7 Ocak 2010 Perşembe

DERYA-YI MARİFETTEN BİR KATRE

Eskiler Mesnevî”yi deryâ-yı mârifet olarak nitelendirirler. Mârifet, kelime anlamı itibariyle, bilmek anlamına gelir. Ancak bu bilmek, bir konu üzerinde ilmi etütle elde edilen bir bilişten çok farklıdır; bir şeyin üzerinde derin tefekkür ve tedebbürle ulaşılan bir bilgilenme haline işaret eder. Tefekkür kelimesini günümüzdeki sözlükler, bir mesele hakkında zihni faaliyet gösterme, düşünme ve derin düşünme şeklinde; tedebbürü ise, tedbirli olma, duruma uygun hareket etmek olarak açıklamaktadırlar. Tefekküre verilen anlam, kısmen de olsa doğru kabul edilse de, tedebbüre verilen anlam, kelimenin ne denli anlam daralmasına uğradığını gösterir. Nitekim tedebbür, etimolojik olarak her ne kadar tedbirli olma haline delâlet etse de, bizim kültürümüzde kelimenin anlamı biraz daha geniştir; kelimenin bir şeyin sonunu, hakîkati düşünme anlamı da vardır.


Buradan yola çıkarak oluşturulan, iyi düşünülerek gidilen yol anlamına kullanılan hüsn-i tedbir ve yanlış yol anlamına gelen sû-ı tedbîr tabirleri de artık tedavülden kalkmış gibi. Her ne ise, tefekkür ve tedbir kelimeleri üzerinde düşünmek bahs-i digerdir. Ancak buradan yola çıkarak mârifetin, bir zihni faaliyet olmanın yanında, meselenin hakîkati etrafında düşünerek ulaşılan bir bilgi olduğuna işaret etmek mümkündür. Daha doğrusu, sufi gelenekte mârifet, rûhânî halleri yaşayarak, mânevî ve ilâh hakîkatleri tadarak elde ettikleri irfân bilgidir. Bu bilgiye, sûfi şeri”at, tarîkat ve hakîkat kapılarından geçerek ulaşır.


Mamafih deryâ-yı mârifet olan Mesnevî, bu sonuncu kapıda yapılan sohbetleri hâvidir. Bu sebepledir ki, o sadece malûm-ı ilâm kabilinden bir kısım bilgilerin derlenip yeni bir üslupla düzenlendiği ansiklopedik bir eser değildir; tefekkür ve tedebbürle ulaşılan hakîkatlerin sunulduğu eşsiz bir eserdir.

Deryâ kelimesi de günümüzde daha çok temel anlamıyla, yani deniz yerinde kullanılmaktadır. Bununla birlikte bazen çok bilgili kişiyi ifade etmek için yan anlamında da kullanıyoruz. Oysa sözlüklerimizde, kelimenin ifade ettiği anlam dünyası oldukça zengindir. Kelimenin sufi nazarındaki anlamı da zengindir. Mesela, mutlak varlığı ifade etmek için deryâ-yı muhît, tevhid ilkesini ifade için de deryâ-yı vahdet tabirleri kullanılır.


Mesnevînin deryâ-yı mârifet olması, hem muhteva itibariyle zenginliğine işaret eder hem de bu zenginlikle birlikte temel konunun vahdet olduğuna. Diğer bir ifadeyle, kesrette vahdeti arama esasına müstenit bir zihni aydınlanma süreci içerisinde olan sufi, çok farklı konular etrafında konuşurken de temelde tek bir meseleyi ele almaktadır; o, da tevhittir. Esasen ulaşılan dördüncü kapı olan mârifetin de anlamı bu değil midir? Bu itibarla Mesnevî, her mısra”ında hakîkate ilişkin bilgiler vererek okuyucusunu tevhit ekseninde bir idrak seviyesine ulaştırır. Fakat bu idrak ona yaklaşım biçimimizle doğrudan alakalıdır. Nitekim Mevlânâ der ki: “Kim bu Mesneviyi masal diye okursa, onun için masaldır. Fakat kendisinin hâlini bu kitapta gören kişi de er kişidir.” (Mesnevi, IV, 32). Evet, bir marifet deryası olan Mesnevî”den ne almak istersen onu alırsın. Tıpkı deniz gibi, orada dalgaların arasında boğuşarak inci çıkarmak isteyen inci çıkarır; midye çıkarmak isteyen de midye.

Mesnevî'ye deryâ-yı mârifet olarak nitelendiren toplumun bir üyesi olarak Osmanlı şâirinin onun etkisinde kalması kaçınılmazdır. Bu şâire göre şiir, her ne kadar “mevzun ve mukaffa söz” olsa da biçimden yola çıkılarak yapılan bu tarifin fevkinde bir anlama sahiptir. Nitekim bu şâirlerden bazılarına göre şiir, “ilâhî ilham esintileri ve Sübhânî feyz havalarının eseri”dir1. Esasen dili cennetin anahtarı olan şâirlerin içlerindeki denizlerden düşünce kabarcıkları ile kenara çıkan irfân cevherleri ile mârifet ve mânâ incileri, ilâhî sır ve vâridât hazinelerinde toplanarak şiir halini alırlar. Dolayısıyla şâir, ezelî yaratıcının övücüsü, en güzel halk edicinin sırlarını methedici ve keşfedicidir. Şiire ve şâire böylesine bir anlam yükleyenlerin önlerindeki en önemli örnek Mevlânâ”dır. Bununla birlikte Mevlâna, geride manzum büyük bir külliyat bırakmasına karşın, kendisini şâir olarak nitelendirmez. Şiir onun için sadece, ulaştığı hakîkatleri ifade formundan ibarettir. Daha doğrusu şiir, “bir hekimin ilaçtan bıkıp onu içmek istemeyen, canı şerbet çeken bir hastaya ilacı şerbete karıştırarak vermesinden başka bir şey değildir.” O adeta bir tâbîb-ı hâzıktır; kime nasıl ilaç içireceğini ve kimi nasıl tedavi edeceğini bilmektedir. Şiir, bu bilişin dışarıya yansımasıdır. Osmanlı şâiri, tekke ve tasavvuf çevrelerinden gelsin ya da gelmesin, kendisine ilacı şerbetle karıştırarak sunan tabîb-ı hâzıka teslim olmuştur.

Deryâ-yı Mârifetten İçenler
Burada Mevlânâ”nın şiire yüklediği anlamı tartışma konusu edecek değiliz. Ancak Mevlânâ”nın daha sonraki dönemlerde hem şiire yüklediği anlam ve şiir anlayışı bakımından hem de şiirlerinde ulaştığı mânâ itibariyle kendinden sonra gelen şâirleri etkilediğini söylemek mümkündür. Şiire yüklediği anlam ve şiir anlayışı derken, onun poetik duruşuna atıfta bulunuyoruz. Nedir Mevlânâ”ya göre şiir? Bu sorunun bir cümleyle cevabını vermek mümkün değildir. Fakat şu kadarını söylemek mümkündür: Mevlânâ”nın nazarında şiir, sadece estetik kaygılarla varlık kazanmaz. Zîra onun nazarında şiir, evliyânın yüksek kerâmetlerinden biridir. Fakat biçime verili dünyanın estetik formlarına öylesine bağlı kalmamak da gerekir. Şiirin estetik formu, kafiye ve vezindir. Bu formun ötesine ulaşmak esastır. Nitekim sadece biçim de değil, bizatihi harf, sevgiyi anlatmakta yeterli olmadığı gibi, aynı zamanda mânâyı da sınırlar. Der ki:
Harfi, sesi, sözü artık birbirine vurup parçalayayım da
Seninle bu üçü olmaksızın konuşayım


Kuşkusuz şiir, harfle, sesle ve sözle varlık kazanıyor. Mevlânâ bunun farkında olmakla birlikte bizi, harfin de, sesin de, sözün de ötesindeki bir alana götürüyor. Bu alan mânâ alanıdır; irfân bilginin muhataba sunulması esastır. Bu yüzden de fikr zenginlik şiiriyetin önüne geçer. Bu durumu divân-ı ilâhiyât sahibi olan diğer sufi şâirlerimizde de tespit edilebilir. Bu yüzden onların şiirlerinde sıkça vezin hatalarına, kafiye yanlışlarına rastlamak mümkündür. Bu şâirlerden biri olan Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi poetikasını Mevlânâ”dan yola çıkarak oluşturduğunu açıkça söylemektedir. Şöyle diyor:

Celâleddîn”e bir gün bir sühân-ver
Su”âl edüp dedi ey câna rehber
Ne sırdur evliyâu”llâh nazımda
Ri”âyet kâfiye itmez nazımda
Heman ma”niye olurlar mukayyed
Olurlar ma”ni-i hâlle mü”eyyed
Egerçi sözleridür cümle a”lâ
Hakîkat sözleridür hem mukaffâ
Celâleddin buyurdu ol mahalde
Meşâyih söyledükleri gazelde
Cemâl-i yâr-i gözlerler hakîkat
O yüzi göricek anlar olur mest
O mestlük içre bir âvâz irişür
Velî bî-harf ü bî-âvâz irişür
Cemâlümden gözün ayırmanuz der
Benim yüzümden ayrı görmeniz der
“İbâret kâfiye midür bu hâle
Düşüpdür kâfiye erbâb-ı kâle
….
Anuñçün kâfiye ile mukayyed
Değildürler olup durur mü”eyyed

İbrahim Efendi”nin Vahdet-nâme isimli kasîdesinde ele aldığı bu kıssa, sadece onun değil, izini sürdüğü Mevlânâ”nın ve diğer sûfilerin de poetikalarını açıkça ifade etmektedir. Burada bir bölümünü zikrettiğimiz metinde şair kısaca şunları söylüyor: Bir gün şiirden anlayan, şiir zevkine ermiş ve bu meydanda söz söyleyebilecek yetkinlikte bir “suhânver”, Mevlânâ”ya, sûfî şâirlerin kâfiye ve vezne riâyet etmek yerine ma”nâyı öne çıkarmalarının hikmetini sormuştur. Bu soruyu Mevlânâ, sûfî şâirin içinde bulunduğu ma”nevî hâl ile izah etmiştir. Buna göre, herhangi bir sûfi şâir, bir şiir terennüm ederken, “Cemâl-i Yâri” gözlediğinden mest olur. İşte bu mestlik hâlinde bulunan sûfî harfsiz bir âvâz işitir. Onun şiir yazarken yaptığı, bu âvâzı terennüm etme gayretinden başka bir şey değildir. Bunun için onlar, kâfiye ve vezinle mukayyet değillerdir.

Mevlânâ”nın, kendinden sonra gelen sufi şâirleri, Oğlanlar Şeyhi İbrahim örneğinde olduğu gibi poetik duruşu itibariyle etkilerken hem de mânâ bakımından etkilemiştir. Bu etki de günümüzde sanıldığı gibi, sadece Mevlevî gelenekten gelenlerle sınırlı değildir. Şüphesiz bir Mevlevî muhit içerisinde gelişen bir zümre edebiyatından söz etmek mümkündür. Lakin Mevlânâ etkisinin diğer irfânî muhitleri de kuşattığının farkında olmak lazımdır. Bu meyanda Dede Ömer Rûşenî'yi zikretmek mümkündür. Rûşenî, bilindiği gibi, Halvetiyye içerisinde Rûşeniyye isimli başlı başına müstakil bir sûfî muhitin kurucu piridir. Bununla birlikte Divân'ında Mevlâna”yı özenle takip etmenin yanında, doğrudan doğruya Mesnevî'den aldığı ilhamla Çoban-nâme ve Ney-nâme isimli mesnevîler de kaleme almıştır. Bu mesnevîlerden ilkinde Mesnevî'deki Hz. Musâ ile çoban arasında geçen hikayeyi konu edinirken, ikincisini ise Mesnevî'nin ilk on sekiz beytinden mülhem tertip etmiştir.

İster Mevlevî olsun, ister olmasın, sûf gelenek içerisinde edebî faaliyette bulunan şâirlerin en önemli kaynaklarından birisi Mevlânâ'dır. Ancak bu ifade, Mevlânâ”nın etkisinde sadece sûfi şâirler kalmıştır anlamına gelmez. Aksine şiir estetiğini önceleyen diğer Osmanlı şâirlerinin de bir şekilde Mevlânâ'nın etkisinde kaldıklarını söylemek mümkündür. Bu etki daha çok, mazmunlar seviyesindedir. Daha doğrusu Mevlânâ, her ne kadar formdan ve biçimden uzak olduğunu söylese de o kadar da hayal-engîzdir. Osmanlı şiir geleneğinde bir eleştiri kavramı olan hayal-engîz, şiirde zekice buluşlar kullanmak anlamına gelir. Gerçekten de Mevlânâ, zengin buluşlar yapan bir mânâ işçisidir. Onun estetik boyutu da burada kendisini ele vermektedir. İç âlemdeki yolculuk ve cân mirâcına çıkış, bu tecrübeyi tadamayan diğer şâirlere nazaran, onu derûnî boyutta yüceltirken büyük bir mânâ kâşifi de yapmıştır. Bu sebepten hep içerden, bizatihi yaşayarak tecrübe ettiği dünyadan haberler taşır. Bu estetik seviyenin şiirimize zengin mazmunlar kazandırması tabiidir. İşte bu yönüyle, şiirde fikri değil estetik duruşu önceleyen şâirleri de kuşatmıştır. Her ne kadar çoğu şâirimiz Mevlevî gelenekten gelen Şeyh Gâlib gibi, bu etkiyi açıkça dile getirmese de, işin erbâbınca bu etki malumdur.

Şeyh Gâlib, Osmanlı edebi birikiminin müstesna örneklerinden biri olan Hüsn ü Aşk'ın şâiridir. O, çok açık bir şekilde bu eserinin ilham kaynağının Mevlânâ olduğunu söyler:

Esrârını Mesnevî'den aldım
Çaldımsa da mîrî malı çaldım
Feyz erdi Cenâb-ı Mevlevî'den
Aldım nice ders Mesnevî'den
Deryâ-yı Mârifet'te Kaybolmak

Osmanlı şâiri, Mesnevî'de Mevlânâ denizinin dalgaları arasında boğuşarak nice inciler çıkarmıştır. Bu incileri sadece mazmun seviyesinde de değildir. Diğer bir ifadeyle şâirler, Mevlânâ'nın insanda keşif heyecanı uyandıran buluşlarıyla yetinmemişler, onun hikâyelerle anlattığı ve tasvir ettiği Doğu mitolojisine ve kültürüne de âşina olmuşlardır. Dolayısıyla Mesnevî, her ne kadar Farsça yazılsa da yapılan tercümeleri ve şerhleriyle Osmanlı aydınını etkisi altına almış ve onu hayal-engîz mânâlarla ve hikmetle buluşturmuştur. Bu sebeptendir ki kasîde geleneğinin öncü şâiri Nef”î, Mesnevî“nin her beytinin cihân-ı mârifet olduğunu söylemiştir.


Nef”î, deryâ-yı mârifeti cihân-ı mârifete dönüştürdü; Mesnevî başlı başına bir dünyadır dedi. Ona göre, bu mârifet dünyasının sadece güneşi ışık yaymaz, zerresi de ışık kaynağıdır.

Mesnevî ammâ ki her beyti cihân-ı ma'rifet
Zerresiyle âfitâbının berâber pertevi
Hulâsâ Osmanlı şâiri, Mevlevî-hâneler ve Mesnevî-hânelerle içine doğduğu bu mârifet dünyasından çokça yararlandı. Bu mârifet deryasında susuzluğunu gidermeyi başardı....

Hiç yorum yok: