14 Ağustos 2008 Perşembe

Geçmiş Zamanı Ve Suat'ı Özlemek...


Bu gece uyumakla uyumamak arasında gidip gelirken, bunca zamandan sonra aklıma eski bir fotoğraf düştü. Nasıl ve neden onu düşünmeye başladım bilmiyorum. Belki Yasemin'in Şarkısı "Kuzgun" yüzünden oldu...
Sadece, aslında hayatıma ne kadar önemli bir etkisi olduğunu şaşırarak anımsadım. Belki ilk kez gerçekten onu özledim... Yıldızlara baktım, iyi ve mutlu olmasını diledim.
Bu kadın akademinin hala ve inatla akademi geleneğini sürdürdüğü yıllarda gelmiş İstanbul'a. Ailesi doğulu. Tabii ki upuzun siyah saçları ve simsiyah anlamlı gözleri var. Hırslı, derin hissedebilen, akıllı ve inanılmaz okuyan bir kadın. Hani okumak derken, her kuruşuyla kitap alan demek istiyorum. Üstelik okuduğunu anlayan ve anlatan bir kadın. Genç ama bilge. Yaşadığı coğrafyayı kavramakta ustalaşmış, sezgileri keskinleşmiş bir kadın. Aileden deli, ama gerçekten deli.
Karar verdiği zaman bütün dünya karşısında dursa bile asla vazgeçmeyen, ne yapacaksa sonuna kadar direnen. Gördüğüm en hayvan sever şahsiyettir de diyebiliriz onun için. Zaten kedi sevgisini pek çok tasarımında ve resimlerinde bol bol görmek mümkündür. Yani ben onu daima böyle anımsıyorum... Son yılları hiç aklıma getirmeden...
Suat, aslında adını hep duyduğum ve yıllar sonra tam ona ihtiyacım varken tanıştığım bir kadın. Onun kızının babası ile benim babam çok iyi dostlarmış geçmişte. Bu anlamda garip bir şekilde başladı bizim dostluğumuz. 1990'lı yılların başında sersem sersem sokaklarda dolaşırken kocasına rastladım. Çok severim ben Ali Güven'i. Ona selam söyledim. Fakat o bana hiç beklenmedik bir şekilde: "hadi bize git, bu ara iyi değil. Sana ihtiyacı var. Konuş onunla" dedi. Evi tarif etti. On dakika sonra kapıdaydım. Ben bile inanamadım bu hızıma.
Yorgun ve karanlık bir yüzle açtı kapıyı. Gülümsedik. İçeri davet etti. Bekliyor gibiydi, şaşırmadı. Oturduğu köşede daha yeni yapılmış bir kahve vardı. Bana da bir fincan kahve verdi ve sonra sandalyeye tünedi. O daima tünerdi, hiç otururken görmedim. Balaban'ın tablolarındaki kadınlara benziyordu: sırları olan bir ifadesi vardı yüzünün.
Ortak tutkularımızdan konuşarak başladık sohbete; müzik, ortaçağ, şövalyeler, kaleler, kargalar, efsaneler... Tam karşımda asılı resme baktım; kocaman bir kedi! Siyah, maskeli. Gözleri pırıl pırıl ve bakışları soylu. O gün isim verdim tabloya; Şövalye Kedi. İçimden ona da isim verdim ama hiç söylemedim.
İlerleyen günlerde bol bol kahve içtik, kitaplar verdi bana. Resimden, edebiyattan, ülkede olup bitenlerden, yaşadığımız yerin güzelliklerinden, dünyada yaşanan çılgınlıklardan... Şamanlardan, Selçuklulardan, Bizans'ın büyüsünden... Herşeyden konuştuk. Saatlerce, günlerce ve gecelerce... Onu tanıdıkça yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa kalkmayı anladım. Onu tanıdıkça güçlü kadınların kalpsiz olmadığını, aksine çok daha derin duygulara sahip olduklarını gördüm. Karşımda saatlerce konuşan kadının nasıl anlaşılmak istediğini gördüm. Kalbini güvenli bir yere bırakamamanın acısıyla kıvranan cümlelerine şaşırarak baktım. Onun gözlerinin içinde geleceğimi gördüm, benzer ve farklı yönlerimizle tanıştım. Kaçamadım.
O kadın 1995 yılında beni derin bir komadan çıkarttı. Elime tutuşturduğu kitap hayat hakkında okuduğum "en gerçek masaldı". Bana gerçeklerin safsata olduğunu, masalı da hayatı da yeniden ve yeniden yazabileceğimizi esinledi. Ve masalsı bir anlatımla karşımızdakini onikiden vurabilmenin tılsımızı bağışladı. Ben beceremesem bile, artık gücün kaynağını kavramıştım: Sadelik. Sadelik ve samimiyet! Bu nedenle masallarda hiçbir yerde olmayan tuhaf bir gerçeklik vardı, çünkü çocuklar sahtekarlığı hemen seziyorlardı. Suat'ın büyüsü içindeki saf taraftaydı.
Suat ve o kış okuduğum kitaplar kalbimde garip yerlere dokundu. Komadan çıktım ve bir daha asla o derece hasta olmadım! Ama birkaç yıl sonra o çok hastalandı. Sevdiği adama çocuk doğuracak ve bununla tek başına mücadele edecek kadar cesur olan kadın, tıpkı kuleleri bombalanan bir kale gibi düştü! İlk kez o zaman duydum prozac denilen ilacı. Ve ilk kez o zaman Mahler dinledim sabahın ilk ışıklarında. "Bu müzikte cenaze var ama bak hayat da var" diyerek bana, bedeninin o en yorgun saatlerinde bile umut vaad ediyordu.
Sadece yanında sessizce durabildim. Yaralarına dokundurmayacak kadar vahşiydi ama beni itemeyecek kadar yalnızdı... Bir kafeste gibiydik; o aç bir leopar ve ben, konuşabildiği tek dostu besili bir tavşan! O zamanlar bile bilgeliği ve donanımıyla büyülerdi beni, hatta düşünüyorum da depresyonu bile görkemliydi. Ruhunun her giysisi yakışıyordu ona.
Şimdi aradan geçen onca yıldan sonra inadına yaşamasıyla ürperiyorum. Değişen koşullara uyumu, inançlarıyla çelişen seçimleri, onu benliğinden uzaklaştıran ve ruhunu örseleyen bir adama gidişini... Orada kalışını... Sevdin mi onu gerçekten hala anlayamıyorum...
Ama sevmiş olmalısın. Gerçek aşk budur değil mi? İmkansız, yıkıcı ve öldürücü! Ve hatta bizi kendimize yabancılaştıran... Böyle midir?
Suat, 37 yaşından sonra kadın olmayı öğrendi. Aşık ve sevecen bir kadın! O zamana kadar insandı, belki sadece çocuk doğurduğu için kadındı. Ama sonrasında gitgide dişileşti. Dünya onu şifalı otlardan anlayan bilge bir kadından, içinde öfke patlamaları yaşayan bir cadıya dönüştürdü. Sivri dilli, yaralamaya hazır pençeleriyle daima savunmada...
Onu anmak istedim, bana masallar esinleyen, dostum olduğu günleri düşünmek istedim. Mutlu olmasını diliyorum. Onu hep küçük siyah kedisi Kömür'le ve tablodaki şövalye kediyle görüyorum rüyalarımda. Ve demek isterdim ki; benim de bir kedim oldu senden sonra, o da siyahtı ve adı Zeytin'di. Tanımanı çok isterdim...
Seni hala seviyorum. Artık hiç göremesem bile... Özlüyorum... Yazmak istedim bu gece.

2 yorum:

skoer dedi ki...

o da eminim şu yazıyı okusa seni bir kere daha severdi.

Fortunata dedi ki...

teşekkür ederim:)))iyi hissettim yazınca.