biçilmiş kaftan oldu benim için. Hani inanın başlarken bu denli ileri görüşlü bir ruh halinde değildim:)) Sadece S.Y.'nin nasihatı üzerine edebiyatta striptiz denemeleri yapıyordum kendi çapımda. Arada bir de arkadaşlarımın girip gezindiği, kendi isimlerini, ya da ortak hikayelerimizi görüp neşelendiği ve bazen onların dahil olmadığı zamanlarımdan seçmeler sayıkladığım bir luna park gibiydi burası. Korku tünelleri de vardı tabii.. Artık yalnız gezmek/kalmak istemediğim ve beraberce yuvarlandığımız tavşan delikleri, kuleler, kuyular :))

Genellikle iyi amaçlar için yazdıysam da, nihayetinde takdir edersiniz ki ben de insanım. Karmadan it gibi korksam va hatta ailemin tamamı müslüman da olsa - ki kardeşimden şüpheliyim, o hala şaman köklerimize sadık olabilir - yapacağımdan geri kalmıyorum çoğu zaman. Neden? Allah korkusu yok bende!!! Benden korkmayan, beni kollamayan, varlığı bile tartışmaya açık bir kavramdan ne halt etmeye korkacakmışım? Amcam yaşasaydı tam burada şöyle derdi: "Breh breh breh !!!"

Bugün msn semalarına not bırakan arkadaşlara tek tek teşekkür edemeyeceğim ama - yani fena halde tembel olduğum için - topuna sesleniyorum: Hu hu, teşekkür ederim. Mesajlarınızı aldım; saçlarımı kestirmiyorum, ilk fırsatta doğru müziği yakalayıp soyunmaya devam ediyorum, B vitaminine ara vermiyorum ve kendimi korumaya devam ediyorum:)) Ama zaten bunları söylemiştim. Yoksa okumadınız mı?

Gerçi Ateş bu akşam yazmakla ilgili olumsuz şeyler yumurtladı fakat ona da açıklamaya çalıştığım gibi bu da benim ilacım. Ateş de yelkene çıkıp, yarışarak rahatlıyor. Hem o yarın Bodrum'a gidecek! Yani adamın ne yazmaya ne de okumaya zamanı yok. Hele hele bu deneme ve sayıklama tadında şeyleri çok manasız buluyor. Bana söz verdi, kültür tarihi üzerine bir karalama yaparsam okuyacakmış:)) Yani Ateş'i de kazanırsam kim tutar beni.
Aslında haklı, dedi ki: "yazının başından sonuna ruh durumun aynı kalıyor mu? Ya da ertesi gün de hissedip, düşünüp yazdıklarının arkasında mısın?" Aslında hem evet, hem de hayır. Bazen beş dakikada değişebiliyor ruh halim. Ama bu tuhaf değil ki, kimin değişmiyor? Sadece ölülerin!!

Özetlersek ve yatağa gitmek için acele edersek durum şudur: herkese teşekkür ederim; ister blogda, ister msn de, isterse gmail de olsun bütün yazdıklarınız benim için çok değerli... İyi geceler:))

Hiçbir Duygu Nihai Değildir.


Duman ne zaman dönecek? Nerede bu adamlar? Gelsinler “Amman Amman” gibi şarkılar söylesinler. Sonra “Beni Yak, Kendini Yak” desinler de hem gülelim hem de dibine vuralım efkarın. Niye efkarlıysak, o da bir garip ya...

Bugün Külkedisi’ni dinledim ve B vitamini almaya başladım. Gerçi başlamıştım aslında ama düzenli devam etmemiştim. Çünkü karar veremedim; yani vitamin alıp, spora gidip, evime gelen saçma sapan kargoları* görmezden mi gelmeliyim, yoksa benim de hakkım yahu diyerek şöyle en güzelinden depresyonun yumuşacık kollarına mı bırakmalıyım kendimi? Ya da kavga mı edeyim birileriyle? İyi gelir mi acaba?
Mesela bu sabah gelen kargo için; - bal gibi okuyorsun blogu biliyorum, pasif bağımlısın sen - arayıp ağzıma geleni söyleyeyim mi? Değmez... Sana benden ses yok artık, görüp göreceğin yazı da budur. Söylemiştim fakat anlatamamışım...Ama arada bir dön ve “Ruhunda Bataklık Olan Bezelye Kalpli Adamı” ve “Üç Ayaklı Tören Kabını” oku. Onların ilham perisi sensin! Oku da sonra gider ajandana yazarsın. Sen daha çoook yazarsın o ajandaya... Kış uzun, bakalım nasıl sekeceksin kendine söylediğin yalanlar arasında?

Sadece Eda Liza’yı düşünüyorum dersem güler herkes ama gerçek! Ona depresyona girmiş bir ben göstermek istemiyorum. Önümüzde noel var; kurabiyeler pişirirken ve ağaç süslerken gülümsemeliyim. Ve bu gülücükler sahte olmamalı. Onunla sahip olduğum gerçekliğe yalan karışmamalı... Sanırım pek çok kadın bu nedenle çocuk yapıyor; tutunmak için. Devam etmek için, gerçek ve içimizi dolduran bir nedene ihtiyaç duyuyoruz... Uçurumun kenarına uzanan minicik bir el Eda...
Bencillik mi bu? Evet bencilim ben! O zaman neden bana çocuk verebilecek adamlardan biriyle hemen evlenmiyorum? Güzel, on puanlık uzman soru. Çünkü onları yeteri kadar sevmiyorum. Nedir bu yeteri kadar? İçinde güven olan, dostluk ve ortak dil/geçmiş vs. vs ile donatılmış ortaya karışık bir ilişki! Gerçi o adam gelse bile şu an onu görebilecek durumda da değilim. Aklımda fikrimde kaçmak var; blogdan, ülkeden, şehirden, yalancılardan...

Burhan harika bir laf etti geçen hafta. Muse iş yerinde olan saçmalıkları anlatırken "ben günün tamamını orada geçiriyorum, ailemden, dostlarımdan çok o insanlarla beraberim. Şimdi nasıl dayanırım” dedi. Burhan da dedi ki: “ben bazı günler kendimden rahatsız kalkıyorum ama kendimden kaçamayacağım için günü kendimle geçiriyorum!”
İşte ben yine günlerdir kendimden rahatsız yaşıyorum. Ne olmam gereken yerdeyim, ne de yapmam gerekenleri yapıyorum... Bu da beni delice rahatsız ediyor. Kalamıyorum, kaçamıyorum, yeteri kadar okumuyorum ve yeteri kadar yazmıyorum. Hatta artık örgü bile örmüyorum. Yemek de yapmıyorum. Ama çocuklar gibi paket paket bisküvi yiyorum! Maviay’ın dediği gibi “içimde başka yöne gidiyor raylar, dışımda başka....”

Elbette geçeçek, J.W.’nin bir öyküde dediği gibi “hiçbir duygu nihai değildir”. Bütün inancım bu yönde. İşin güzel tarafı Pilatescadısı da bedenimi iyice güçlendiriyor. Sağlam kafa sağlam bedende olurmuş ya, belki sıyırmamı engelleyen tam olarak budur? Bu mudur?

Eda Liza, spor, bisküviler, edebiyat, tarih, dostlar, yelken= devam edebilme enerjisi!!

Sadece bir konuya fena halde bozuluyorum, neden bir tek yanlış seçimin bedelini binlerce saçmalıkla ve yıllarca ödemek zorundayız? Bu ödemeler ne zaman bitecek? Yoruldum! Bana
ceza yazsın kim yazacaksa, ödemiyorum!

*Neden bütün kitaplarımı yollamadın? Kargo parası fazla olur diye mi korktun? Ya da daha komiği okuyacak mısın? Ha ha ha!!

14 Eylül 2008 Pazar

Rapunzel Mayalar Sayesinde Babillilerle Barıştı!

Rüyalarımda hep denizdeyim; kör fenerler, tonlarca su, rüzgar.... Bazen üşüyerek, titreyerek uyanıyorum. Kalkıp çorap giyiyorum gecenin bir vakti... İçimde buz gibi Kuzey Denizi var... Çalkalanıyor, hissediyorum. Ruhumu deniz tutuyor, bol bol kusuyorum! Yüzümü yıkayıp geri dönüyorum yatağa. Sanırım yelkene çıkma zamanım geldi. Gece seyri yapmak istiyorum; kendi iç denizlerimde ve Propontis'in karanlık sularında. Günlerce gitmek... Rüzgar, su, karanlık ve Bach. Yüzmek istiyorum; canımı yakan "isimsiz"in kanında ve Myndos limanında! Düşünmekten çok yoruldum, bir an evvel şehir dışına çıkmak istiyorum. Bir tek Bach gelsin benimle. İkimiz Sapanca'ya gidelim!

Dün Cağaoloğlu'ndaki kitapçıda klasik turumuzu atarken "İntiharın Tarihçesi" diye bir kitap gördüm. İçimden almak geldi, sonra manasız buldum. Bana lazım olan "İnadına Yaşamak Sanatı"adlı bir kitap! Yok mu? Yazayım o zaman:)) Doktoraya başlamadan evvel antreman olur!

Blog yazmaktan da fena halde sıkıldım. Kafesdeki kanaryalar gibi kendi kendime konuşuyorum sanki... Elbette dostlarımın, kuzenimin, onun arkadaşlarının, kardeşimin, kardeşimin arkadaşlarının ve hatta hiç tanımadığım birilerinin yazdıklarımı okuyor olması hoşuma gidiyor ama, nedense yetmez oldu... Demek istediklerimi diyemez oldum, sanki görünmez bir şey tarafından kısıtlanıyorum. İçimden deli saçması, saçma sapık şeyler yazmak geliyor ama kuzen arkadaşlarına rezil olmasın, "kızım ne biçim ablan varmış senin" demesinler ya da blogumu okuyan eski sevgililer yazdıklarımı görüp "zaten biraz fazla düşünüyordu, sonunda çizgiyi geçti" diyerek sevinmesinler adına, duruyorum! Sanki b.k var duracak. Bana ne ya, ne düşünürlerse düşünsünler, çok umurumda olsa beni arayabilecekleri bir açık kapı bırakırdım. Oysa topunu gömdüm! Yaralı sevmem ben; iyileşmeyen yaralardan akan iltihap midemi bulandırır.

Kapatacağım bu blogu ve başka bir yerde saklamaya devam edeceğim yazdıklarımı. Amacından saptı yazmak eylemi. Bana duvarlar örülecekti kelimelerle... Kendi kulemde yazıp, bazı dostlarıma baykuşumla gönderecektim hikayelerimi... Saçlarımı sarkıtıp sevgilimi alacaktım kuleye... Peh! Nerede o cesarette adam! Bu ayrı bir yazı konusu...

Sonra blog adresi elden ele gezmeye başladı, kendimi bu işten maaş alıyormuş gibi hissettim. Daraldım. Yazmak istemezken bile ekrana kilitlendi bakışlarım. Şimdi herkes beni seyrederken çalışamıyorum. S.Y.'ye söz vermiştim fakat bu gözetlenme duygusu samimiyetimi baltalıyor. Soyunamıyorum, özgür hissedemiyorum yazarken. Paltomu çıkarttım ve durdum. Hani yazarken dürüst olacaktım? Koca bir yalancı olma yolunda büyük büyük lokmalar alıyorum klavyeden... Üzülüyorum. Oysa tam hissettiğim ve düşündüğüm gibi yani çırılçıplak yazacaktım.
Hiç kolay değilmiş. Elalem ne der derdinden sıyrılmak, bir gecede olmuyormuş... Ya da oluyordur da ben daha o geceye gelememişimdir. Acaba gelebilecek miyim? Aslında bazı yazılarda başarır gibiydim...

Kararlar:

Blogda samimi bulduğum yazılarımı, içinde gerçekten etten ve kandan bir ben olanları tekrar tekrar okuyarak, o ruhu yakalamaya çalışacağım...

Gece seyri yapacağım, daha çok denize çıkacağım.

Sapanca'ya gideceğim, evin damına çıkıp gölü seyredeceğim. Bu kez kahvem de olacak:))

Saçlarımı kestireceğim. Kuleye çıkmak isteyen buyursun bir çare üretsin!

Masal yazmak konusunda ciddi ciddi çalışacağım. Eda'nın doğumgününe kadar mutlaka bir masal yazmam lazım.

Aldığım dört kilodan yeni yıl gelmeden kurtulacağım, her şey Ramazan'ın suçu!! (çok Brigitte bir durum ama yaş 35:)).

Sanat ve tarih okumalarına yeniden başlayacağım.

Dinçer'in birlikte kitap yazalım teklifini kabul edeceğim (Dinçer'ciğim hayırlı olsun bize:)).

Yetmez mi?
Çok güzel bir ay var dışarıda, eğer Ebru'nun söyledikleri doğruysa ve Maya takvimine göre zaman algımızın bozulmuş olması normal ise çok sevineceğim. Bu benim de hala normal olduğum anlamına gelir. Hem Babilli kardeşlerimize de diş bilememe gerek kalmaz. Belki geceleri dişlerimi sıkarak uyumamın nedeni Babillilere olan öfkemdir?

13 Eylül 2008 Cumartesi

Mühürlü Güllerden Melek Hanım'ın Anısına...


Üç Yıl Sonra Hafızayı Tazelemek...

Benim babaannem gitti.. Öldüğü gece tıpkı bu geceki gibi güçlü bir ay vardı gökyüzünde. Onu ölümsüz sanıyordum ama öldü işte. Üç koca yıl geçti ve ben hala arka apartmanda yaşadığını düşünerek avutuyorum kendimi. Yokluğu hiç tahmin etmediğim kadar içimi acıtıyor, ama öldürmüyor. Ölüm ayrılığına bile yenilmiyormuş insan...

Beni ona çok benzetirler, bu benzetme çoğu zaman kalbimi kırar. Ben onun kadar sert değilim diye düşünürüm... Ama sanırım doğru; baksanıza acıdan ölmüyorum!
Ben yıkamıştım onu; avuçlarına kına koymuş, saçına gülsuyu dökmüştüm. Yine de ikna edememiştim kendimi ölümün soğuk yüzüne. Dönecek diyordum içimden, dönecek... O, morali bozulunca uzun saatler ortadan kaybolur ve sonra akşama doğru çıkıp gelirdi... Huyu böyleydi.

Sanki bütün bunlar; yıkama, dualar vs. garip bir uğurlama töreniydi ve gittiği yolun geri dönüşü mümkündü. Neden derseniz, sert yaradılışlı ve zaman zaman huysuzlukları olan bir kadındı babamın annesi. Yine de adını ne onun ne de benim koyamadığım gel gitlerle, tanımsız ve bir o kadar derinden sevdik birbirimizi.

Kanımda dolaşan gizli bir gücü vardı gözlerinin. Bana baktığında korkardım, neyi yanlış yaptığımı düşünür ve bir tek sözü ile ok gibi fırlardım kendimden. Damarlarımda akan kanın efendisiydi babannem. Ve efendim beni bırakıp gitmezdi...

Güçlü bir duruşu vardı, soylu, soğuk bakışları, bembeyaz bir teni. Bana geldiğimiz toprakların tılsımını anlatan uzun parmakları, suskun dudakları ve dimdik duruşu...Azıcık kalmış saçlarını küçücük bir topuz yapardı ensesinde. Tertemizdi kıyafetleri; sanki ilk kez giyilmiş gibi ütülü paltoları, bir çocuk ayağına uygun olacak kadar minicik ayakkabıları vardı. Güldüğünde içim ısınırdı ama babaannem çok az gülerdi.

Akıllıydı, iginçti. Yassıada mahkemesini celse celse izlemiş, Yaşar Kemal'in kitaplarını tek tek imzalatıp okumuş, dönemin pek çok önemli ressamı ve edebiyatçısıyla tanışıp, sohbet etmiş değişik bir karakterdi. Çocuklarını zamanın en iyi okuluna yatılı verecek kadar eğitime inanan, disiplinli ve korkarım biraz da kalpsiz bir anneydi. Ya da derin ama çok derin bir mutsuzluğu vardı, benim ne yazık ki anlayamadığım...

Hala onu düşünüyorum, anlatamadan öldüğü sırlarını, acılarını, gerçekleşmemiş hayallerini merak ediyorum...

Üç Yıl Önce...

Zaman bildik anlamını coktan yitirmiş... Uçsuz bucaksız gül bahçelerinde oynayan çocuklar bir bir meleklere karışmışlar.. Ama bir melek varmış ki o en sona kalmış...

Bu masal – aslında bence gerçek - artık yaşamayan ve yaşadığı sürece bana hiç masal anlatmamış olan babannem Melek Havva Eti için....

Defalarca düşündüm onun ölümünü. Hatta en acı senaryoları yazdım bazen. Hep yalnız ölecek diye inandım. Çünkü incitmisti annemi, yapayalniz hissettirmişti çocukluğumuzun uzun kış akşamlarında. Onarılmaz sözleri vardı kulaklarımda.. Hiç unutulmaz sandım. Oysa ölümün yüzü cok affediciymiş... Öğrendim. Öyle tuhaf bir an ki ölüm ayrılığı, söylenmemiş tüm sözler kıvrandıran bir mide ağrısıyla yere yıkıyor insanı. Kaybetmenin çaresizliği önünde diz çöküyorsunuz. Ölüm kalbinizi secdaye getiren bir deneyim.

Ayvalık...

İnanılmaz güzel bir sabaha uyandım Altınova’da. Birkaç guzel dostla yaz sonu tatili yapmak bana bu yıl verilen en anlamlı hediyeydi. O kadar hafif o kadar keyifliydim. Herşey güzeldi. Ayvalık coook özlenmişti. Hele Cunda. Yıllar sonra adanın şerbet gibi suyunda yüzmek cennette bir gün kadar dinlendirmişti kalbimi. Islandım, kurudum. Sevgili’yi dinledim. Anımsadım. Duygulandım. Anımsadıklarımın denizinde yüzdüm. Uzun uzun balıkçıları seyrettim. Ağlar kalbime dolandı, anılar yüreğime.... Ama avlanmadım!

Taş Kahve'de gazoz içtim. Bir yudum gazozla çocuk oldum, gözlerimi yumdum. Koşup Raşid’in Kahvesi’ne kadar gittim. Sonra kocaman evli bir kadındım, Ali Cengiz’in Kahvesi’nden geleceğime iç geçirdim. Adaçayı koktu, ağladım. Güneş gözüme kocaman bir mandalin gibi göründü, yaşlarım kurudu. Mandalin kokusu; bütün acılara bire bir.Bütün bunlara akşam yemeği icin alınan balıklar da eklenince günbatımında eve dönmek başka türlü anlam kazandı. O kadar mı? Haftalardır duyulmayan sürpriz bir sesle tamamlandı resim. "Özledim" diyen sıcak, sevecen bir ses. Eli elime değmemiş ama gözleri ruhuma değmiş bir adam özledim diyordu uzaklardan... Ferhan....

Altınova’da da yüzdük o gün. Ve güneşi suda batırıp, titreyerek döndük eve. Sekiz buçuk dokuz arası odama çekildim. Bir kez daha dinledim Söz Vermis Şarkılar'dan Sevgili'yi... Çok şey düşündürdü bana... Duygulandım. Ama neye duygulandığımı unuttum. Öylece uzandım yatakta. Sakin.

Yemeğe indim.Tanımsızdım. İçimde İstanbul’a dönmem gerektiğini söyleyen tuhaf bir his vardı. Otobüs saatlerini sordum Mustafa’ya ve en geç yarın dönmek zorunda olduğumu söyledim. Masadaki herkesten yarım kalan tatil için özür diledim. Sadece eve dönmem gerektiğini hissediyordum. Telefon çalana kadar da açıklayamadım bu zamansız isteğimin nedenini...

Annemdi arayan. Kalktım masadan ve evin arkasındaki gül bahçesine doğru yürümeye başladım. Aya baktım. Annem dönüş günümü sorunca, anladım.

Ölümünü elimde, tenimde, kilitlenen dudaklarımda, etrafımdaki güllerde hissettim. Onun ölüm haberi güzel bir anda yakalamalıydı beni ve güller eşliginde yankılanmalıydı kulaklarımda. Ay da teselli etmeliydi!

İstanbul...

Eminim Ayvalık otobüsü hiç gözyaşıyla yıkanmamıştı o geceye kadar. Artık yıkandı. Temiz olmadı, yine yıkandı.Yüzüm yıkandı. Anılarım yıkandı. Kırgınlıklarım yıkandı. Öfkem ve ruhum yıkandı. Son kalem düştü. Ben düştüm. Güller düştü. Burçlardan aşağıya yuvarlandı kraliçem!

Tertemiz bir ben indi İstanbul’a. Ağlamaktan sersemlemiş, tuhaf tuhaf yalpalayan ben, koşarak görmeye gittim “son meleği”. Ölümün yabancı bakışları onun beyazlığını bozamamıştı.Ve güller.... Kar kadar beyaz tenini saran pembe güller...

Çenesindeki eşarp; evrenin bana şakasıydı. Ben göreyim ve içim daha çok acısın diye oradaydı. Herkese susarken bana konuşan bez parçası! Meleği sonsuza dek suskunluğa götüren o çok anlamlı bez parçası! Kenarında "Mühürlü Güller" yazıyordu.

Babannem pek çok duygusu mühürlü kalmış bir kadındı ya, bu iki kelime o demekti işte. O gerçekten melekti. Bazen iyi bazen kötü bir melek. Ben anlamıştım. Keşke onu sevdigime inansaydı. Dilerim inanmıştır ve dilerim hissetmiştir.

Bir ağa kızını güller yolcu eder mi? Eder. O gül bahçelerinde büyümüş bir ağa kızıydı. Öyle doğdu, yaşadı ve öldü. Çok güçlü ve çok yalnızdı. Onun yalnızlığı paylaşılmazdı... Ne ben ne de bir başkası yalnızlığına asla dokunamadık. Benim için ya da babam için pek çok kez ağladıysa bile o yaşlar hep gizli aktı. Bir tek damlasını avucumda hissetmek ve ona sımsıkı sarılmak isterdim. İzin verseydi birlikte ağlayabilirdik, onu teselli edebilirdim...

Hayatımın karmaşasıydın babanne; sevdiğim, kızdığım, kırgın olduğum... Babamla aramdaki son köprü... Pek çok mühürlü söz ve gül kaldı senden... Söylenmeyen sözlerin ve mühürlü güllerin anısına... Sustum.

O hiç inanmadı belki ama ben onu kendimce sevdim. Belki babamın hatırasıyla karışık ne yaptığımı bilmeden ama sevdim. Ecele salladığı kılıç düşmez sandım. Düştü... İnanmıyorum. Ve inanmadıgım için vedalaşmadım... Bence dönecek!

Çorba Kasesi.

Babannem bana bir çorba kesesi bırakmış; 1878 Paris damgalı. Bu ne acaba? Babam mı almış ona bu kaseyi? Hic anlamadım. Ben onu çok özlüyorum ... Artık birlikte içemeyeceğimiz tüm çorbaları özlüyorum.

10 Eylül 2008 Çarşamba

Robin & Wood Ltd. Şti.



Bu gecenin projesini Rapunzel, yani nam-ı diğer Robin gururla sunar.

Sıkıntıdan ne yesem ne içsem diye evin içinde turlarken, Muse aradı. Telefonu kapatmamızla kendimizi pasta ve kahve diyarına ışınlamamız arasında kaç dakika geçti bilmem. Tüm "gerçek şişkolar" gibi geceye tatlı tatlı devam ettik. Glikoz ve kafein yemek borumuzdan geçince, iyice gerilmiş olan kaslarımız gevşemeye, hatta dudak kenarlarımızda hafif bir tebessüm oluşmaya başladı. "Sahte mutluluklar dünyasına hoşgeldin Alice" diye fısıldadı garson yanımdan geçerken!!! Deli galiba diye düşündüm! Yazık, pek de genç.

Ben çoook uzun zamandır bu kadar mutsuz hissetmemiştim kendimi. Yani pasta dilimlerinden yardım istemeyeli epeyce yıl olmuş. Havaların serinlemesinden midir yoksa etrafımdaki şerefsiz erkek sayısındaki artıştan mıdır nedir bilemedim ama o kadar içim daraldı ki, hani neredeyse eski kocamı bile özledim!

Kahvelerimizi içerken, karşılıklı uzun uzun düşündük, uzun uzun sustuk ve kısaca anlattık canımızı sıkanları. O işten daralmıştı, aşksızlıktan ve umutsuzluktan... Ben? Meltem'in ve Pilatescadısı'nın olgun kadınlar olarak beni zamanında nasıl uyardıklarını anlattım Muse'a... Bütün bu uyarıların yerinde olduğunu görmek çok ciddi kırgınlık yaratmıştı. Neyse ki gerçeği anlamıştım; sıradan bir hikayeydi benimki!
Özetle: artık alış veriş yapmak - burada ayakkabı ve kitap almanın sapıkça hazzından bahsediyorum:))) - bile beni mutlu etmiyor! Hatta çikolatalı pastadan bile eskisi kadar zevk alamıyorum. Petrol platformlarında dalış yapan bir satirasyon dalgıcıyım ve Kuzey Denizi'nin 3000 metre derininde otobüs bekliyorum! Nasıl oldu tanımlama? Korktunuz mu?

On dakikaya kalmadı kanımdaki seratonin arttı, pasta kanıma karıştı ve elbette hastalıklı fikirlere yelken açtık! Projenin adı Robin Wood: Zenginden al, fakirle ye! Henüz sadece şirketin adı belli ama işleyişi konusunda detayları konuşmadık. Yani parayı hangi fakirlerle ve nasıl yiyeceğimiz kısmı tamam da, hangi zenginlerden ve nasıl alacağımız kısmını çalışmadık! Bildiğimiz şudur ki, zenginden alıp, fakirle yiyeceğiz:)) Nasıl olacağı önemli değil. Şarkıdaki gibi "mutlu olmak için mutlu etmek lazım:))" Yani tez elden harekete geçmeli. Yoksa derin su balıklarına döneriz Allah muhafaza. Rabbisi bizi diplerden, diplerdeki böceklerden ve de bitkilerden korusun. Zenginlerle yenecek mutsuz lokmalardan da korusun! Vay be, ben de dua ediyorum ya, kesin karadelik bizi yutacak!

Neyse, Külkedisi el ele sıçramayı önermiş, kabul edilmiştir. Muse şirket kuralım dedi, ona da tamam. Edepsiz masalları da yazmaya başladık sonunda:)) E spora devam, arkadaş partilerine/konserlerine* devam.
Sonuç: Asla sigara içmeyeceğim, ota başlamayacağım ve cipram kullanmayacağım. Uyuşup uyuşup, önüme konanları kabullenmeyeceğim. Tamam, kabul; çaptan düştüm fakat bu yorulduğum ve biraz kırgın olduğum içindi, ama savaşa devam! Kuzey Kutbu'na giden herkese ve her şeye güle güle. Bi s..tirip gitsinler. Biz burada kalıp baharı bekleyeceğiz. Bahar gelene kadar da şirket kurup, yazıp çizip, gülüp sapıtıp ayakta kalacağız. Ama hiç olmazsa "gerçek" olacağız. En güzeli ne biliyor musun Muse? Özgürüz!!!


*Bu Cuma Kupka konseri var Beyoğlu'nda. Cenk çalacak:)) Sonra gidip en pis sosisli sandwichlerden yiyelim mi?

Yalan Dostum Aşk Diye Bir Şey Yok...


Bacağı kırılmış tüm prenseslere itaf edilmiştir, acil şifalar dilerim....


Dışarıda yağmur var, içimde buz dağları... Bu sabah ben pencerenin kenarında yağmuru beklerken bazı dostlar çoktan ıslanmış, akıp gitmiş ziftleri yokuşlardan:)) Sadece pırıl pırıl tatil planları kalmış ceplerinde. Gülümsüyorlar.

Herkes aynı anda mutlu olmayacak elbette ama aramızdan birileri mutlu olmalı diye düşünüyorum... Hangimizin havalara uçtuğu değil önemli olan, asıl konu hala havalara uçulabileceğine dair inancı taze tutmak. Ben dipte, birileri yukarılardayken onlar adına sevinip, benimle paylaştıkları sevinçlerden çalıp çalıp yazıyorum. Yazdıkça ben de o mutluluğa dahil oluyorum ve kendimce etrafa da bulaştırıyorum iyi duyguları.

Fakat bu sabah bir şey oldu ve ne bende, ne de diğerlerinde yerden bir santimetre sıçrayacak inanç kalmadı! Etrafıma baktığımda sayısını dile getiremeyeceğim kadar bacağı kırılmış, bileği burkulmuş prenses gördüm! Acıdan ve hayal kırıklığından kilitlenmişlerdi. Bir tanesi bile ağlamıyordu. Dehşet içinde dizime baktım; çok değil altı ay önce fena halde kapaklanmıştım yere ve çok kanamıştı. Oysa şimdi sadece küçücük bir iz vardı. Bir iki ton daha pembeydi derimden o kadar. Ağlamak bir yana, güldüm. Yanılgımdan çabucak kurtulmuş olduğum için ve en değerli organım hala göğsümde attığı için çok şanslıydım...

"... Yalan dostum aşk diye bir şey yok. Aşk dediğin üç günlük eğlence, bilemedin beş gün sürsün. Kapılıp da sürünen çok!" demiş idi Kurban ve çok haklıydılar....

Artık aşk yok hanımlar. Prensler de yok. Masallar da yok. Kime diyorum? Akıllı olun! Cesaret denilen zımbırtı çoktaaan bir iglooya yerleşti. Kuzeyin soğuğunda kendi efsanesini yaşıyor. Yanında da aşk var. Zaman zaman karşılıklı gülüp eğleniyorlar halimize. Muhtemelen "baksana ibişlere hala bize inanıyorlar" diyerek kadeh tokuşturuyorlar. Onlardan iş çıkmaz artık, dönmeyecekler...

Yok yok bence her şey yolunda. Ben kendi adıma anladım, onlar orada biz burada yaşayacağız. Hintlilere göre bu dördüncü ve son dönemmiş ve aşk olmaması da gayet normalmiş. Dediğim gibi paniğe gerek yok. Sadece gerçeğe aymak ve tıpkı diğerleri gibi hazzın peşinde koşmak lazım. Ha, yapamayacağım diyenlerle biz yine burada kendi aramızda yazar çizeriz elbette. Ama bu cesaretin ve aşkın artık bu kentte olmadığı gerçeğini değiştiremez... Sadece uzun günleri ve geceleri edebiyatla, müzikle, sohbetle doldurmuş ve kırılan bacakları alçıya almış oluruz. Hepsi bu. Anlamayan var mı?

Şimdi dışarı çıkın, ister seke seke, ister sürünerek ve iyice ıslanın. Aksın üzerinize sinen yalanlar ve ucuz duygular. İyice temizlenin. Su daima iyi bir ritüeldir. İçini dışını paklar insanın.

İşte size bedava su! Temizlenin. Uzun ve karanlık bir kış için silkelenin, önünüzdeki işlere bakın. Yazılacak yazılar var; dergiler haber, çocuklar masal bekler, evler var; dekorasyonu için kafa patlatmak lazım, tezler var yazılmalı, makaleler var artık muhakkak yazılmalı...... bebekler var büyütülmeli.... Ve daha neler neler... Hadi hadi herkes dışarı, arınma ve ayılma zamanıdır.


Not. Sevgili Külkedisi, "artık neye inanacağız?" diye sormuşsun ya, cevap veriyorum: yalnızca kendimize ve kadim dostluğun hala kentte olduğuna!!

8 Eylül 2008 Pazartesi

Uçurumdaki Uçutmalar...


Jale'nin yazısı* içimi dağladı... Aklıma o kadar kötü filmler ve gerçekler üşüştü ki uyuyamıyorum... Gözümün önünde hep Uçurtma Avcısı'ndan** o iç parçalayıcı sahne var.

Daha da fenası o filmi - maalesef hiç bilmeyerek - tavsiye ettiğim bir arkadaşımın benzer bir tramva yaşadığına dair inanılmaz bir yürek darlığım da var. Bunu şimdi anlıyorum... Çünkü filmden sonra bana gecenin bir yarısı sms göndererek çok etkilendiğini söylemişti.... Ardından da onu garip noktalardan yakaladığımdan bahsetmişti. Hatta bir kaç zaman sonra karşılıklı rakı içerken, laf arasında bana çocukluğunda cinsel tacize uğradığını ve bunun onun en büyük sırrı olduğunu da gevelemişti...

Ben, hain ben bütün bunları öylesine olaylarmış gibi dinledim... Hatta karşımdaki insana karşı içimde ne şevkat, ne acıma ne de benzeri bir duygu oluşmadı. Çünkü anlayamadım tam olarak ne hissetmem ve ne düşünmem gerektiğini... İlerleyen zamanlarda, aynı insanın akıl almaz dengesizliklerine tanık olsam da, malum benim de sarhoş olduğum o gece duyduklarım hakkında bir daha hiç konuşmadık. Her davranışının altında yatan yarayı açıkca görebilmiş olmam çok korkuttu. Onu benden uzaklaştırdı. Daha kolay saklanabileceği, içinde görünmez olabileceği paylaşımların peşindeydi... Gündelik hazlarla avunuyordu bir yanı ama öbür yanı inanılmaz yalnız ve örselenmişti... Durmadan salladığı bacağıyla, kemirdiği tırnakları, dökülen saçları ve her akşam sığındığı ot kutusuyla belki avaz avaz yardım istiyordu? Bilemedim...

Oysa şimdi, Jale'nin yazısını okuyunca ne acı diye düşünüyorum. Aslında konuşulmalı. Hatta rakı sofralarında az tanıdığınız birileriyle değil, bu işin uzmanı olanlarla konuşup, bu korkunç tramvaları geride bırakmalı. Yoksa hayatın her dönemecinde ama fiziksel, ama ruhsal arıza olarak hortlayıp duracaklar... Ve bu davranışa maruz kalan çocuklar asla iyileşemeyecekler. İyileşmeyen yaralar da binbir yüzle yeni yaralara sebep olacak... Tanrım nasıl bir acımasızlık bu?

Nasıl bir sakat ruh, hele de bir erkek çocuğa cinsel tacizden, tecavüzden zevk alabilir? Biri benim çocuğuma, kardeşime, kocama, arkadaşıma böyle bir şey yapsa sanırım gözümü kırpmadan öldürebilirim. Şiddet yanlısı değilim ama bunu yapabilen birinin hayatta kalmaya hakkı olmamalı. Ben böyle suçlar, böyle günahlar için öte tarafları falan bekleyemem. Karmayı bile beklemem!

Jale'nin yazısından sonra neden bu konuda yazmak istedim biliyor musunuz? Düşündüm ki o arkadaşım belki bloguma girer ve hatta ardından Jale'nin yazısını da okur, yalnız olmadığını, hala geç kalmış sayılmayacağını ve yardım alabileceğini görür... Ben ona yardım edemedim. Çünkü inanılmaz vazgeçmiş ve kaybetmeye yemin etmiş bir hali vardı... Ama umut kesilmez hayattan , bakarsınız toparlanır ve tüm yaşadığı tramvaları ardında bırakarak sağlıklı ilişkiler yaşamaya doğru bir adım atar... ***

Ona şimdiden yeni hayatında ve yeni yaşında akıl, beden ve ruh sağlığı dilerim... Daha fazla yaralamadan ve yaralanmadan yaşamak herkesin hakkı.





**A Kitte Runner

***Yüreğimdeki Canavar (La Bestia nel Cuore) . Bu filmi seyrederse ne demek istediğimi daha iyi anlayacak...

5 Eylül 2008 Cuma

Fener'de Gündüz Düşleri...


Rüya.
Dün gece uçsuz bucaksız bir denizdeydim. Kullandığım yelkenlinin yekesi kırılmıştı. Hiç rüzgar yoktu. Rotam da yoktu. Suyun koyu lacivert rengi içime işlemişti. Neredeyse bir iki tane dışında yıldız da yoktu. Sanki her an denizden bir canavar çıkacak ve tekneyle birlikte beni de yutacaktı. Çok gerilmiştim. Seyrettiğim tüm korku filmleri üzerime çullandı, nefes alamadım.
Tonlarca suyun ortasında kımıldamadan beklemeye başladım. Ama ne kadar süre orada öylece durdum bilmiyorum; gerçek hayatta saniyeler, rüyamda günler geçti belki. Ve sonunda korktuğum başıma geldi. Bir sığlığa oturdum! Tekne su almaya başladı. İskele omuzluğa baktığımda en az 20 metre yükseklikte bir deniz feneri gördüm. Gözleri oyulmuştu! Becerikli bir kaptan olmadığım için hızlıca eşyalarımı topladım ve tekneyi terk ettim. Fenere doğru yüzüyordum ki... Uyandım!
Gerçek
Evimizin yakınında Konstantinopolis'in en eski deniz fenerlerinden biri var. Ama o, kör değil hala ışıkları çakmakta, fakat bütün kent ona karşı kör sanki. Bazen benim dışımda hiç kimse onu görmüyor diye üzülüyorum. Etrafımdaki hiç kimsenin onunla ilgili bir hayali, gerçeği ya da beklentisi kalmamış. Bütün görkemine rağmen ne tuhaftır ki, üzerine görünmezlik tozu serpilmiş. Bence bu büyük haksızlık!
Bir zamanlar denizciler için en değerli kılavuz ve en güvenilir yardımcıyken, şimdi zavallı olmuş. Çok yalnız, değersiz ve virane. Uzun zamandır bekçisi bile yok. Lüks kulüplerin arasına sıkışmış, bakımına milyarlar harcanan koskocaman bir parkın kıyısında öylece kaderine bırakılmış. Oysa sadece bir fener değil aynı zamanda tanrıça Hera'nın da mabedi burası. Zeus'un kıskanç eşi, dünyalar güzeli Hera'ya kimbilir kaç kadın kurban sunmuştur burada? Bazen bütün o umutsuz kadınların dilekleri, dalga seslerine karışıp, fenerin duvarlarına çarpıyor gibi hissediyorum.
Hayal
Onu görmeyen, yüzlerce yıl boyunca yüklendiği sorumluluklara rağmen saygı göstermeyen, varlığını yok sayanlara inat, zaman zaman feneri ziyaret edip Hera'ya dua ediyorum. Sonra bu fenerin yaşadığımız yüzyıla uygun bir hale getirilip tekrar itibarını kazandığı zamanları hayal ediyorum: Önce oyulmuş gözlerine daha parlak ışıklar yerleştirip, sonra bahçesini çocuklara açıyorum. İçindeki odalarda yemek davetleri verip ve elbette bütün bu emeklerime karşılık en tepesinde sabah kahvemi içiyorum.
Fenerde gün sabah 5.00'de ben uyanınca başlıyor. Artık evim yok ya da artık evim var; fenerde yaşıyorum. Günün ilk kahvesini Kadıköy-Eminönü vapurundan evvel içmeliyim. Zaman sonsuz değil ve benim hep acelem var, aşağıya inip bahçeyi sulamalıyım. Bütün pencereleri açıp odaları havalandırmalıyım. Herkes gelmeden çay demlemeli ve kahvaltı sofrasını da hazırlamalıyım.
Saat 7.00 gibi Cenk ve Bingül geliyorlar, pazara uğrayıp mutfak alış verişini yapılmışlar bile! Burhan fenerin onarılması gereken yerleriyle ilgileniyor bu sabah. Çünkü fener şevkat istiyor...
Külkedisi bana yardım ediyor davetli listeleri için. Eli kolu dolu gelmiş; mavi zarflar ve kalemler var çantasında. Davetiyeleri balmumu damlatarak kapayalım diyor. Biz bunu konuşurken Londra'dan Mehmetus arıyor, müşteri yollayacakmış gelecek ay. Almanya bağlantımızın adresi Jasmin. Ayrıca o bizim kahve stoklarımızdan sorumlu. Tatlılarla ilgilenen ise Agi. Eda Liza yuvaya gider gitmez Leyla ile birlikte geliyorlar. Agi'nin en becerikli yardımcısı elbette Muse! Tatlı konusunda hiç anlaşamıyorlar:))
Öğle saatlerinde kısa bir mola verip yüzüyoruz, dinleniyoruz. Leyla öğle uykusuna yatar yatmaz mutfakta hummalı bir çalışma başlıyor. Upuzun tahta bir mutfak tezgahına salçalar, kurutulmuş otlar, balıklar yayılmış... Sepetler dolusu taze meyva ve kocaman damacanalarda zeytinyağı görüyorum. Toprak kaplara doldurulmuş zeytinler var tahta masanın altında.
Herkes mutlu, bütün yemekler hazır. Leyla uyanmış, Eda Liza ve Altuğ da gelmişler. Leh Kralı çocuklara Ejderhalar Kitabı'ndan resimler gösteriyor. Külkedisi ve ben gülüyoruz, çünkü kitap benim! Tam o sırada fenerin önünde kanat sesleri duyuyoruz; o gelmiş. Adımı söylüyor... Bir tek o adımı biliyor... Uyanıyorum!

2 Eylül 2008 Salı

Çilek Marmelatı Gibi Hissetmek...


Çok yenmiş, ayarı kaçırılmış bir yemek gibiydi yaz. Zavallı midelerimiz nihayet sakinledi. Okuduğumuz kitaplara, seyrettiğimiz filmlere serinleyen havalar da eklenince, sanki içimize su serpildi. Daha bir az titrer oldu ellerim, daha iyi uyumaya başladım. Ya da öyle olduğunu düşünmek istiyorum.

Zaman denilen ve üzerine şiirler, öyküler yazılan o şey, sanırım bu kez benden yana. Biliyorum, geçici bir his ama şimdilik böyle algılıyorum. Neden derseniz; saatler içimden başka türlü geçiyor, kalbimden başka... Aklımdan başka... Ve ben bunu nihayet anladım.
Asıl mesele şudur ki; neşem iyice azalmaya başladı. Gazeteye ilan vermek, tüm dostlarımı uyarmak lazım bu konuda. İtiraf ediyorum: yüz kaslarımla başa çıkamaz oldum, son haftalarda gülümsemekte de epeyce zorlanıyorum.
Bedenimi bir kavanoz gibi düşünüyorum*, sanki dibimde bir çatlak var, tıpkı bol şekerli bir marmelat gibi neşem oradan sızıyor. Mutfağın yerlerine yayılmış... Odalara, salona, hatta sokaklara taşmış. Akıyor, aktıkça biteceğine daha da çoğalıyor. Kimse farkında değil kavanozdaki sızıntının, üzerine basıp geçiyorlar ayaklarının altına yayılmış neşemin. Kızmıyorum, gülüyorum. Kim, kimin neşesine basıp yürümek isteyecek kadar hain olabilir ki? Sadece farkında değiller...
Çatlağı onaramıyorum. Tıpkı zamanı durduramadığım gibi... Zaman kalbime sızıyor, neşem yerlere... Fakat akışı yavaşlatabiliyorum. Nasıl mı? Külkedisi'nin dediği gibi kedileri görmeye çalışıyorum, kış uykusuna soyunan ağaçların ölmeyeceğine, sadece bir süre çıplak kalacağına dair inancımı tazeliyorum, kapılara inanıyorum. Bu kapandıysa, sebebi öbürünün açılacak olması diyerek kadim sözlere inanıp, derin derin nefes alıyorum. Fotoğraftaki kapıya uzun uzun bakıp, babamın o kapıdan nasıl bir ruh haliyle girdiğini ve geride bıraktığı diğer hayatlarını hiç özleyip özlemediğini düşünüyorum... Dahil olmadığım zamanları anlamaya çalışarak, içinde bulunduğum dakikadan kaçıyorum. Eda Liza'yı bekliyorum. Onunla denize gitmeyi, kumlarda yuvarlanmayı düşünerek cesaretimi ve neşemi kazanmaya gayret ediyorum. Başarıyor muyum? Eh.

Bugün kendimi dinliyorum. Radyoyu, telefonu, televizyonu kapattım. Biraz sonra bilgisayarı da kapatacağım. Sokağa, ev halkına, bildik tüm gündelik kaygılara sağır olacağım bir süre.
Peki sizin kendinizi dinlemeye cesaretiniz var mı? Merak ediyorum... Ve sen, içindeki çatlağı neyle kapattın? Bana da versene sihirli formülünü.


*Tam bu benzetmeyi yaptım, ardından aklıma Kafka geldi. Acaba ben de bir sabah kavanoz olduğuma inanarak uyanır mıyım?