22 Ocak 2010 Cuma

KIRK YAŞIMA ÜÇ KIŞ KALA...


Yaşamakla nefes almak arasındaki farkı, yaşadığını zannetmekle gerçekten yaşamak arasındaki ince çizgiyi çok düşündüm. Hatta yazdım. Önce defterlere, sonra bloguma. Uzun süre nefesimi tuttum. Ölmedim. Uzun süre yaşadığımı zannettim. Yaşayamadım. Sonunda doğru nefes alıp vermeye ve gerçekten yaşamaya başladım. Kelimelerin dudaktan kalbe inmesi ne kadar zor bir yolculukmuş...

Bundan on yıl evvel biri çıkıp ""kendindeki değişimi - burada bahsi geçen değişim genişleyen kalçalar ve yüz ovalindeki esneklik kaybı değil:)) - izlemek çok hoşuna gidecek" deseydi asla inanmazdım. "Canına okuyanları affedeceksin, imkansız kelimesi sözlüğünden kalkacak" diyene güler geçerdim. Ama oldu. Bedenim yerçekimine yenilirken, kayıp bir ruh olan asıl ben, ana yolu buldum. Bazen bulmak için kaybolmak lazımmış... Yollara serptiğim ekmekleri yiyen kanatlı ve "kanatsız" tüm kuşlara selam olsun. Allah razı olsun!

Nicedir "ona" doğru çekilmekte olduğumu, hayatımdan gidişini kayıp saydığım her insanın ve olayın beni, asıl gitmem gereken yere bir adım daha yaklaştırdığını, hatta bazen zaman kaybetmek sandığım şeyin "olgunlaşmak" için gerekliliğini anlamaya başladım. Olmadım fakat olabilme şansıma tüm kapılarımı açtım. Talip oldum.

Kırk yaşıma yaklaşırken uzun kızıl saçlarımın, uzun beyaz saçlarıma devir teslim için nasıl heyecanlandıklarını gördüm. Uzun beyaz parmaklarımın nasıl cesurca yazmaya başladığını, yüzyılları aşan aşk hikayelerini kalbimden okuyabildiğimi keşfettim. İçimdeki tüm "ucuz aşkları" temizleyince, taş tabletlere yazılı olan gerçek aşka yer açtım.

Gülleri sevmeye başladım. Lalenin tek çiçek olmadığını ve neye işaret ettiğini buldum... Kendi hikayemi yazmayı bırakıp, asıl kitabım için düşünmeye, malzeme toplamaya başladım. Oysa içinde ben olmazsam, birinci tekil şahıs olmazsa yazamam sanıyordum. Ne yanılgı! Artık hikayenin her yerindeyim. Hikayenin kendisiyim!

Ölüme bakabiliyorum ne zamandır. Yaşamı sarıp sarmalayabiliyorum. "Herkes gerektiği kadar kaldı hayatımda" diyebilecek kadar duruldum. Sakinleştim. Büyük kavgalarım yok, küp küp kırgınlıklar biriktirmiyorum yatağımın altında. Aksine teşekkür ederek uyuyorum geceleri; sana, ona, öbürlerine, gelecektekilere...

Kırk yaşıma giderken kiraz çiçeklerini, hayalimdeki ashramı, bir gün gerçekten duyabilenlerden olmayı hayal ediyorum. Bu kış kar yağdığında sokaktaki açları ve üşüyen hayvanları değil, eriyen kar sularında yıkanan caddeleri, o kar suyuyla beslenen çiçekleri, ağaçları düşünüyorum. Çünkü yaşam ve ölümün kontrol edilemezliğini anlıyorum... Bütün bunları; iyilik kötülük, kar ve zarar, aşk ve ihanet... hepsinin benden çok daha büyük, çok daha kapsayıcı birine teslim olduğunu anlayabiliyorum. Teslim olmaya alışıyorum.
Akıl diye uğruna çöllere düştüğüm cevherin, kalbi atmayan bir bedende hiç bir işe yaramadığı gerçeğine uyanıyorum. Gözüm kapanır gibi oluyor bazen, hemen yüzümü yıkıyorum. Uyku saçlarımı okşuyor, göz kapaklarıma oturan kelebekler git gide ağırlaşıyorlar... Ama yok, ölüm uykularına dönüş yok, ölüm gelmeden evvel...

4 yorum:

Gadno Kopele dedi ki...

yerçekimi var gökçekimi neden yok, 40 - 80 - 120 - demek ki üçte birini geçiyoruz ömrün. büyük ihtimalle ya dünyanın sonuna şahid olacağız ki en şahane partiden bile şahane, ya da biz yaşlanana kadar yaşlanmayı geciktirici hatta önleyici her türlü zerzavat icat olunacak. bu da benim teorim. selamlarımla...

Adsız dedi ki...

anlatım çok güzel.
anlattıkların ise sorgulayageldiğim şeyler. akıl-kalp, sokaktaki açlar, teslim olma vs..

Derinden dedi ki...

Hayatın iyi, güzel ve çirkin yüzünü gördükçe, sizin gibi güzel yazan insanları okudukça büyüyoruz işte. Elinize sağlık.

Fortunata dedi ki...

Sevgili Gadno Kopele,
gerçekten soruyu ve teorileri ilginç buldum. Yeni ufuklar açtın önümde:)) Sahi neden gök çekimi yok???

Adam,
Vakti gelmeden kalp gözü açılmazmış insanın. Hem herkes aynı seviyede algılayamazmış her şeyi.. Daha çok duyan, daha çok görenlerden olmayı dilemek dışında çaresiz sabredeceğiz...

Merhaba Dalgasesleri,
Hep birlikte büyüyoruz... Sevgilerimle...