30 Haziran 2011 Perşembe

ÇARK DÖNÜMÜ FIRTINASI

Az kaldı. Yakında Çark Dönümü Fırtınası yaşanacak. Yaşayacağız. Nicedir elimle ite kaka döndürdüğüm çarkları bir yıl daha çevirmem imkansız... Yapamıyorum artık, tükendim... Senin kadar usta değilim. "Ben başarırım, hep başardım" dediğinde anlamamıştım. Haklıymışsın, sen başardın ama ben başaramadım...
Sen kazandın!
Ben kaybettim.
Yakında sana yazacağım, fırtına takvimine bak....

29 Haziran 2011 Çarşamba

İŞTE BU YÜZDEN..

Bazı kadınlar var tanıdığım annelikleri ve öğretmenlikleri tamamen aksesuar. Tıpkı kocaları ve mücevherleri gibi. Gözüm onlara hala alışamadı ne yazık ki... Fakat onlara alışamayan gözüm, onların çocuklarına takıldı kaldı. Bu da benim dersim hayatta; gül koklayabilmek için dikenler arasında, etimi yırta yırta yürümek!
Bazen, durmadan benimle çingene pazarlığı yapıp, utanmama sebep olan okul yöneticilerine, çok bilmiş ebeveynlere nasıl katlanıyorum ve gelecekte nasıl katlanacağım diye düşünürken, kendimi sıkışmış buluyorum. Sonra ard arda öyle güzel iki ders yapıyorum ki sevinçten çığlık atasım geliyor. Zira hiçbir duygu bu hissettiğim şeye yakın değil. Belki Nazmi Hocamın bazı dersleri ya da rüzgarla dolu bir yelkenliye dümen tutmak? Ama bu kadar işte.
Bugün ders bitiminde Efe isminde bir erkek çocuk merdivenlerden inerken kocaman gözlerini bana dikmiş dikkatli dikkatli baktı. Zaten ders boyunca çok dikkatli ve keyifliydi. Başını okşadım ve "dikkat et inerken lütfen" dedim. O da elimi tutup "siz de dikkat edin öğretmenim" dedi. Bu yetmez gibi Elif Su isminde mini minnacık bir kız çocuğu ders bitmiş, tam ben okulun kapısından çıkarken aynen şöyle söyledi: "sizi sevdim, sık sık görüşmek isterim!"* İnanabiliyor musunuz? Küçük hanım sık sık görüşmek istedi. Ayrıca Zeynep, benden elbisesi için özür diledi. Bugün bir arkadaşlarının doğumgünü olduğu için öyle giyinmiş. Haftaya "daha güzel" giyinecekmiş. Yani kıyafetinin yoga yapmaya uygun olmadığının farkında!
İşte bu anlattığım bir kaç cümle ve onlarcası için katlanıyorum gazoz parasına ders vermeye... Ama o kadar güzel projeler olacak ki bu sonbaharda, tanıdığım bütün çocukları harikalar diyarına götüreceğim :) Bu da benim şansım hayatta!
* Biz yetişkinler neden bu kadar rahat ve lafı evirip çevirmeden derdimizi, duygularımızı ve isteklerimizi anlatamıyoruz?

28 Haziran 2011 Salı

MİRAÇ KANDİLİNİZ MUBAREK OLSUN!

Odamı toparlarken- kütüphaneye girmiyorum bile... - çok zorlandım dün. Okunacak kitapları tasnif ettim ve ortaya çıkan manzaradan korktum! Öncelikle ingilizce okumam lazım. Zira iki kelimeyi bir araya getirmekte zorlanır oldum... Sonra çocuklarla ilgili okuma programım var, ki kendisi epeyce yüklü... Üstelik anne olmadığım halde bunları okuyor olmak düşünüldüğü kadar eğlenceli değil. Çünkü öğrendikçe daha iyi görüyor ve anlıyorum, ardından da paylaşmadan duramıyorum. Bu da benim yaralanmama sebep olacak bir kapı aralıyor velilerle aramda. Çünkü onlar anne ya, herşeyi biliyorlar...
Neyse, keyfe keder okumalarıma geçmeden evvel İstanbul ve efsaneler de var tabii. Amma çok kitap var İstanbul hakkında. Sadece Türkçe olanlar bile oku oku bitmez.
Keyfe keder dedim de bu yaz Cenk Hikayelerini tekrar okumak var aklımda. Ve bunun gibi bir kaç kitap daha. Mesela Yüz Yıllık Yalnızlık...
Aslında sabah erken uyanıyorum. Bütün problem, o güne yeterince koşuşturma yazmamışsam ajandama, inanılmaz derecede tembelleşiyor olmam. Başkaları için bitmek bilmeyen enerjim, kendimi alıp sahile kadar sürüklememe bile yetmiyor. Bu nedir ki?
Neyse, İstanbul Yelken Dergisi bana bir doğumgünü hediyesi verdi Temmuz ayı için. Önümüzdeki ay istediğim konuda yazmakta serbestim. Ben de elbette Şahmaran hakkında yazacağım. Böylece Şahmaran için bir haftalık sıkı bir okuma programına girip, ertelediğim işlerden birini aradan çıkartacağım. Sonraki yazı ne hakkında olur bilmem. Belki arada Erol Hocamla bir transfer yaparız ve onu yazarım. Zira canım hiç bilimsel makalelere öykünen şeyler yazmak istemedi şimdi. Aaaa Yenikapı var. Belki sonbahar için oraya bakarım. Ya da Nazmi Hocamla konuşsam da bizim ashramı canlandıracak birşeyler mi yazsak beraberce? Sormam lazım...
Bugün kandil... Miraç Kandili... Hocam bu astral seyahat olabilir mi acep? Yaşlandıkça kandilleri sever oldum. Hatta bu yıl oruç bile tutmak istiyorum. Gerçi müslüman ahali ile aynı sebepten değil belki ama istiyorum işte. Aslında arsızım galiba, bir hayatta bütün yolları denemek, bütün zorlukları, mutlulukları kucaklayıp gitmek istiyorum... Oysa sığdığı kadar işte, kap ne kadarsa içine dolanda o kadardı di mi?
Neyse, akşama kadar yapılacak işlerimiz var sokaklarda. Şimdi çıkmak lazım. Ama gitmeden bir şarkı bırakayım Süper Prenses için ve unutmadan, yandaki fotoğraf Sir'den... Edirne'de gezindiğimiz iyi zamanlardan...

27 Haziran 2011 Pazartesi

USTA...


Usta benim için değerli bir kelime. Usta-çırak ilişkisi ise hep hayalini kurduğum ama en yaklaştığım anlarda nedense hep elimden kaçırdığım bir hazine. Bugün Nazmi Hocam bir yazı paylaşmış mail grubuyla. Okurken için sıkıldı birden. Onu kaybetmeyi düşünmek bile derinden canımı yaktı. Özledim, görmesem, konuşmasam bile oradaki varlığının ne kadar büyük bir güç olduğunu düşünüp, sevindim. Ama benim yakınına yaklaşabildiğim bütün ustalarım gibi onun eteğinde de yerim olmadığını hatırladım.. Neden peki?
Muhtemelen kadın düşmanıydım ben önceki hayatlarımın birinde. Zira fazla sırıtan , kırıtan veya kurnazca oyunlarla ilişkileri satranç tahtasına çeviren kadınlardan şiddetle tiksiniyorum. Elimde değil. O da bir ruh, evrenin, dolayısıyla benim bir parçam diyemiyorum... O kadar olgun değilim ki.. Ben de küçücük bir ruhum sonuçta...
Neden yoluma hep bu kadınlar çıkıyor anlamıyorum. Kimi bencilliği, kimi yüzsüzlüğü, kimi birden fazla yüzüyle beni korkutuyor. Peki erkekler neden bunu görmüyor? Asıl takıldığım bu. Erkekler neden idare edilmeye, oyalanmaya ve kandırılmaya bu kadar razı... Ben neden oyunun kuralını anlayamıyorum ki...
Hocamın yazısını okurken bu konudaki başarısızlığıma içtenlikle hayıflandım. Sonra kaseti geri sarıp, takvimde tek tek başka kadınlara bıraktığım bayraklara baktım... Fazlaca hassaslaşınca da eteğime saçılmış anıları silkeleyip kalktım!
Velhasıl özledim hocam sizinle kahve içmeyi... Erguvanları kaçırdık ama yakında ziyaretinize geleceğim..

YAZ YAĞMURUNA UYANMAK KADAR GÜZEL NE OLABİLİR HAYATTA?

Az şey tabii.. Sabahın ilk ışıklarıyla teknede uyanmak, Bodrum'da bir kış sabahı mandalin koklayarak uyanmak, zamanı geri alıp Londra'daki yatağımda gri gökyüzüne bakarak uyanmak..
Yarabbim bu şehre yağmur ne kadar yakışıyor. Tamam, trafik biraz sıkıntılı oluyor ama bu insanların suçu. Sanki hepsi şekermiş, bir damla yağmurla çözülüp suya karışacaklarmış gibi inmiyorlar arabalarından! Oysa atla arkadaşım vapura, al eline şemsiyeni, yirmi liraya da bir plastik çizme. Oldu bitti. Ne o? Şıklığına yakışmadı mı? Üzülme, o çizmenin 200 liraya satılanı da var. Ondan al sen:)
Sabah pasaport işleri için erkenden çıktım. Öyle güzel ıslandım ki, eve dönüp kahve içmenin tadı arttı. Bu hafif üşüme ve ıslanma halini, kahve kokusuna karıştığı zaman çok seviyorum. Eskiden dalıştan çıktığımda hissederdim bu ürpermeyi. Hatta suyun altındaki zamandan daha çok severdim galiba... Teknede hafif sallanarak içilen kahvenin tadı gibisi yoktur.
Ah bir de Cunda Adası'nda gazoz içip, Sezen Aksu dinlemek vardır sabahın köründe!
http://www.youtube.com/watch?v=y2lWi2eEnPo
Önemli Not: Mustafa beni Cunda'ya götür!

26 Haziran 2011 Pazar

SAVİTRİ

Bir Hint masalı okumuştum yoga kitaplarından birinde. Sevdiği adamı Azrail’e vermeyen, olmadık hilelerle, aşkına sahip çıkabilmek için ölüme meydan okuyan kadının, Savitri’nin hikayesi.. Çok etkilenmiştim. Aşk böyle olmalıydı. Aşk ölümden, kaybetmekten korkmamalıydı. Aşık insan hikayesine sahip çıkmalıydı…
Araya aylar girdi. Savitri’yi unuttum. Sonra O kız, Zaza Kız çıktı yoluma. “Dans edelim seninle, ben seninle hiç dans etmedim” dedi. Samimiyeti, bedeniyle barışıklığı, kanının sıcaklığı şaşkına çevirdi beni. Bilmediğim bir yerden geliyor, bir yetişkinde hiç görmediğim bir iletişimle, çocuk saflığıyla önümde duruyordu. Bir saat oynadık. Dans ettik. Güldük.
Sonra Şahmaran geldi. Anlattı kız. Unuttuğum, inancımı kaybettiğim ölümsüzlük masallarına götürdü beni… Ardından dün gece, Mardin’de yaşayan bir kadının hikayesini, o hikayeden çıkarttığı dersle hayatını nasıl biçimlendirdiğini anlattı. Efsane olmaya aday, çağdaş bir masaldı dinlediğim… Uzun uzun anlatmayacağım.
Kısaca şöyle biter masal: Kadın yıllar önce sürgün edildiği topraklara döner. Yaşarken kavuşamadığı sevgilisinin bir zamanlar onun adını sayıklayarak dolaştığı sokaklarda yaşamaya karar verir. Ölüm aşktan güçlü değildir… Bu sokaklar onların aşkını tanır…
Çünkü yaşanmamış aşklar da tanık bırakır…
Zaza Kız, bu hikayeyi anlar. Anlamak onun mayasında vardır… Ne şanslı; hala masalların anlatıldığı topraklardan gelmektedir kanı. Bu kavuşamama hikayesi onu kendi hikayesine sahip çıkmaya cesaretlendirir. Çünkü hiçbir şey “keşke” kadar can acıtıcı olamaz. Kız bunu anlar…
Peki biz bundan ne anlarız?

25 Haziran 2011 Cumartesi

BİR AŞK VE ÖLÜMSÜZLÜK MASALI YAZMADAN GİTMEYECEĞİZ!


Sana yazmak kendime yazmak gibi bazen... Çok düşünme ne olur. Düşünmek her derdin devası olmuyor biliyoruz. Bu gece konserdeydim. Bilmediğim bir dilde, içine doğmadığım bir kültürün, kalbimin tam ortasına çöreklenen masalını dinlerken bir kez daha doğuya yakın yanımla keyiflendim. BİR KUYRUĞUM OLDUĞUNU VE BUNU HERKESTEN GİZLEDİĞİMİ HAYAL ETTİM DELİ DELİ:))
Bak sana ne diyeceğim iyi dinle...
Bir kere yaşamak veya ölmek meselesini unut. Vedaları ve merhabaları da... Mektup yazmakla olmuyor o işler inan bana. Eğer öylece halledilebilseydi ben çoktaaannnn bir kaç mektup yazıp gitmiştim buralardan. Bunu unut. Bir hayat yaz. İçinde aşk, içinde ölümsüzlük olsun. Yazalım. Bu topraklarda doğmuş olmak bir tesadüf olmadığı gibi, yaşadığımız iyi ve kötü herşeyin kesinlikle anlamı var. Bazen yaralarımızın sarılmasına izin vermemiz lazım... Bırak birileri tam canının yandığı yere dokunsun. Bırakalım o vazgeçilmez sandığımız katı kurallarımız esnesin. Çınar ağaçları örneğini hatırla... Fırtına çınarları köklerinden çekip çıkarttığında otlar sadece eğildiler rüzgara... ve bugün hala çayırdalar...*
Eğilmek zor... Bunu benden iyi kimse bilemez. Önünde eğilmediğim "aşk" üzerimden silindir gibi geçtiğinde elimde sadece yaşanmamış bir hikayenin taşıması zor yükü kaldı... KEŞKE YAŞAYIP YALANI DA, YALANCIYI DA GÖRSEYDİM... Bu gece Şahmaran'ın aşkını dinlerken, tüm göze alınamamış aşklar ve hayatlar için "tüh" dedim en gürültülüsünden. "Tüh be!"
Elde ne var peki? Kaç gün süreceği belirsiz bir ömür. Belki on ay, belki kırk yıl? Uyan, uyanalım ve hakkını verelim. Evini, yurdunu, düzenini, bildiğin her şeyi ve hatta gerekirse derini bile değiştirerek yaşamalısın kalan zamanı. Kartalı hatırla... İşte şimdi gaganı kayalara vuruyorsun.... Kanıyor elbet. Elbet yalnızsın yukarılarda... Kim değil ki?
Geçecek. Bu derin acı, bu hiç bitmeyecek sandığımız lanet de geçecek. Cesaret korkusuzluk demek değildir. Korkunun üzerine gitmektir, biliyorsun. Aptallar korkmaz. Korkmalısın. Sadece korkuya teslim olmamalısın.
Bana olan duygularını, konforu ve huzurlu mutsuzluğuyla takas edemeyen adamı anlatmıştım sana. Korkusu aşkına galip gelmişti... O baharın soluğu hala üzerimde biliyorsun. Yaralar geçti.. İz bile kalmadı. Ama gölgeler duruyor. Bazen aynaya bakarken yüzümü yalayıp geçiyor acının geri döneceği korkusu. Sonra sakinleşip, güne bırakıyorum kendimi... Derin acı, ölü dalga gibi canım, bitti sandığında yanılırsın... En huzurlu anında, en güvenli havada yakalar seni. Yapılması gereken bu endişeyle seyri berbat etmek değil, can yeleği giymek. Tutunmak. Bu gemide beraberiz. Daha keşfedilecek aşklar ve masallar var... Yemin ederim ki var.
Bugün Eda Lisa ile onun yeni çalışma masası hakkında konuşup çizimler yaparken ve kağıda ailelerimizin isimlerini yazarken Eda dedi ki: "işte bu bir aile defteri"
Baksana ya, beş yaşındaki bir prensesin ailesinden biriyim ben. Sırf bu bile ardımda veda mektubu bırakma hakkını alır benden, isteğim kalmaz gitmeye. Gidemem...
Düşün, seni buraya bağlayan hayallerini, seni kalbinin tamamıyla sevenleri düşün... Bugüne kadar bizi yalnızlaştıran ne varsa soyun. Ölüme çıplak gideceğiz zaten, korkma:)
Sana Şahmaran'ın, "insanın yılana ihanetinin masalını" yollayacağım. Tanrı bizi kendimize ihanetten korusun! Gerisi yalan. Yalan ki ne yalan!
Zor yok, zorlaştıran zihinlerimiz var. İlacımız bazen hiç ummadığımız birinin ellerinde... Bütün dikkatini önüne ver. Çek gözlerini dikiz aynasından. Gevşet ellerini, kasma artık omuzlarını... Çeneni ve dişlerini sıkma. Bak, şu dakika hayat güzel.
Beni düşün. Bu şehirde kalabalığın, ailemin, arkadaşlarımın ve onlarca meleğin ortasında sence ne hissediyorum? Evet senin kadar hasta değilim belki, ama inan en az o kadar dengesiz ve güçsüzüm. Umut dersen, her gün çok yüksek değil içimde... Barometrem kah fırtına, kah güneş diyor...
Bana veda mektubu yazma, hayallerini yaz olur mu? Ben hayatımda kimseye veda edemedim. Etmem. Hele ki sana... Kimbilir daha kaç hayat beraber olacağız... Yaz, ölümsüzlük ve aşk üzerine yaz. Hastalıkla yaşamayı öğrenirken, canının acısıyla kıvranırken içini temizlemekten vazgeçme. Aşk ve ölüm biz beklediğimizde değil, umudu kestiğimizde gelirler. Sen temizliğe başla, niyetinde ölümsüz bir aşk olsun. Efsanelere inan Süper Prenses. Bugün efsane dediğimiz yüzbinlerce hikaye, dün gerçekti. Bunu sakın unutma.
Sana Belkıya'nın pişmanlığını anlatacağım yakında... Şu hayatın tüm anlamını silip süpüren tek şey "keşkeler"... geride kalan keşkeleri bırakalım. Önümüzde başka keşke olmasın yeter.
Bu gece yağmur vardı İstanbul'da. Konser boyunca yüzüm, saçım hep ıslaktı. Bir an düşündüm, ya bacaklarım bir yılana dönseydi? O zaman inanır mıydı insanlar Şahmaran'a? İnanmasınlar boşver. Ben inanıyorum... Geçmişin tüm masallarına ve efsanelerine inanmasaydım, sana inanmadığım şeyler için ümit vermezdim.
Sana Belkıya'nın şarkısını yolluyorum:

http://www.youtube.com/watch?v=g1MQ0HkFFH8

Ağlattı beni biliyor musun? Henüz doğmamış peygamberini arayan bir adam Belkıya. Bir mezar başında karşılaştığı adam ona kendi hikayesini anlatmayı teklif ettiğinde, daha acı bir hikaye olabilir mi diye tereddüt ediyor... Ama vardı işte... Acı hep vardı ve olacak. Hayat ve aşk ve hatta ölümsüzlük de bütün bu acılara rağmen varlığını sürdürecek. Kadının biri yağmurun altında Belkıya için ağlayıp, acaba kuyruğum nerede diye düşünürken, bir başka kadın tıpkı bir yılan gibi boğacak sevdiğini... Ve dünya dönmeye devam edecek canım..

İyi geceler...



Osho açmadıysa bakınız C. Darwin Türlerin Kökeni, "... uyum sağlayan kalır, güçlü olan değil..."

HAYKO DİYORUM, NE DERSİN?


Her şey o kadar hızlı ki, bazen sana yazana kadar eskiyor klavye üzerinde... Önem sıraları birbirine karışırken, tüm koşuşturmasıyla hayatım devam ediyor. Fakat inan, bütün anlar eskisinden çok daha anlamlı. Yaşadığım her sabah teşekkür ederek başlıyorum güne. Yatağıma döndüğümde ise bir kez daha teşekkür ediyorum, tüm getirdikleri için... İyi ve kötüyü ayırmadan...
Sürüm sürüm sürünmeme sebep olan herkese, tüm kaybettiklerime ve tabii daima "hiçkimseye" teşekkür ediyorum. O olmasaydı, hayattan bu kadar vazgeçip, geri dönüşte bu kadar zevk alamazdım değil mi? ( dövme yaptıralım mı? : "öldürmeyen allah öldürmez!" ) Hani son telefon konuşmamızda yemek konusunda istediğini yiyememe durumundan bahsetmiştin ya, bir kaç zaman sonra istediğin şeyleri yiyebildiğinde eskisinden daha anlamlı olduğunu göreceksin. Uzun uzun ağzında tutmak, her lokmayı önce koklamak isteyeceksin belki... Kazanmak için kaybetmek lazım. Bunu da sırf edebiyat olsun diye değil, "kaybedenler kulübüne" gerçekten inandığımdan söylüyorum. Zira kazananlara bakıyorum da, daha iyi bir yerde değiller inan. Boş zaferler, yalnız zirveler... Kalbi aç, gözü aç, saygıdeğmez hayatlar... ( malları mülkleri onları sıcak tutuyor mu, ya da kefenlerinde cep olacak mı inan merak ediyorum. Veya azrail geldiğinde ona ne küstahlık yapacaklar dersin? )
Of çok ciddi oldu bu söylediklerim. Bak ne karar verdim. Evleneyim diyorum. Kiminle diyeceksin, onu da buldum. Hayko Cepkin'le! Gerçi biraz küçük benden ama yaşlı kadın kocasını zengin eder derler. Hem ne var ya, adamlar kendilerinden yüz yaş genç kadınlara talip oluyorsa, ben neden Hayko ile evlenemeyeyim? Akıllıyım, sevimliyim hem kıskançlığım falan da yoktur. Gerçi bir kilise-camii karmaşası olacak ama onu da çözdüm: Ayasofya'da evleniriz. Böylece isteyen istediği tarafa dua eder:))) Nasıl? İş Hayko ile tanışmaya kaldı artık. Bu ara ne istesem oluyor biliyorsun. Haftaya Hayko abinle çekilmiş bir fotoğrafımızı görürsen şaşırma:)))
Ayrıca bak nasıl kendiyle barışık ve kuralsız bir adam, Penti reklamında bile oynamış. Gelecekte yavrularımıza, hatta galaksideki tüm evlatlara anlatabileceğimiz on numara bir hikaye!
Haa unutmadan, sana düğün şarkımızı da yolluyorum. Gerçi Hayko'ya sormadım ama itiraz etmez herhalde: http://www.youtube.com/watch?v=fQ26nqyLc0M&feature=related

23 Haziran 2011 Perşembe

SÜPER PRENSES İYİ GECELER....

Konuşamadık bu akşam... Olsun:) Ararım ben seni yarın. Zaten kalbim durmadan numaranı çevirip duruyor. Birkaç saatte bir "aloooo" diyorum sana, duymuyor musun?
Şımarma ama:)))

PRENSESLERİM HAKKINDA...

Nicedir güzel şeyler yazamadığımın farkındayım. Victor'un beni yarı yolda bırakması, ardından uzaklardaki Süper Prenses'in yolumuza çıkan beklenmedik sürprizi.. Benim bacağımın protestosu... Vesaire vesaire...
Fakat aslında hayat o kadar umutsuz değil... En büyük prensesim bu yaz sonu nişanlanıyor. Nişan elbisesi aldık bile! Canımın içi Aysel'im evlenecek! İnanılır gibi değil.. Bir diğeri seneye mezun oluyor ve en küçük iki tanesinin bu Pazar ilk gösterileri olacak!
Ayrıca yaz okullarımdan birinde öyle güzel bir hediye ile karşılaştım ki bir kez daha meleklerin varlığına inandım.... Tam bir yıl önce bizim ashrama gelen küçük bir kız vardı. Annesine "yeter ki derslerime gelsin, para istemem" demiştim. Getirmediler. Dün onun anaokulunda derslere başladım. Zeynep nihayet benim öğrencim artık. Buna deliler gibi seviniyorum. O çocukla çok güzel dersler yaşayacağımıza eminim...
Hem tekne partisinin güzelliği sayesinde boğazla barışmam da bu yazın hediyesi oldu bana. Aaaa bu arada favori kız çocuğum Aslı'cım evleniyor 2 Temmuz'da! Veee yıllar sonra yeniden gelin çiçeği ve nikah şekeri yapacak olmak beni havalara uçuruyor. Yeni başlangıçlar ve temiz sayfalar için emek harcamak, şu dünyada en sevdiğim şey...
Aslı'nın uçuş uçuş şekerleri yakında fotoğraflanıp paylaşılır elbet. Bugün sadece tekne partisi fotoğraflarını ekleyebildim. Bakalım Eda Lisa ve Leyla Nora'dan ne kareler gelecek Pazar günü... Bazen bu çocuklara sevgimin büyüklüğüne inanamıyorum... Sanki hayatımı isteseler hiç düşünmeden verecek kadar seviyorum onları. İyi ki anne ve babaları ile tanışmış, onları dost seçmişim :)) İyi yatırım doğrusu!
Bugün çevirilere devam.... Ders yazmaya devam... Akşama doğru şehir dışından önemli bir misafirim olacak. Onun dışında hayat her zaman ki gibi sepetinde en taze ile çürük çarığı yanyana doldurup, giriyor koluma usulca.. Ben de taşımaya devam ediyorum gücüm yettiğince:)

21 Haziran 2011 Salı

EKİNOKS?

Bugün olanlar sence tarihle mi ilgili? Bence olabilir. Gece gündüze, iyi kötüye, güzel çirkine eşitlenirken kimbilir sen ve ben, birbirimize bebek adımlarıyla yaklaşırken, içimizde neleri eşitliyoruz hiç düşünmeden, hesaplamadan ve fark etmeden...
Bir yolculuğumuz var, bunu anladım. Sen de anladın. Sadece nereye, ne zaman bilmiyoruz.. Boşver yahu, vakti geldiğinde öğrenmeyecek miyiz nasıl olsa? Biz yolun çoğunu yürüdük, artık aynı gezegende, aynı gökyüzünün altında uyandığımızın farkındayız. Ve ikimiz de biliyoruz ki bu az şey değil... Birini fark etmek, onu fark ettiğine şaşırmak, şaşkınlığında selamlaşmak az şey değil... Heyecanlı mısın dersen, daha çok meraktayım. İçimde bir gülme isteği ve dudaklarımı kocaman bir kahkahaya açmaktan çekinen korkularım var. Oysa güldükçe güleceğimi biliyorum, tıpkı ağladıkça ağladığım gibi..
Bak bakalım içine, bana doğru minicik adımlarınla gelirken neyi eşitliyorsun gönlündeki kapta?

SONSUZLUĞA AÇILAN KAPI


Gözleri iyi görmeyen adam bir gün kapısının anahtarını kaybeder. Küçük ve eski kulübesinin dışındaki bahçede yana yakıla anahtarını aramaya başlar. Anahtarının küçük olmasından kaynaklı tüm çabasına karşılık onun bulamaz. O sırada yoldan geçmekte olan genç bir kişi gözleri iyi görmeyen adama yardım etmek ister ve ne aradığını sorar. Adam: "Anahtarımı düşürdüm, onu arıyorum" deyince, ikisi birlikte aramaya başlarlar. Ama yine çabaları bir netice vermez ve anahtarı bulamazlar.

Bunun üzerine, delikanlı işleri kolaylaştıracağını düşünerek, adama anahtarı bahçenin hangi bölümünde düşürdüğünü sorar. Amacı özellikle o bölümü araştırmaktır. Ancak gözleri iyi görmeyen adan şu cevabı verir: "Anahtarı burada değil, bahçenin arka tarafında düşürdüm." Delikanlı iyice şaşırmıştır, "O halde neden bahçenin bu tarafını araştırmaktasınız, anahtarı burada blamazsınız ki" der. Adam şöyle yanıt verir: "Evet ama benim gözlerim pek iyi görmez. Arka bahçem çok karanlık, bu nedenle kaybettiğim anahtarı bahçenin aydınlık olan tarafında arıyorum" der....





Bu hikaye çok önemli bir noktaya değinmektedir. Kişi sıkıştığı madde dünyasında sınırlarını genişletebilmek, aradığı mutluluk ve huzuru bulabilmek için çıkış kapısını ve anahtarı aramaktadır. Anahtarı ve sonsuza açılan çıkış kapısını sadece aydınlıkta, görünende, bilinende bulabileceği beklentisi ile arayışlarını dışarıda sürdürmektedir. Ancak çıkış kapısının dışarıda değil, içeride bilinçaltında olduğunun farkına varamadığından çabaları sonuç vermemektedir...
İçerideki sonsuzluğa açılan kapı bilinçaltımızdır. Kapı, kişinin kendi gerçeklik dünyasında göremeyeceği ve erişemeyeceği bir boyutta gizli durumdadır. Kişi, zihin dalgalarını belli bir seviyeye indirmeden çıkış kapısını görme veya hissetme imkanına sahip değildir. Kişi ancak bilinç ve farkındalık gelişimi için reiki, yoga, meditasyon gibi öğretilerle nefe ve düşünce kontrolü oluşturmayı öğrenerek zihin dalgalarını istenilen seviyeye ayarlayabilir.
Kapının normal olarak gözlenebildiği en iyi durum, uykuya dalmadan az önceki uyku uyanıklık arası oaln andır...

20 Haziran 2011 Pazartesi

AH AMY AH!

Amy içip dağıtmış... Şimdi bizim Muse kahrolmuştur üzüntüsünden. Nicedir Amy görecek diye sevinçliydi. Hani neredeyse mutluluğunun biricik sebebiydi bu konser. İnsan ancak SEVGİLİSİNİ bu kadar bekler ! Neyse, bir bardak su içilecek üzerine besbelli...
Zaten Amy ne yaptığını bilse, hiç Muse'u bekletir miydi? Neyse canım, belki kısmette hatunu Londra'da izlemek vardır? Zaten ben Amy değil, Elton bekleyenlerdendim. Gerçi ona bile zahmet edip bilet almadım. Zira hayalim bana nehir kıyısında özel bir konser vermesi:))))
Neyse, yoğunluğu P.tesi gününden belli olan bu sıcak ve bunaltıcı hafta ile ne yapacağımızı doğrusu pek merak etmekteyim. İnşallah korktuğum kadar acılı olmaz. Özellikle bu havada Levent'e gidip gelmek fikri pek bir bunaltıyor şimdiden. Keşke metro bizim evin önünden kalksa!
Neyse, :) Niye sabah sabah gam ettim ki şimdi, ben nasıl olsa havuza gideceğim di mi?

18 Haziran 2011 Cumartesi

HİÇBİR ŞEY İÇİN PİŞMAN DEĞİLİM, SADECE WHISKY DEN ÖZÜR DİLERİM...

Şahmaran efsanesi nicedir gönlümdedir. Nereden girmişse girmiştir kulağıma ve kuluçkadadır o zaman bu zaman... Yılanlardan korkmak veya korkmamakla ilgili hiç düşünmemiş olan ben, aslında için için, neden bizi soktuklarını merak ederim. Başka meraklarımda vardır. Mesela kertenkele gerçekten yılanın ninesi midir? Yılanlar bir gün öc almak için insanoğluna toplu saldırı düzenleyecekler mi? Yoksa saldırı onların bilgeliği olacak ve biz utanacak mıyız? Yılan nasıl bir kabahat işler ve bacaklarını kaybeder? Ejderhalar ve yılanlar soyağacının hangi noktasında ayrılırlar?
Sorular cevaplarına kavuşmak için bazen uzun yıllar beklerler... Sonra bir peri kızı gelir ve eteklerinden sorunun cevapları dökülür... Dün benim hayatımda öyle bir gün oldu. Dünyalar güzeli bir Zaza kızı bana Divanyolu üzerindeki bir medrese avlusunda insanoğlu ve yılanlar arasındaki efsaneyi anlattı. Ona ninesinin, ninesine de muhtemelen kendi ninesinin anlattığı, yolları çatallanıp, Asklepios ve hatta Hipokrat ve daha bilmediğim nice tanrı/kahramanla benzeşen, ama özünde hep o en naif, en yalın mesajın olduğu masalı...
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın, padişahının av merakına kurban giden kellesinin kanı hala canımı sıkarken, insanın aç gözlülüğü ve ihaneti üzerine bu toprakların tüyleri diken diken eden öz be öz masallarını dinlemek, fondaki ney... Ben bu şehrin sürprizlerini seviyorum. Hayatın bana durup durup verdiği zamansız hediyeleri, gerçeklere meydan okuyan yüzyıllara yenilmemiş masallarını seviyorum.
Haaa whisky meselesine gelince... Bu mistik gün Galata'da ney dinleyerek bitti ya da eve gidip yatağa uzandım ve rüyama Şahmaran'ı davet ettim sanıyorsanız yanıldınız... Boğazdaydım. Dostlarımla beraber Ay manzarasının, anın, bu anın gelecek yıl tekrarlanıp tekrarlanamayacağının belirsizliğinin yarattığı biricikliğin, eşsizliğin tadını çıkartıyordum. Ben bütün bunları yaparken Şahmaran hala içimde geziyordu... şehrimin dehlizlerinde, yeraltının tüm bilgeliğini koynuna saklamış, usul usul süzülüyordu. Bunu hayal ederek içtim, eğlendim. Bunu çocuklara nasıl anlatsam diye yüzlerce tilki gezindi durdu kafamda:)
O kadar içip eğlenince de whisky içine katılan elma suyuna ses etmedim. Sabah farkına vardım edepsizliğimin! Whisky gibi kutsal bir içeceğe meyva suyu katılır mu hiç? Affet beni whisky, Şahmaran beni benden aldı!

15 Haziran 2011 Çarşamba

HAYATIN DÜMEN SUYU ÜZERİNE FARKINDALIKLAR

Uzun zamandan sonra dümen tuttum Propontis* sularında. Su beni özlemiş mi bilmem ama ben onu çok özlemişim...
Sabah Ateş'le konuşmamızın üzerinden sadece 40 dakika geçmişti ki, giyinmiş, meyvaları ve lazım olup olmayacağını bile bilmediğim ıvır zıvırı çantaya doldurmuş, marinaya ulaşmıştım. Hani ancak "imdat "dese biri bu kadar hızlı olunabilir!
Mazottu, halattı derken işte çıktık bile! İlk hedef Kınalıada. Zamanımız az olduğu için yelken basma şansımız yok. Zaten yelkeni dolduracak hava da yok. Hani hava olup, zaman olmasa daha çok üzülürdüm!
Bundan sonrası klasik bir transfer macerası Yalova'ya kadar. Tabii Yalova'nın balta girmemiş marinasındaki balta güvenlik görevlisi ve marina kıyısındaki nezih çay bahçesi ( nefis bir köftesi ve evsiz genç çiftler için gözlerden ırak "aileye mahsus" konumuyla bizleri büyüledi:)) başlı başına, İstanbul'dan bir kaç kilometre ötede bile ne kadar farklı hayatlar olduğunu gösteren ilginç yazı dizileri haline getirilebilir.
Yalova'da genç olmak belli ki zor... Köfte ekmek ve gazozla bu işler ne kadar yürür insan ister istemez merak ediyor... Sonra da peki bizim oralarda nasıl yürür diye düşünüyor... Hatırlayamadım. Kendi onyedi yaşım, yüz onyedi deniz mili uzaktaydı sanki... Hem o zamanlardan bu zamana bizim kentte çok şey gibi ilişkiler de değişti, oysa eminim Yalova'da annesi nasıl ve nerede ne yaptıysa şimdi kızı da aynısını yapmakta. Daha mı iyi acep? Bu soruyu da bilemedim!
Neyse, benim derdim dümenle ve ardımız sıra bizi ham yapacakmış gibi, üzerimize gelen bulutlarla oldu.
Önce dümen tuttum. Nicedir paslanmış olan ellerimin altında on parmağımla dümene dokunup, önce her zaman olduğu gibi kendisine yeke muamelesi yaptım ve sonra "haaaa bu dümendi dimi" diye toparlandım. Cihazlar zaten gidilecek yeri gösterdiğinden, hava da hiiiç kımıldamadığı için bacaklarım izin verdiği müddetçe dümeni elimden bırakmadım. Bu defa egom daha zayıf, haz alma miktarım daha yüksekti. Dalgalarla mücadele noktasında bıraktığım dümen, bugün uzlaşmacı ve hafif kalmıştı ellerimde. Sevdim doğrusu, hırpalanmamak hoşuma gitti.
Dümenle vedalaştıktan sonra teknenin kıçından bacaklarımı suya sarkıtmak istedim. Kaptan Ateş Bey kardeşim olur dediler. Pantalon paçalarımı sıvadım ve sallandırdım kendimi aşağıya. Önce suyun ferahlığı, ardından Jaws ve benzeri çocukluk korkularım hızlıca bacaklarımı yalayıp geçtiler. Geriye sadece önümde uzanan dümen suyu kaldı. Öylece baktım. Bu köpük köpük güzellik, sadece şehir hatları vapurunda, özellikle de gün batımında Karaköy'den Kadıköy'e gelirken gözüme takılırdı. Ama yelkenlide gözlerim hep önde olurdu. Hiç dümen suyuna bakmamıştım... Şimdi dümen otomatik pilottaydı. Bu yüzden de mükemmel bir karayolu gibi, hiç yılan yapmadan usul usul yatağında akıyordu. Peki hayatı otomatik pilota almak mümkün müydü? Ya da kendi hayatımda dümeni bırakıp, gözümü dümen suyuna dikktiğimde ne görüyordum acaba??
Ey zihin, neyse ki getirdiklerinle seni kovalamamayı da öğrendim!
Kendi hayatımın dümeninden kalkıp, ardımda bıraktığım dümen suyuna baktığımda uzun ve bol kıvrımlı bir yol görüyorum. Aklımın kalbime, kalbimin aklıma yenildiği nice viraj, nice trajik an. Sonunda bibirlerine küstüklerindeyse, içimde hiç yaşam enerjisi bırakmayan bir hal. Gördüğüm bu sadece. Oysa aklın zaferleri değil miydi bizi mutluluğa taşıyacak olanlar? Ne oldu? Olmadı.. Sadece kalp dediğimizde ne oldu? Denize küsen denizci gibi, aşka küsüp, çöle taşındık. Sonuç?
Dümen suyuna bakmak hikayesi devam ederken, bulutlar peşimize düşmüştü. Öyle bir hal oldu ki o koskocaman bulutlar pars gibi ağzını açıp dümen suyunu, dümeni, hatta bizi yutacaktı sanki. İşte gerçekte olan da buydu aslında; pars önce geçmişi, sonra anı ve en son geleceği yutacaktı. Peki ben ne yaptıım? O tam geçmişi yutup, yalanırken, kaçırdım tekneyi hayallerimin denizine. Pars dağıldı, bulutlar yeniden şekillendi... Bunu seyretmek bana on numara iyi geldi:)
Sadece, bacaklarıma değen su, aklımın kıyısında köşesinde kalmış çalı çuprpıyı da temizledi... Gürül gürül, tenime çarpan zerrecikler, içerideki tembel damarlarıma da hayatı anımsattılar. Onlar da kımıldadı sanki. Hayat bulaşıcı mı ne?
Dümen tutmak kadar, dümen suyuna da bakmak lazım. İnsan ancak bu şekilde nasıl bir dümenci olduğunu anlayabiliyor. Bazen hayatı otomatik pilota alıp, ardımızda bıraktığımız zamana alıcı gözüyle bakıp, onu öğütüp devam etmeliyiz. Hazmedilememiş tüm hikayeler hastalık sebebi. Bugün baş ağrısı, yarın damar sancısı, olmadı huysuz bir tümör ve en sonunda tek yön gidiş bileti!
Ateş, teknede yoga yaptır birilerine diyor. Bence yoga değil ama farkındalık çalışması yaptırılabilir. Farkındalık çalışması, meditasyonla cilalanır ve suyun arındırıcı gücüyle gün sona erer. Ne dersiniz sevgili arkadaşlar?

10 Haziran 2011 Cuma


http://www.youtube.com/watch?v=g5l4MeYv8cE

YANAR DÖNER HAYAT

Kapalı havayı, dönen talihi bir de denizi çok seviyorum. Dün Erol Hocamla muhabbet o kadar iyi geldi, o kadar iyi geldi ki bugün bana karada ölüm yok. Yeniden transfer planları yapabilmek ve Kuzey Denizi hayallerine yaklaşabilmek hayatı anlamlandırdı.
Onu sağlıklı görmek ve bir yıl önceki talihsiz süreçten hızla uzaklaştığını hissetmek harikaydı. Darısı talihin dönmeyeceğini zannedenlerin başına! BAŞIMIZA:)))

7 Haziran 2011 Salı

ACABA???


Mısır Ölüler Kitabı’nda, ölümden sonra Osiris'in Muhakemesi’nde okunan bir bölüm vardır: (insan ölünce osiris mahkemesinde aşağıdaki gibi kendini savunur)

Hiç kimseye kötülük etmedim.

Yakınlarımı bahtsızlığa sürüklemedim.

Gerçek Evi’nde alçaklık etmedim.

Kimseyi gücünün dışında çalıştırmadım.

Benim yüzümden kimse korku duymadı, yoksulluk ve acı çekmedi, bahtsız olmadı.

Tanrılar’ın kötü gördükleri şeyleri hiç bir zaman yapmadım.

Kölelere kötü muamele ettirmedim.

Kimseyi aç bırakmadım.

Kimseye gözyaşı döktürmedim.

Kimseyi öldürmedim.

Kimsenin kahbece öldürülmesini emretmedim.

Kimseye yalan söylemedim.

Hiçbir utandırıcı davranışta bulunmadım.

Zina etmedim.

Yiyecekleri pahalı ve eksik satmadım.

Terazinin dirhemi üzere hiç bir zaman elimi bastırmadım. Teraziyle tartarken hiç bir zaman hile yapmadım.

Süt çocuklarının ağızlarından sütü uzaklaştırmadım.

Hayvanları çalmadım.

Tanrı’nın kuşlarını ağ kurup avlamadım.

Ölmüş balığı tutmadım.

Hiçbir arkın suyunu başka yöne çevirmedim.

Ben temizim, temizim, temizim'

ÖTE TARAFTA SEN BUNLARI SÖYLEYEBİLECEK MİSİN ? SÖYLEYEMEZSİN :))

6 Haziran 2011 Pazartesi

BÜTÜN YOLLAR YOGAYA !


Dreams play an essential role in our lives. But you can’t go to sleep deliberately setting out to dream. Continue dancing in that sleep like way. Don’t think about where to place your foot. While your eyes remain open, they are sleeping eyes. (Kazuo Ohno)



Sevgili arkadaşım Agi uzun zamandır orff derslerine götürüyor kızlarını. Yani benim prenseslerimi: Eda Lisa ve Leyla Nora'yı.
Ben, ne yazık ki şimdiye kadar sadece bir iki sahne gösterisini izledim Agi'nin katıldığı eğitimlerin. Ama daha fazlası için nedense hevesim ve zamanım olmadı. Ya da yeteneğimin bu alanda sınırlı olduğunu düşünerek hep sonraya erteledim. Tıpkı Agi'nin yoga karşısındaki tutumu gibi; İnanmadım!

Fakat geçtiğimiz ay izlediğim bir beden perküsyonu gösterisi bu konudaki fikrimi değiştirdi. Zaten uzan zamandır çocukların müziğe olan ilgisi ve buna rağmen tutuk kalan bedenleri dikkatimi çekiyor ve yoga çalışmalarımızın müzikle ve oyunla daha da canlanması için arayışlarıma devam ediyordum.

Bütün bu hikayenin ve arayışın yine dönüp dolaşıp yogaya geleceğini tahmin edemezdim...

Açıkcası yazın gitmeyi planladığım İsviçre'deki eğitime gidememiş olmamı şerdeki hayır olarak değerlendiriyorum. Zira İsviçre bana geldi. Gerçi gelirken peynir ve çikolata getirmemiş ama olsun, zaten bu ara pek yemiyorum:)

Hafta sonumu uzun zamandır olmadığı kadar güzel geçirdim ve bu harika duygu Susanne adında bir kadın sayesinde oluştu. Susanne, bir dansçı. Çocuklara ve yetişkinlere orff eğitimi içinde beden farkındalığını öğreten - ya da aslında bedene bildiklerini hatırlatan - bir sihirbaz!

Bu kadını tanımıyorum. Belki de, düşündüğümden çok daha iyi tanıyor ama nerede karşılaştığımızı hatırlayamıyorum. Susanne ve onun eğitim saatleri hakkında uzun uzun yazacağım zamanlar elbette gelecektir. Hatta şu iki günlük eğitimden öğrendiklerimi ders notlarına dönüştürüp kendi sınıflarımda da kullanmayı planlıyorum. Eğer ben bu kadar eğlendiysem, eminim çocuklar havalra uçacaklar!
Fakat... bu yazı benim hissettiklerim ve keşiflerim hakkında olacak. Orff eğitiminden ben ne anladım acaba?
Sabah ders başladığında sınıfta yapılan ilk şey ellerimizi ısıtmak oldu. Sonra buna bütün beden katıldı.. Buraya kadar bir fark yaratılmamıştı ama henüz sadece on dakika oldu. Çemberdeki bütün insanlar ve ben Susanne ne yaparsa küçük şempanzeler gibi onu taklit ediyorduk. Yeni doğmuş yavruların annesini takip etmesinden bir farkı yoktu halimizin. Sonra birden Susanne üzerindeki negatif energiyi süpürmeye başladı. O an kafamda ışıl ışıl bir ampul yandı! Vallahi yandı, tıpkı Gırgır'daki gibi, kocaman bir ampul! Bakalım nereye gidecektik?
Bu enerji temizliği bana eğitmenliğimi ilk aldığımda Nazmi hocamın tavsiyesiydi: "Sınıfa aldığın çocukları önce dışarının enerjisinden temizle ve derse hazırla" demişti... Ben nasıl unutmuştum ki bunu? Tüh!
Evet, Susanne basbayağı kötü enerjiyi salondan kovalattı hepimize. Temizlik ve ısınma bitince de iletişim için sadece bedenimizi kullanarak neler yapabileceğimizi keşfe çıktık... Bunun için yer yer kendimize veya eşimize dokunduk. Ve zaman zaman da bazı objeler kullandık. Karşımızdaki kadın yaratıcılık esinleyen, insanın o güne dek hiç çalışmamış, yan gelip yatmış olan hücrelerini canlandıran bir sihirbazdı! Üsteliik bunu o kadar doğal yapıyordu ki hiçbirimiz büyülendiğimizi düşünmedik! Eğitimdi işte:) Pışııııkkk! Büyü bu büyü, ne eğitimi.
İki gün boyunca devam eden çalışmalarda toplam ömrümde dans etmediğim kadar dans ettim. Kımıldamayı bilmeyen bedenimi olabildiğince kımıldattım. Yoga derslerime ruhsal gelişimi nasıl ekleyebileceğimi keşfettim. Konsantrasyondan meditasyona geçişi esinlemenin anahtarını ele geçirdim! Heyecandan ve yorgunluktan bayıldım!
Orff içinde müzik olan yogadan başka bir şey değil. Hatta zen ve mevlevilikten başka bir şey de değil. İş döndü dolaştı "farkındalık" ve "anda olmakta" buluştu! Şaşırdım mı? Yooo, şaşırmaktan çok her yeni bilgide, öğrenmekten ziyade hatırlayan ve onaylayan yapımı, inşa edişimde ilham veren ve bu bilgileri kulağımıza sık sık fısıldayan hocama duacı oldum!
Susanne beden farkındalığa sezgilerini de ekleyerek beden-zihin ve ruh bütünlüğünü dansla ele geçirmiş bir yogi. Bedeni, bakışları, ses tonu o kadar bu bilgiyi içselleştirdiğini anlatıyor ki, ona gidip de yoga yapıyor musunuz demeye hiç gerek kalmadı. Bilgiyi aktarışı, insanı kendi içine doğru iten cümleleri, içsel yolculuklara uğurlayan deneysel çalışmalarıyla o kesinlikle bir yogiydi zaten!
İnsana, varlığını unuttuğu, yokluğuyla sınanmadığı için bir kenara fırlattığı organlarını yeniden keşfe çıkartan bir kaptan Susanne. Arada bir dönüp ardımızdaki yola bakan, ama gözünü güvertedeki maceradan hiç ayırmayan usta bir denizci. İç denizlerde yol alan bir denizci.
En yakın dostlarımdan biri daha önce hiç yüzmediğim denizlerde yol alırken, onu izleyen ben, derin üzüntü ve yarattığı hastalıklar üzerine düşünürken, yoluma çıkan orff, yoganın çocuklarından biriymiş sadece.... Bu tanışıklığa bayıldım. Hele ki dans edemeyen kalas bedenimden, kaçırdığım müzikal kariyerimden hayıflanırken bu ne güzel bir buluşma, ne güzel bir anımsama oldu anlatamam!
Şimdi bedenim hiç istemediği kadar yoga ve dans istiyor. Danslı meditasyonlarda mızıldandığım için Nazlı Hoca beni affetsin!

2 Haziran 2011 Perşembe

ÖLÜYORUM, HABERİM VAR.

Sabah yürüyüşe çıkamadım. Düşmüş enerjim, değil yürüyüşe çıkmak, yataktan kalmama bile zar zor yetti. "Prenses'in Çizmeleri" masalında olduğu gibi garip bir ruh durumu, hatta ona eşlik eden veya onun bizzat yarattığı o tarifsiz tükenme duygusu, beni çok zorladı. Ancak ve ancak hastaneye kadar gidebildim... Kontroller, ilgisiz doktorlar vs değil de, hastane çıkışı kafamın içinde konuşmak yerine olanı biteni anlatmak için hocama ulaşmak isteyip, onu bulamamak son darbe oldu. Eve zor ulaştım. Ceset pozisyonunda uzandım yatağa. Her ne geliyorsa buyursun gelsin dedim içimden... Kısmette böye gitmek varsa, eyvallah..
Ölüyorum ben. Bildiğin basbayağı ölüyorum. Bedenim hiç bu kadar ağır, hiç bu kadar yük olmamıştı ruhuma. Ondan ve tüm arızalarından, onu iyileştirmek zorunda kalmaktan dolayı çok bitkin hissediyorum. Sonra, amacımı yeni yeni keşfetmeye başladığımı ve asıl şimdi yaşamam gerektiğini hatırlayıp, ruhuma beş numara büyük gelen bu bedeni, karnı doymuş bir sokak köpeğinin kokmuş bir et parçasını bıkkınca sürüklediği gibi sürüklüyorum! Ha gayret!
En çok bozulduğum bu güçsüzlüğüm. Bir yaşlı var sanki üzerime abanmış. Ya da daha çok yeni bir kabuk bulamadığı için kendine epeyce büyük bir kabuğun içine saklanmış kafadan bacaklının durumundayım; uygun kabuk piyasada yok. Ama bu kabuğu atarsam kimbilir kime yem olacağım derdi büyük... ve fakat atmazsam artık taşıyamayacağım gerçeği ondan da büyük ... Gel de çık işin içinden...
Böyle mi ölüme teslim oluyor insan? Kabuk ağırlaşınca... Beden ruha abanınca... Güç bitip, hafifleme isteği herşeyin önüne geçince... Hiç ölmedim ki! Ölüm bizim mahallede hiç bu kadar ard arda volta atmadı ki...
Bildiğim tek şey kesinlikle ölüyorum. Bunu hissediyorum. İçimde, dışımda birşeylerin yeri değişiyor. Bedenimin gücü azalırken, ruhum tam tersine güçleniyor. Artık bana sonsuza dek kapalı olduğunu sandığım kapılar, asla gerçekleşmeyeceğini düşündüğüm mucizeler hiç olmadıkları kadar yakın... Sadece bu olan bitenle nasıl başa çıkacağımı ve bütün bu hikaye sürerken gündelik hayatımı nasıl sürdüreceğimi kestiremiyorum. Akışı bu defa bozmak, kaçırmak istemiyorum...
Çalışmayı kabul ettiğim yaz okullarına "üzgünüm" desem ve bir tekkeye kapansam... veya kimsenin olmadığı basit, sessiz herhangi bir yere... Orada öylece dursam. İçimdeki çalkantının, bu gafil avlandığım ölüm halinin tam karşısında öylece dursam... Alacaksa alsın bedenimi, almayacaksa da sıyrılıp gitsin yanımdan...
Bu, yazla gelen ölümü nasıl karşılamam gerektiğini hocama sormam lazım... Beni sadece o kurtarabilir... Bu bitkinliği, içimdeki ibrenin sıfıra yakın yaşam enerjisini işaret ederek yanıp sönüşünü ancak o görebilir...
İştahım hiç yok. Uykumun adı nicedir baygınlık... Bütün bu fiziksel sıkıntılara inat ruhum bir kelebek gibi; aşka, çocuklara, başka hayatlara, yeniliğe hiç olmadığı kadar açık. Bu ne? Bu nasıl bir ölmek?
Bu kadar derin acıyı ve umudu aynı kapta nasıl taşır insan? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey ölüyorum. Ve bu ölümün anlamını seziyorum....

1 Haziran 2011 Çarşamba

IRMAK BEBEK HOŞGELMİŞ...

Ölüm yaklaşmış gibi, geçmiş zamanlarda canını yaktığım, isteyerek veya istemeyerek kırdığım herkesi tek tek bulup, "kusura bakma" demek istiyorum. Onlar duysun, duymasın, görebileyim ya da cesaret edip yaklaşamayayım bunu her aklıma geldiğinde, ölümlüğün farkına her varışımda içimden söylüyorum;"özür dilerim..."
Neyse ki çok uzun değil özür dilemem için bekleyenlerin listesi. Gerçi beklediklerinden şüpheliyim. İçinde debelendiğimiz çağ o kadar hızlı, o kadar tozu dumana katarak devam ediyor ki, eminim çok az insan benim gibi geçmişin molozları altında eşeleniyordur.. Zamanları yok. Azıcık kalmış enerjilerini oralarda tüketmeye gönülleri yok. Haklılar. Bu bir seçim.
Bu yıl Hıdırellez gecesini kabus gibi yaşamıştım. Unutmuştum ateş yakıp, güle dileğimi asmayı. Uzaklarda bir Süper Prenses vardı ve bomba gibi bir haber vermişti. O zaman ne dilek, ne Hıdır... Hayat bütün anlamını yeniden belirledi. Geleceğe olta atmanın ne ehemmiyeti vardı. Balık zaten kucağımdaydı, andı!
Şimdi, neredeyse bir ay sonra Süper Prenses hızla iyileşirken, aynı gece bir başka meleğin gezegenimize iniş yaptığını öğreniyorum. Hem de öyle bir prenses ki annesinin biricik dileğiydi... Ve o dilek Hıdırellez gecesi gelmiş! Bu geç aldığım ama aldığım anda sevinçten havalara uçtuğum haber şunu anlatıyor: mucizeler hep var ve daima da olacaklar!