13 Eylül 2008 Cumartesi

Mühürlü Güllerden Melek Hanım'ın Anısına...


Üç Yıl Sonra Hafızayı Tazelemek...

Benim babaannem gitti.. Öldüğü gece tıpkı bu geceki gibi güçlü bir ay vardı gökyüzünde. Onu ölümsüz sanıyordum ama öldü işte. Üç koca yıl geçti ve ben hala arka apartmanda yaşadığını düşünerek avutuyorum kendimi. Yokluğu hiç tahmin etmediğim kadar içimi acıtıyor, ama öldürmüyor. Ölüm ayrılığına bile yenilmiyormuş insan...

Beni ona çok benzetirler, bu benzetme çoğu zaman kalbimi kırar. Ben onun kadar sert değilim diye düşünürüm... Ama sanırım doğru; baksanıza acıdan ölmüyorum!
Ben yıkamıştım onu; avuçlarına kına koymuş, saçına gülsuyu dökmüştüm. Yine de ikna edememiştim kendimi ölümün soğuk yüzüne. Dönecek diyordum içimden, dönecek... O, morali bozulunca uzun saatler ortadan kaybolur ve sonra akşama doğru çıkıp gelirdi... Huyu böyleydi.

Sanki bütün bunlar; yıkama, dualar vs. garip bir uğurlama töreniydi ve gittiği yolun geri dönüşü mümkündü. Neden derseniz, sert yaradılışlı ve zaman zaman huysuzlukları olan bir kadındı babamın annesi. Yine de adını ne onun ne de benim koyamadığım gel gitlerle, tanımsız ve bir o kadar derinden sevdik birbirimizi.

Kanımda dolaşan gizli bir gücü vardı gözlerinin. Bana baktığında korkardım, neyi yanlış yaptığımı düşünür ve bir tek sözü ile ok gibi fırlardım kendimden. Damarlarımda akan kanın efendisiydi babannem. Ve efendim beni bırakıp gitmezdi...

Güçlü bir duruşu vardı, soylu, soğuk bakışları, bembeyaz bir teni. Bana geldiğimiz toprakların tılsımını anlatan uzun parmakları, suskun dudakları ve dimdik duruşu...Azıcık kalmış saçlarını küçücük bir topuz yapardı ensesinde. Tertemizdi kıyafetleri; sanki ilk kez giyilmiş gibi ütülü paltoları, bir çocuk ayağına uygun olacak kadar minicik ayakkabıları vardı. Güldüğünde içim ısınırdı ama babaannem çok az gülerdi.

Akıllıydı, iginçti. Yassıada mahkemesini celse celse izlemiş, Yaşar Kemal'in kitaplarını tek tek imzalatıp okumuş, dönemin pek çok önemli ressamı ve edebiyatçısıyla tanışıp, sohbet etmiş değişik bir karakterdi. Çocuklarını zamanın en iyi okuluna yatılı verecek kadar eğitime inanan, disiplinli ve korkarım biraz da kalpsiz bir anneydi. Ya da derin ama çok derin bir mutsuzluğu vardı, benim ne yazık ki anlayamadığım...

Hala onu düşünüyorum, anlatamadan öldüğü sırlarını, acılarını, gerçekleşmemiş hayallerini merak ediyorum...

Üç Yıl Önce...

Zaman bildik anlamını coktan yitirmiş... Uçsuz bucaksız gül bahçelerinde oynayan çocuklar bir bir meleklere karışmışlar.. Ama bir melek varmış ki o en sona kalmış...

Bu masal – aslında bence gerçek - artık yaşamayan ve yaşadığı sürece bana hiç masal anlatmamış olan babannem Melek Havva Eti için....

Defalarca düşündüm onun ölümünü. Hatta en acı senaryoları yazdım bazen. Hep yalnız ölecek diye inandım. Çünkü incitmisti annemi, yapayalniz hissettirmişti çocukluğumuzun uzun kış akşamlarında. Onarılmaz sözleri vardı kulaklarımda.. Hiç unutulmaz sandım. Oysa ölümün yüzü cok affediciymiş... Öğrendim. Öyle tuhaf bir an ki ölüm ayrılığı, söylenmemiş tüm sözler kıvrandıran bir mide ağrısıyla yere yıkıyor insanı. Kaybetmenin çaresizliği önünde diz çöküyorsunuz. Ölüm kalbinizi secdaye getiren bir deneyim.

Ayvalık...

İnanılmaz güzel bir sabaha uyandım Altınova’da. Birkaç guzel dostla yaz sonu tatili yapmak bana bu yıl verilen en anlamlı hediyeydi. O kadar hafif o kadar keyifliydim. Herşey güzeldi. Ayvalık coook özlenmişti. Hele Cunda. Yıllar sonra adanın şerbet gibi suyunda yüzmek cennette bir gün kadar dinlendirmişti kalbimi. Islandım, kurudum. Sevgili’yi dinledim. Anımsadım. Duygulandım. Anımsadıklarımın denizinde yüzdüm. Uzun uzun balıkçıları seyrettim. Ağlar kalbime dolandı, anılar yüreğime.... Ama avlanmadım!

Taş Kahve'de gazoz içtim. Bir yudum gazozla çocuk oldum, gözlerimi yumdum. Koşup Raşid’in Kahvesi’ne kadar gittim. Sonra kocaman evli bir kadındım, Ali Cengiz’in Kahvesi’nden geleceğime iç geçirdim. Adaçayı koktu, ağladım. Güneş gözüme kocaman bir mandalin gibi göründü, yaşlarım kurudu. Mandalin kokusu; bütün acılara bire bir.Bütün bunlara akşam yemeği icin alınan balıklar da eklenince günbatımında eve dönmek başka türlü anlam kazandı. O kadar mı? Haftalardır duyulmayan sürpriz bir sesle tamamlandı resim. "Özledim" diyen sıcak, sevecen bir ses. Eli elime değmemiş ama gözleri ruhuma değmiş bir adam özledim diyordu uzaklardan... Ferhan....

Altınova’da da yüzdük o gün. Ve güneşi suda batırıp, titreyerek döndük eve. Sekiz buçuk dokuz arası odama çekildim. Bir kez daha dinledim Söz Vermis Şarkılar'dan Sevgili'yi... Çok şey düşündürdü bana... Duygulandım. Ama neye duygulandığımı unuttum. Öylece uzandım yatakta. Sakin.

Yemeğe indim.Tanımsızdım. İçimde İstanbul’a dönmem gerektiğini söyleyen tuhaf bir his vardı. Otobüs saatlerini sordum Mustafa’ya ve en geç yarın dönmek zorunda olduğumu söyledim. Masadaki herkesten yarım kalan tatil için özür diledim. Sadece eve dönmem gerektiğini hissediyordum. Telefon çalana kadar da açıklayamadım bu zamansız isteğimin nedenini...

Annemdi arayan. Kalktım masadan ve evin arkasındaki gül bahçesine doğru yürümeye başladım. Aya baktım. Annem dönüş günümü sorunca, anladım.

Ölümünü elimde, tenimde, kilitlenen dudaklarımda, etrafımdaki güllerde hissettim. Onun ölüm haberi güzel bir anda yakalamalıydı beni ve güller eşliginde yankılanmalıydı kulaklarımda. Ay da teselli etmeliydi!

İstanbul...

Eminim Ayvalık otobüsü hiç gözyaşıyla yıkanmamıştı o geceye kadar. Artık yıkandı. Temiz olmadı, yine yıkandı.Yüzüm yıkandı. Anılarım yıkandı. Kırgınlıklarım yıkandı. Öfkem ve ruhum yıkandı. Son kalem düştü. Ben düştüm. Güller düştü. Burçlardan aşağıya yuvarlandı kraliçem!

Tertemiz bir ben indi İstanbul’a. Ağlamaktan sersemlemiş, tuhaf tuhaf yalpalayan ben, koşarak görmeye gittim “son meleği”. Ölümün yabancı bakışları onun beyazlığını bozamamıştı.Ve güller.... Kar kadar beyaz tenini saran pembe güller...

Çenesindeki eşarp; evrenin bana şakasıydı. Ben göreyim ve içim daha çok acısın diye oradaydı. Herkese susarken bana konuşan bez parçası! Meleği sonsuza dek suskunluğa götüren o çok anlamlı bez parçası! Kenarında "Mühürlü Güller" yazıyordu.

Babannem pek çok duygusu mühürlü kalmış bir kadındı ya, bu iki kelime o demekti işte. O gerçekten melekti. Bazen iyi bazen kötü bir melek. Ben anlamıştım. Keşke onu sevdigime inansaydı. Dilerim inanmıştır ve dilerim hissetmiştir.

Bir ağa kızını güller yolcu eder mi? Eder. O gül bahçelerinde büyümüş bir ağa kızıydı. Öyle doğdu, yaşadı ve öldü. Çok güçlü ve çok yalnızdı. Onun yalnızlığı paylaşılmazdı... Ne ben ne de bir başkası yalnızlığına asla dokunamadık. Benim için ya da babam için pek çok kez ağladıysa bile o yaşlar hep gizli aktı. Bir tek damlasını avucumda hissetmek ve ona sımsıkı sarılmak isterdim. İzin verseydi birlikte ağlayabilirdik, onu teselli edebilirdim...

Hayatımın karmaşasıydın babanne; sevdiğim, kızdığım, kırgın olduğum... Babamla aramdaki son köprü... Pek çok mühürlü söz ve gül kaldı senden... Söylenmeyen sözlerin ve mühürlü güllerin anısına... Sustum.

O hiç inanmadı belki ama ben onu kendimce sevdim. Belki babamın hatırasıyla karışık ne yaptığımı bilmeden ama sevdim. Ecele salladığı kılıç düşmez sandım. Düştü... İnanmıyorum. Ve inanmadıgım için vedalaşmadım... Bence dönecek!

Çorba Kasesi.

Babannem bana bir çorba kesesi bırakmış; 1878 Paris damgalı. Bu ne acaba? Babam mı almış ona bu kaseyi? Hic anlamadım. Ben onu çok özlüyorum ... Artık birlikte içemeyeceğimiz tüm çorbaları özlüyorum.

1 yorum:

pilatescadisi-pilateswitch dedi ki...

Gene en duygulu anlarında ben yokmuşum yanında be... tüh bana... sen ki kızıl saçlarında hep ışıltı olması gereken insan, gözlerinde yıldızlar, yanaklarında pembeler... ah... o aseyi sakla.. hayatın çorbasını içersin yaşın çoooook ilerleyince yudum yudum ve harf harf yazarsın tarifini canımın içi.