29 Eylül 2008 Pazartesi
Fıtır Bayramı/Tatili Kutlu Olsun.
27 Eylül 2008 Cumartesi
Çiçek Mafyası.
*30+ genç sayılmaz muhtemelen:))
26 Eylül 2008 Cuma
Yağmurlu Gün Şarkısı....
25 Eylül 2008 Perşembe
Derinlik Korkusu.
*Küçük Deniz Kızı masalını hatırlıyor musunuz? Prensi görmek için iki bacağa ihtiyacı olan deniz kızı, büyücüden sesi karşılığında iki bacak alır ve kara insanları gibi yürümeye başlar. Ama bu bedel onu mutluluğa götürmez...
24 Eylül 2008 Çarşamba
Mutfakta Buluşalım.
22 Eylül 2008 Pazartesi
Misafir.
Sonra komşu teyzenin yüzü kayboluyor ve kendi yüzümü görüyorum. Elini tuttuğum çocukla beraber yavaş yavaş merdivenlerden yukarı çıkmaya başlıyoruz. Karnı aç mı diye soruyorum. Değil. Ona güzel bir banyo yapalım ve uyu istersen diyorum. Usulca "peki" diyor. Suratımdaki ifadeyi kontrol etmeye çalışıyorum; onu utandıracak ya da daha fazla yaralayacak bir tek mimik olmamalı yüzümde. Sıkı sıkı tutuyorum elini, hatta çok mu sıkıyorum diye endişeleniyorum.
Banyo hazır. Bana iyi geldiği için ona da iyi gelir umuduyla portakallı bir banyo köpüğüyle dolduruyorum küveti. Henüz yedi yaşında ama soyunurken ona yardım etmemeden biraz rahatsız. Belki de ilk annesi dışında birinin yanında çıkartıyor giysilerini. Zor durumda kalıyorum, yüzüne baksam olmayacak, elbiselere baksam o da olmayacak. Baştan savar gibi hızlı hızlı da soymak istemiyorum. Ellerimin ve yüreğimin titremesini gizlemeye çalışıyorum. İkimiz de çok iyi biliyoruz yabancıların önünde çıplak kalmanın zorluğunu; ha bedenimiz çırılçıplak ha ruhumuz.
Köpüklerin arasında kayboluyor küçücük bedeni. Biraz daha rahatlamış gibi. Yüzünün azıcık gevşediğini görmek beni sevindiriyor. Gözündeki morluk için ne yapmalı diye düşünüyorum. Hiç gözüm morarmadı ki bileyim. Ben genelde tüm yumrukları kalbime yedim. Gerçi onun bile nasıl iyileştirileceğini hala öğrenemedim ya, neyse.
Bir kez daha aynı utangaç sahneyi yaşamamak için, gümseyerek: "Hadi, sen kurulan ve giyin, ben de ikimize süt hazırlayayım" diyorum. Başıyla onaylıyor. Mutfağa inip süt ısıtıyorum. Kendi çocukluğumdaki en önemli detaylardan biridir süt. Süt içmezsem uyuyamam. Hala uyuyamam. Az da olsa içmem lazım. Henüz okula gitmediğim zamanlarda bir gece uykumun arasında süt diye ağlayarak uyanmışım. Annem ve babam evde süt olmadığını görünce ne yapacaklarını bilememişler ve sonra bana ılık su vermişler! İçip, uyumaya devam etmişim. Bu hikayeyi geçen hafta anlattı annem, çok güldük. Sütü ısıtırken aklıma geldi, kendi kendime güldüm.
Elimde bardaklarla yukarı çıktım. Yatağın kenarında öylece duruyordu. Saçlarını kurutmadığımızı farkettim. Banyodan fön makinesini getirdim. Saç kurutma işimiz çok kısa sürdü; incecik, kuş tüyü gibiydi saçları. Sonra onu yatağa çıkartıp, pikeyi dizlerine kadar örttüm. Böyle bir sahne için ruhunu satacak hale gelen ben, onu bu duruma getiren anneyi anlamaya çalıştım. Anlayamadım.
Yüz yüze oturduk yatakta, birbirimizin gözlerinin içine bakarak küçük yudumlar aldık bardaklarımızdan. "Bana bir masal anlatır mısın?" dedi. "Annem bana hiç anlatmaz, sadece bir kez babam anlatmıştı, istersen ben de sana onu anlatırım." Bardağı elinden aldım, yanına uzandım. Kardeşimin ve benim onun yaşlarındayken en çok hoşlandığımız şekilde saçlarını okşamaya başladım. Gerilmemeye ve ağlamamaya çalışıyordum ama hiç kolay değildi. Bütün dikkatimi onun minicik kalbine ve aramızdaki iletişime yoğunlaştırmaya çalıştım. Bu gece gözyaşı ve keder olmamalıydı. O benim misafirimdi.
Ona hangi masalı anlatmalıyım diye uzun uzun düşünüp, prova yapacak vaktim yoktu. Ben de en sevdiğim masal olan Rapunzel'i mi ister yoksa Küçük Kara Balık'ın* maceralarını mı dinlemeyi tercih eder diye sordum. "İkisi de" dedi. "Peki" dedim, o kadar uzun vaktimiz olmadığını bile bile peki dedim... Ve başladım Rapunzel'i anlatmaya:
"Çok uzak ve çok güzel bir ülkede, birbirlerini çok seven ve sahip oldukları herşey için yaratıcıya şükreden iyi kalpli bir çiftçi ve karısı yaşarmış. Hayattaki en büyük dilekleri bir bebekleri olmasıymış... Ve cesur prens, Rapunzel'in saçlarına tutunarak kuleye tırmanır. O kuleye çıkana kadar, kötü kalpli cadının döndüğünü zanneden Rapunzel, pencerenin pervazında prensi görünce korkar: "Kimsiniz? Benden ne istiyorsunuz?". Prens ona kabusun sona erdiğini, onu anne ve babasına götüreceğini, sonra kendisi de kabul ederse saraya gidip orada uzun yıllar mutlu yaşayabileceklerini anlatır. Daha prensin sözü bitmeden cadı gelir... "
Uyudu, oysa masalın sonunu duymasını isterdim... Bu benim en sevdiğimdi, kulaklarımdaki ilk masal... Belki de ihtiyacı olan masal değil, ona masal anlatan biri olduğunu bilerek derin bir uykuya dalmaktı... Ona masalın sonunu anlatmak için fırsatım olmayacaktı besbelli. "Hadi uyan bak masalın sonunda iyi şeyler olacak ve o zaman daha güzel rüyalar görebilrsin uykunda" diyemezdim. Yaralı bir çocuktu o, yorgundu. Dinlenmeye ihtiyacı vardı. Dinlendi. Masalın sonuna ihtiyacı olsaydı zaten uyumazdı. Tekrar bir çocuk gibi düşünmeye çalıştım, onun gibi düşünmeye çalıştım... Anımsayamadım.
Neden sonra aklıma geldi ve annesini aradım. Bende kaldığını ve gayet iyi olduğunu söyledim. Karşı taraftaki ses endişeli ve sevecendi. Sanki bana misafir olarak gelmişti bu küçücük çocuk. Sevginin binbir şekli vardı ve ben hepsini anlayamazdım... İyi geceler dileyerek kapattım telefonu. Kitaplığıma doğru yürüdüm, sayfaları darmadağın olmuş masal kitaplarıma baktım. Okumaktan lime lime olmuştu masallar... Küçük Kara Balık'ı buldum. Sabah ona verecektim. Yoksa bayram hediyesi olarak mı verseydim? Evet evet, böylesi daha uygun olurdu.
Odama döndüm, kendi masalım ve masalımın sonu hakkında düşündüm. Misafirimle aramızdaki benzerlikleri şaşırarak gördüm. Ruhumu portakallı köpüklerde dinlendiren, elimi tutup yatağıma yatıran ve kalbime merhem süren tüm dostlar için şükrettim. Fakat bu minnettarlık anı benim masalımdaki prensin kuleye çıkamamış -ya da çıkmamış - olduğu gerçeğini azaltmadı... Kalbimdeki morluk sızladı, alıp elime baktım, neredeyse iyileşmek üzereydi. Ama uykumu kaçırdı bu gereksiz hatırlama.
21 Eylül 2008 Pazar
Pazar Sabahı Zırvalamaları.
19 Eylül 2008 Cuma
Çinko Çaydanlık & Turuncu Çiçekler..
**Türkçe meali "Veda Vakti" imiş.
Zaman, Ertelemek ve Düşünmek Üzerine.
Benim S.O.S sinyalim ne? Bilmem, mutlaka vardır ama şimdi düşününce aklıma gelmedi. Belki de yazmak. Ben açık açık söylüyorum aslında, T. Korkut'un dediği gibi kendi çapımda "iç dökümü edebiyatı" yapıyorum. Sanki günlüğümü bilerek ortalarda bırakıyorum ve okuduğunuzda mahçup oluyorum:)) Oyun oynuyorum. Yani biri beni kelimelerin arasında yakalasın diye avaz avaz yazıyorum. Neyse ki çok şanslıyım, gerçekten birileri beni duyuyor.
Saklanarak ve saklayarak yaşamıyorum. Kimsenin yaralarından, korkularından beslenmediğim gibi uzun zamandır belden aşağı da vurmuyorum. Bu ve benzeri hazlara doydum. Şimdi güçler dengesine inanıyorum. Yani eşit koşullara sahipken ve ellerimizde en delicisinden hançerler varken usla davranabilmek! Yavaş yavaş da olsa öğreniyorum... Bütün bu öğrenmeler, yazmalar yaşadıklarımın ve gözlemlediklerimin sonucunda gerçekleşiyor. Deri değiştirir gibi ruh hali değiştiriyorum. Durmadan "level" atlayan bir bilgisayar oyununda kalbim... Game Over!
Asıl içimi acıtan benim kadar şanslı olmayanlar... S.O.S. veren ve yardım için yanına gittiğinizde ürkek sokak kedileri gibi tıslayanlar. "Gör beni" diye elindeki feneri gözüme tutup, sonra en olmadık şekilde saklananlar... Korkmayın, ben zorla yardım etmem, zaten fazla enerjim de kalmadı harcayacak. Malum zaman kıymetli... Ortak derdimiz de bu değil mi zaten? İş işten geçmeden zamanın hakkını vermek! Şükürler olsun ki, kalbim level atlarken aklım da ona eşlik ediyor. Gün be gün "erkeklerin ödünü patlatan kadınlar sınıfı"nda pekiyi yazılıyor defterime!
Ben akıllandım; elimi uzattığımda tırmalayan sokak kedilerinden çok çektim. On hayata yetecek kadar kadar iğne oldum, dersimi aldım. Bundan sonra ancak pencereden yemek atarım onlara. Benden bu kadar! Ne kadar zeki olurlarsa olsunlar - zeka büyüleyicidir... - , gözleri ne kadar içime işlerse işlesin, yumuşacık tüylerine dokunmak için delirsem de... Yok yok aynı oyuna gelmem ben. Yardım çağrısına cevap verip, yanına yaklaştığınızda gururu acısına baskın gelen adamlardan/kadınlardan bunaldım.
Ama içindeki kuyuya bakmak yerine, başka birinin gözlerinde hayat arayanlara karşı daha anlayışlıyım. Hiç değilse deniyorlar*. Bir tek hamle için şans veriyorum. Çünkü risk almadan**kazanmanın mümkün olamayacağını biliyorum.
Son olarak, ben hiç anlayamamışımdır "boş zamanım var" ne demek? Boş zamanı olmaz insanın, olsa olsa zamanı yetmez yapmak istediklerine... Hakkını vererek yemek pişirmeye, bedeni ve ruhu temizleyen uzun banyolara, parçası olmadığımız zamanlara ve hayatlara sanat aracılığıyla yapılacak yolculuklara hep zaman lazım... Hiç bir işin, hiç bir insanın ardına saklanmamak lazım. Saklanmamak ve düşünmekten korkmamak lazım.
Düşünerek delirilmez, sınırlarda dolaşmayı sevmektir bu. Herkes patikaları ve iki yanı mağazalarla dolu caddeleri sevecek diye bir şart yok. Düşünmek ip cambazlarının, uçuk kaçık sporları tercih edenlerin, Pazar günü yürüyüşü için uçurum kenarlarını seçenlerin harcı... Ayrıca yapı meselesi bu, kaderde düşünerek tırlatmak varsa kaçamayız:))
Değişmesi gerekenler değişir, sular er geç yatağını bulur. Sadece zaman geçer bütün bunlar olurken... Ve sadece ertelemiş oluruz değişimleri... Şiirlerdeki gibi: Geç kalmış oluruz birilerine ve daha da acısı kendimize...
*Fillandiyalı besteci Jean Sibelius'un ve karısını hayatı bu konuda favorimdir. Ve de kıskançlığım!
**"Oynarsın kazanırsın, oynarsın kaybedersin, oynarsın..." J.W., TUTKU.
17 Eylül 2008 Çarşamba
EVLENMEK İSTİYORUM :)
15 Eylül 2008 Pazartesi
Rapunzel'in Luna Park Maceraları:)
Genellikle iyi amaçlar için yazdıysam da, nihayetinde takdir edersiniz ki ben de insanım. Karmadan it gibi korksam va hatta ailemin tamamı müslüman da olsa - ki kardeşimden şüpheliyim, o hala şaman köklerimize sadık olabilir - yapacağımdan geri kalmıyorum çoğu zaman. Neden? Allah korkusu yok bende!!! Benden korkmayan, beni kollamayan, varlığı bile tartışmaya açık bir kavramdan ne halt etmeye korkacakmışım? Amcam yaşasaydı tam burada şöyle derdi: "Breh breh breh !!!"
Bugün msn semalarına not bırakan arkadaşlara tek tek teşekkür edemeyeceğim ama - yani fena halde tembel olduğum için - topuna sesleniyorum: Hu hu, teşekkür ederim. Mesajlarınızı aldım; saçlarımı kestirmiyorum, ilk fırsatta doğru müziği yakalayıp soyunmaya devam ediyorum, B vitaminine ara vermiyorum ve kendimi korumaya devam ediyorum:)) Ama zaten bunları söylemiştim. Yoksa okumadınız mı?
Gerçi Ateş bu akşam yazmakla ilgili olumsuz şeyler yumurtladı fakat ona da açıklamaya çalıştığım gibi bu da benim ilacım. Ateş de yelkene çıkıp, yarışarak rahatlıyor. Hem o yarın Bodrum'a gidecek! Yani adamın ne yazmaya ne de okumaya zamanı yok. Hele hele bu deneme ve sayıklama tadında şeyleri çok manasız buluyor. Bana söz verdi, kültür tarihi üzerine bir karalama yaparsam okuyacakmış:)) Yani Ateş'i de kazanırsam kim tutar beni.
Aslında haklı, dedi ki: "yazının başından sonuna ruh durumun aynı kalıyor mu? Ya da ertesi gün de hissedip, düşünüp yazdıklarının arkasında mısın?" Aslında hem evet, hem de hayır. Bazen beş dakikada değişebiliyor ruh halim. Ama bu tuhaf değil ki, kimin değişmiyor? Sadece ölülerin!!
Özetlersek ve yatağa gitmek için acele edersek durum şudur: herkese teşekkür ederim; ister blogda, ister msn de, isterse gmail de olsun bütün yazdıklarınız benim için çok değerli... İyi geceler:))
Hiçbir Duygu Nihai Değildir.
Bugün Külkedisi’ni dinledim ve B vitamini almaya başladım. Gerçi başlamıştım aslında ama düzenli devam etmemiştim. Çünkü karar veremedim; yani vitamin alıp, spora gidip, evime gelen saçma sapan kargoları* görmezden mi gelmeliyim, yoksa benim de hakkım yahu diyerek şöyle en güzelinden depresyonun yumuşacık kollarına mı bırakmalıyım kendimi? Ya da kavga mı edeyim birileriyle? İyi gelir mi acaba?
Mesela bu sabah gelen kargo için; - bal gibi okuyorsun blogu biliyorum, pasif bağımlısın sen - arayıp ağzıma geleni söyleyeyim mi? Değmez... Sana benden ses yok artık, görüp göreceğin yazı da budur. Söylemiştim fakat anlatamamışım...Ama arada bir dön ve “Ruhunda Bataklık Olan Bezelye Kalpli Adamı” ve “Üç Ayaklı Tören Kabını” oku. Onların ilham perisi sensin! Oku da sonra gider ajandana yazarsın. Sen daha çoook yazarsın o ajandaya... Kış uzun, bakalım nasıl sekeceksin kendine söylediğin yalanlar arasında?
Sadece Eda Liza’yı düşünüyorum dersem güler herkes ama gerçek! Ona depresyona girmiş bir ben göstermek istemiyorum. Önümüzde noel var; kurabiyeler pişirirken ve ağaç süslerken gülümsemeliyim. Ve bu gülücükler sahte olmamalı. Onunla sahip olduğum gerçekliğe yalan karışmamalı... Sanırım pek çok kadın bu nedenle çocuk yapıyor; tutunmak için. Devam etmek için, gerçek ve içimizi dolduran bir nedene ihtiyaç duyuyoruz... Uçurumun kenarına uzanan minicik bir el Eda...
Bencillik mi bu? Evet bencilim ben! O zaman neden bana çocuk verebilecek adamlardan biriyle hemen evlenmiyorum? Güzel, on puanlık uzman soru. Çünkü onları yeteri kadar sevmiyorum. Nedir bu yeteri kadar? İçinde güven olan, dostluk ve ortak dil/geçmiş vs. vs ile donatılmış ortaya karışık bir ilişki! Gerçi o adam gelse bile şu an onu görebilecek durumda da değilim. Aklımda fikrimde kaçmak var; blogdan, ülkeden, şehirden, yalancılardan...
Burhan harika bir laf etti geçen hafta. Muse iş yerinde olan saçmalıkları anlatırken "ben günün tamamını orada geçiriyorum, ailemden, dostlarımdan çok o insanlarla beraberim. Şimdi nasıl dayanırım” dedi. Burhan da dedi ki: “ben bazı günler kendimden rahatsız kalkıyorum ama kendimden kaçamayacağım için günü kendimle geçiriyorum!”
İşte ben yine günlerdir kendimden rahatsız yaşıyorum. Ne olmam gereken yerdeyim, ne de yapmam gerekenleri yapıyorum... Bu da beni delice rahatsız ediyor. Kalamıyorum, kaçamıyorum, yeteri kadar okumuyorum ve yeteri kadar yazmıyorum. Hatta artık örgü bile örmüyorum. Yemek de yapmıyorum. Ama çocuklar gibi paket paket bisküvi yiyorum! Maviay’ın dediği gibi “içimde başka yöne gidiyor raylar, dışımda başka....”
Elbette geçeçek, J.W.’nin bir öyküde dediği gibi “hiçbir duygu nihai değildir”. Bütün inancım bu yönde. İşin güzel tarafı Pilatescadısı da bedenimi iyice güçlendiriyor. Sağlam kafa sağlam bedende olurmuş ya, belki sıyırmamı engelleyen tam olarak budur? Bu mudur?
Sadece bir konuya fena halde bozuluyorum, neden bir tek yanlış seçimin bedelini binlerce saçmalıkla ve yıllarca ödemek zorundayız? Bu ödemeler ne zaman bitecek? Yoruldum! Bana
ceza yazsın kim yazacaksa, ödemiyorum!
*Neden bütün kitaplarımı yollamadın? Kargo parası fazla olur diye mi korktun? Ya da daha komiği okuyacak mısın? Ha ha ha!!
14 Eylül 2008 Pazar
Rapunzel Mayalar Sayesinde Babillilerle Barıştı!
13 Eylül 2008 Cumartesi
Mühürlü Güllerden Melek Hanım'ın Anısına...
10 Eylül 2008 Çarşamba
Robin & Wood Ltd. Şti.
Yalan Dostum Aşk Diye Bir Şey Yok...
8 Eylül 2008 Pazartesi
Uçurumdaki Uçutmalar...
5 Eylül 2008 Cuma
Fener'de Gündüz Düşleri...
Saat 7.00 gibi Cenk ve Bingül geliyorlar, pazara uğrayıp mutfak alış verişini yapılmışlar bile! Burhan fenerin onarılması gereken yerleriyle ilgileniyor bu sabah. Çünkü fener şevkat istiyor...
Külkedisi bana yardım ediyor davetli listeleri için. Eli kolu dolu gelmiş; mavi zarflar ve kalemler var çantasında. Davetiyeleri balmumu damlatarak kapayalım diyor. Biz bunu konuşurken Londra'dan Mehmetus arıyor, müşteri yollayacakmış gelecek ay. Almanya bağlantımızın adresi Jasmin. Ayrıca o bizim kahve stoklarımızdan sorumlu. Tatlılarla ilgilenen ise Agi. Eda Liza yuvaya gider gitmez Leyla ile birlikte geliyorlar. Agi'nin en becerikli yardımcısı elbette Muse! Tatlı konusunda hiç anlaşamıyorlar:))
2 Eylül 2008 Salı
Çilek Marmelatı Gibi Hissetmek...
Bedenimi bir kavanoz gibi düşünüyorum*, sanki dibimde bir çatlak var, tıpkı bol şekerli bir marmelat gibi neşem oradan sızıyor. Mutfağın yerlerine yayılmış... Odalara, salona, hatta sokaklara taşmış. Akıyor, aktıkça biteceğine daha da çoğalıyor. Kimse farkında değil kavanozdaki sızıntının, üzerine basıp geçiyorlar ayaklarının altına yayılmış neşemin. Kızmıyorum, gülüyorum. Kim, kimin neşesine basıp yürümek isteyecek kadar hain olabilir ki? Sadece farkında değiller...