Vapurdayız. Tophane civarında kıyıda bir haltlar çeviriyorlar. Tok bir ses var makinalardan gelen. Denizi aşıp, kulağımı tırmalayan vuruşlar nabız gibi. Ölmekte olan, dev bir canlının kalp atışları sanki; yavaş, aralıklı, bıkkın..
Şehrin nabzı mı yoksa?
Yaralandı İstanbul!
Nicedir benim bakmalara doyamadığım kent değil. İçindeyken özlediğim, her seyredişimde vedalaştığım, istemeye istemeye kaçış planları yaptığım yuvam. Artık bizim değil. Benim değil.
Çok acı biriktirdim bu kentte. Birkaç hayatlık güzellik ve çirkinlik doldurabilirim sandıklara. Belki sırf bu yüzden artık dayanamıyorum. İçimdeki patlamalara, sokaktakilerin eklenmesi fazla geliyor. Duvarına, tavanına kan sıçramış mekanlarda irkilerek, sevdiklerimin güvenliğinden endişe ederek yaşamak istemiyorum.
Ruhunu şeytana satanların oldu İstanbul. Kurtarılmış dünyalarında kendilerinden gayrı hayatlara böcekler alemiymişcesine bakanlar ve onları ağzının suyu aka aka izleyen aşağıdakiler, sürünenler..
Her şey ölümüne ortadayken kaç hayat daha harcayacak sistem merak içindeyim. Bu işin ucunun aramızdan birilerine dokunacağı kesin. Dün şans eseri kurtulan kuzenlerim, dostlarım acaba yarın bu kadar şanslı olabilecekler mi?
Estetik olarak an be an çöküşünü yıllardır elim kolum bağlı izlediğim güzeller güzeli Dersaadet' in şimdilerde tek kaybı bununla sınırlı değil. Edebini, görgüsünü, saygınlığını da yitirdi.
Birkaç gün önce Sapanca'da Mehmet ağabeyin kütüphanesinde eski İstanbul gelenekleri ve gündelik hayata dair kitaplara bakıyordum. Hatta ramazan bitmeden bir yazı yazayım istedim. Nasıl giyinilirdi, iftar sofraları nasıl hazırlanırdı, diş kirası, hamamlar, kahvehaneler... Bunlar hakkında ilgimi çeken cümleleri paylaşacaktım. Tulumbacılardan, mahyalardan, külhanbeylerden bahsedecektim. Oysa şimdi kan var ramazanda, cenazeler, yaşayıp yaşamayacağı belli olmayan yaralılar...
Sadece geleneğini göreneğini değil, içini, dışını, ruhunu, suretini yitiriyor şehir. Elimi kalbine koysam, buraya kadarmış üzülme desem nereyi seçerdim diye sordum kendime. Yedi tepesi gibi belki birden fazla yüreği var kentimin... Süleymaniye Camii, Valide Atik Külliyesi'ndeki çınarlar, Topkapı Sarayı, Ayvansaray, Beykoz...
Cahilin, arsızın, hırsızın hırsına kurban giden Konstantin'in kenti, biliyorum ki ilk yağman değil bu ve son da olmayacak. Yine de gönül isterdi ki görmeyeyim; ben görmeyeyim gözyaşlarını, duymayayım yavaşlayan nabzını.. Keşke...
Nicedir benim bakmalara doyamadığım kent değil. İçindeyken özlediğim, her seyredişimde vedalaştığım, istemeye istemeye kaçış planları yaptığım yuvam. Artık bizim değil. Benim değil.
Çok acı biriktirdim bu kentte. Birkaç hayatlık güzellik ve çirkinlik doldurabilirim sandıklara. Belki sırf bu yüzden artık dayanamıyorum. İçimdeki patlamalara, sokaktakilerin eklenmesi fazla geliyor. Duvarına, tavanına kan sıçramış mekanlarda irkilerek, sevdiklerimin güvenliğinden endişe ederek yaşamak istemiyorum.
Ruhunu şeytana satanların oldu İstanbul. Kurtarılmış dünyalarında kendilerinden gayrı hayatlara böcekler alemiymişcesine bakanlar ve onları ağzının suyu aka aka izleyen aşağıdakiler, sürünenler..
Her şey ölümüne ortadayken kaç hayat daha harcayacak sistem merak içindeyim. Bu işin ucunun aramızdan birilerine dokunacağı kesin. Dün şans eseri kurtulan kuzenlerim, dostlarım acaba yarın bu kadar şanslı olabilecekler mi?
Estetik olarak an be an çöküşünü yıllardır elim kolum bağlı izlediğim güzeller güzeli Dersaadet' in şimdilerde tek kaybı bununla sınırlı değil. Edebini, görgüsünü, saygınlığını da yitirdi.
Birkaç gün önce Sapanca'da Mehmet ağabeyin kütüphanesinde eski İstanbul gelenekleri ve gündelik hayata dair kitaplara bakıyordum. Hatta ramazan bitmeden bir yazı yazayım istedim. Nasıl giyinilirdi, iftar sofraları nasıl hazırlanırdı, diş kirası, hamamlar, kahvehaneler... Bunlar hakkında ilgimi çeken cümleleri paylaşacaktım. Tulumbacılardan, mahyalardan, külhanbeylerden bahsedecektim. Oysa şimdi kan var ramazanda, cenazeler, yaşayıp yaşamayacağı belli olmayan yaralılar...
Sadece geleneğini göreneğini değil, içini, dışını, ruhunu, suretini yitiriyor şehir. Elimi kalbine koysam, buraya kadarmış üzülme desem nereyi seçerdim diye sordum kendime. Yedi tepesi gibi belki birden fazla yüreği var kentimin... Süleymaniye Camii, Valide Atik Külliyesi'ndeki çınarlar, Topkapı Sarayı, Ayvansaray, Beykoz...
Cahilin, arsızın, hırsızın hırsına kurban giden Konstantin'in kenti, biliyorum ki ilk yağman değil bu ve son da olmayacak. Yine de gönül isterdi ki görmeyeyim; ben görmeyeyim gözyaşlarını, duymayayım yavaşlayan nabzını.. Keşke...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder