Bildik insan hallerinden yola çıkıyoruz; öğrenilmiş, gözlemlenmiş ve depolanmış hatıralarımızdan. Sonra birbirimizi kafalarımızdaki uygun çekmecelere yerleştirip, etiketliyoruz. Rahat mıyız? Rahatız. Oh, artık o insan için ezberlenmiş kalıp cümlelerimiz var. Bütün etrafımızdakileri bu şekilde doğru çekmecelere koyarsak, kafamız ne güzel huzur buluyor değil mi? Yok, o zaman sürprizsiz hayatımız için ağlamayacağız. Hem etiketlemek, hem de sürpriz beklemek pek mümkün olmuyor...
Çok uzağa gitmeye gerek yok. Dört yıldır yetişkinlere yoga dersi veriyorum ve onların bakışlarında bende kusur arayan ışığı görünce gülesim geliyor. Dikkatle bakıyorlar; ne yiyorum, ne içiyorum, kim hakkında ne söylüyorum? Kıyafetim nasıl? Kozmetik kullanıyor muyum? Kısacası olmuş muyum, olamamış mıyım?
Gerçekten merak ediyorum. Beni bu gözle kafasındaki çekmeceye sokuşturmaya çalışanlar acaba hayatlarında kaç tane yoga öğretmeniyle tanışmışlar? Hangisinin evine girip çıkmışlar?
Nasıl olmalı ki yoga öğretmeni? Fıstık gibi? Yeşil çay içen? Hiç sinirlenmeyen? Her daim mutlu, kontrollü?
Aman yahu boşversenize, öncelikle ben yoga öğreten değil, birlikte yoga yapan insanım. Hani o guru denilen, nabzı dakikada üç kere atan ulu kişilerden biri değilim. Sonra, İstanbul'da yaşıyorum; öğrencilerim neye maruz kalıyorsa, ben de aynısıyla uğraşıyorum. Ne yediğime gelirsek, kebapçılarda sabahlıyor değilim ama Köfteci Şükrü'yü seviyorum.
Kah mutluyum, kah mutsuzum. Bazen hayata sıkı sıkı sarılıp, kelebekler gibi hafif hissediyorum. Kimi zaman da üstüme filler oturuyor, bitse de gitsek diyorum.
Yoga öğretmeyi sevmiyorum mesela. Ama birileriyle beraber yoga yapmayı ve onlara kendi yolculuğumdan örnekler vererek beni hayatta tutan duygumu anlatmayı seviyorum. Kendi hocamın sık sık tekrarladığı cümleleri aktarmayı da seviyorum. Ama asıl tercihim birlikte sessizce yoga yapmak. Kim ne alacaksa bizzat kendi deneyiminden alsın.
Arkeoloji konuşmayı da sevmiyorum. Onun yerine güzel bir kazıda sabah yedi akşam yedi nefes almaksızın çalışmayı ve akşam yorgunluktan bitmiş olarak uyumayı tercih ediyorum. Anlatırken, hele ki meslekten olmayan birine, gerçekten sıkıntı basıyor. Çünkü ne kadar anlatırsam anlatayım, asla nemli toprağın kokusunu, sabah serininde titreyerek araziye çıkmanın hazzını, bilmediğin coğrafyalarda, hiç tanımadığın insanlarla kader birliği yapılan saatleri yaşatamam... Sümbül Dağı'na bakıp ağıt yakan dedeyi gösteremem, Yılmaz Abinin menemenini tattıramam... Bu yüzden konuşmak manasız..
Edebiyat konuşmaya da uyuz oluyorum. Basbayağı sevmiyorum. Çünkü bana kendimi hayatta bir baltaya sap olamamış, sadece konuşan ama iş üretmeye gelince yer cücesine dönen sözde entelektüeller gibi hissettiriyor. Ödüm patlıyor o ukala dümbeleği tiplere benzeyeceğim diye.
En sevmediğim şeylerden biri de Mevlevilik hakkında sohbete zorlanmak. Ya da Konya'ya gittim dediğimde insanların zevzek zevzek sorular sorarak bu sadece ve sadece kalple anlaşılabilecek güzellik hakkında futbol konuşur gibi sohbet etmeye kalkışmaları. Oysa Konya öyle mi? Oradaki dostlarım gündelik şeylerden bahseden, yüzü, kalbi, hali tavrı güzel insanlar. Olmak gibi bir dertleri de yok. Hırsları da yok. Zaten ortada konuşulacak bir şey de yok ki!
Daha bir sürü sevmediğim şey var:
hayal kırıklığına uğramayı,
olduğundan farklı görünmeye çalışan insanları
olur olmaz yerde para konuşanları
aklını güzelliğiyle, dış görünüşüyle bozmuş tipleri
küçük şeylerle mutlu olduğumda takdir edip, küçük şeylere üzüldüğümde acımasızca eleştirenleri
hayvan sevdiğimi öğrenir öğrenmez bana kedi verilmeye çalışılmasını
ve daha pek çok şeyi sevmiyorum.
Velhasıl bazı şeyleri sevip, bazılarını SEV Mİ YO RUM. Neden mi? İnsanım ben muhtemelen!
2 yorum:
ruhundan öptüm:) konya seni bekliyor..
Eyvallah Guguk kuşu:)
Yorum Gönder