28 Kasım 2009 Cumartesi

TANRIYA FOTOMODEL OLMAK...

O gün gökyüzünde şimşekler çakıyor, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu.
Küçük kız her sabah olduğu gibi annesinin sesiyle uyanmış, kahvaltısını etmiş ve okuluna gitmek üzere yola çıkmıştı. Ancak şimşekler birbirinin peşi sıra o kadar gürültüyle çakıyordu ki, küçük kızın annesinin içini bir endişe kaplamıştı. Anne, yavrum bu havada yolda yürürken korkmasın diye düşündü. Sırtına bir şey geçirdi ve sokağa fırladı. Okul yolunda kızını aramaya başladı... Derken bir de baktı ki, kızı az ileride minik adımlarla yürüyor, şimşek çaktığı anda durup gökyüzüne bakarak gülümsüyordu.Anne kızının bu davranışına pek bir anlam veremedi; meraklandı. Yanına yaklaşıp sordu: "Yavrum, hiç korkmadın mı bu havada yalnız yürümekten? Hem ne zaman şimşek çaksa durup yukarı bakarak öyle ne yapıyorsun?" Küçük kız cevap verdi: "Gülümsüyorum... Çünkü Tanrı fotoğrafımı çekiyor."

Yaşamı nasıl algılıyorsak öyle yaşıyoruz diyenler yanılmıyorlar galiba....



Bu küçük hikaye - kimbilir belki de gerçektir? - geçen hafta gelen mailler arasındaydı. Sanki tam da bugün lazım olacağını hissetmiş gibi sakladım... Az önce Külkedisi blogunu kapatmaya, daha doğrusu kendini kelimelerle ifade etme yolunu kapatmaya karar vermiş... Hiç üzülmedim. Çünkü zaman zaman ben de bunun sağlıklı bir karar olduğunu düşünüyorum kendim için.


Bazen yazı yaşamanın önüne geçiyor, hatta bir tür kehanet oluyor... Yazdıklarımızla, çok uzun zaman önce beslemekten vazgeçmemiz gereken yaraları, çoktan tarih olmuş acıları ve o acıların gözyaşlarımıza doğmayan kahramanlarını besliyoruz... Bir kaç güzel cümle yazmak adına giriş çıkışına şifre koymadığınız bu sanal adreslerde umutsuzca sihir yapmaya çalışıyoruz kelimelerle... Umutsuzca...


Külkedisi bu yolu tüketmiş. Yazarak mızıklamasını paylaşmaktan vazgeçmiş. Belli ki başka bir yol çıkacak karşısına. Büyük bir heyecanla bekliyorum. Benimle de paylaşmasını umut ediyorum. Ve aynısını kendim için diliyorum. Başka bir yol...


Bugün ashramda likör ve kahvelerimizi yudumlarken, hocam "belin ağrıyor, çünkü sırtın ağrıyor. Sırtını kimseye dayayamadığın için yalnız mı hissediyorsun, biz sana yeterince güç veremiyor muyuz? "dedi. Açıkcası etrafımda bu kadar çok dost varken hiç yalnız olduğumu düşünmemiştim... Ama bu beklenmedik cümleler beni epeyce düşündürdü. Evet, hem yalnızdım, hem de değildim. Ailem ve beni çok seven dostlarım vardı, şımarmak için onlarca sebebim; uzun güzel saçlarım, hayallerim, seyahatlerim, planlarım...


Fakat hastalanmıştım. Sol tarafım hasarlanmıştı. Dişi parçam, yaratıcı hücrelerim zedelenmişti. Yaratamaz hale gelmiştim. Nicedir yazamıyordum, yemek pişiremiyordum ve hatta çizimlerde bile bir tutukluk vardı. Yaşadığım duygusal felç, fiziksel olarak da ele geçirmişti beni. Hala da tutukluğum var. Tek farkla artık anladım. Gerçeği kabullendim.


Hastalığım şuydu. Hayatında olmadığım ve hayatımda olmayan birine anlamsızca, koşulsuz ve sorgusuz sualsiz güvenmiştim. Hayat nereye giderse gitsin, yanımda kim olursa olsun, onun bu şehirde ve bana bir telefon uzaklıkta nefes alıyor olması büyük bir güçtü. Maddi ve manevi güvenebileceğim tek insandı o. Hatta Külkedisi "nedir bu insanın senin üzerindeki gücü? " diye sorduğunda, "gezegenin sonu gelse ve tek jetonum olsa onu ararım " demiştim... Sonra bu aniden değişti. Ruhumu, hocamın tanımıyla sırtımı dayadığım o büyük inanç yerle bir oldu. Geriye kalan da "hiçkimse" idi. Yazmak, ağlamak, hakaret etmek ve benzeri her şey sadece öfkemi, hayal kırıklığımı büyüttü. Ağrılarımı arttırdı. Yaratıcılığımı baltaladı. Bir tek hikayeyi bile sonlandıramadım aylardır...


Desteğimi kaybetmiştim. Hayatta ilk kez yarım hissetmiştim. Ama geçti. Ben bu blogu çok hor kullandım. Kızdım yazdım, nefret ettim yazdım. Çünkü lazımdı. Çünkü o zaman öyle gerekiyordu. Şimdi öfkem geçti. Hasara uğrayan parçam iyileşmeye başladı. İçinde bulunduğum duygusal felçten bir gün tamamen kurtulacağıma inanmaya başladım. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını ve hala bir şansım olduğunu anladım... Külkedisi'nin dediği gibi "yazdım ve bu yaralanmaya çok açıktı..."* Ama ama başka çarem yoktu ki!


Bu yıl bitmeden evvel iki hediyem olacak sabırlı blog okuyucularına; bir tanesi Eda Liza'nın "dördüncü yaş günü masalı". Diğeri ise uzun zamandır taslak halinde kalan ve muhtemelen asla basılmak için hazır olamayacak bir hikaye: Çark Dönümü Fırtınası...


Sonrasında da İstanbul ve yakın yerlere yapılan geziler hakkında yazmaya devam edeceğim. Aralık'ta Konya'ya gidiyoruz, söylemiş miydim? Yarın Edirne'ye, haftaya Sapanca'ya. Yani burada hala okumaya değer bir kaç şey olabilir meraklısına...


Zaman zaman elbette yakınacağım, elbette serzenişlerim olacak. Ama Virgilius'u dinleyip bu blogu kapatmamak için direneceğim. Yaşadığıma dair tuttuğum bu "açık günlük" bana çok değerli ilişkiler kazandırdı. Fiilen ölmüş, ya da sadece benim için ölmüş olanlarla buradan hesaplaştım, vedalaştım. Sevdiklerime güzel sözler, sevmediklerime kırgınlıklar savurdum. Gezdiğim yerleri yazdım. Özlediğim mekanları, insanları anlattım. Kısacası ihtiyacım vardı ve yazdım.


Her neyse, inanmaya ve olumlu bakmaya, yargılamamaya dair epeyce de yol aldığımı hissediyorum. Bir halıcının kızı olarak dokuduğum halılarla da anlatabilirdim duygularımı ama sessizlik yemini edemeyecek kadar sabırsızım. Üstelik kelimelerimin üzerine basıp geçenler, kimbilir halılarıma ne yaparlardı?
*J. Winterson....
Gecenin Şarkısı:

2 yorum:

No More Virgilius dedi ki...

Güzel İnsan,
Nekahat dönemindesin.

Slayer'in bir şarkısında "Skinless resurrection, from the bodies of the dead" diye geçer.
Bir çeşit dirilişten bahsediyorsun sen. Başını kaldırıp aynaya bakıyor ve vücudunda derinin olmadığını görüp kendine acıyarak, sitem ederek, mutsuz ve memnuniyetsiz bir şekilde derinin altında saklı durması gereken damarları, lifleri, kandan yolları görüyorsun, "hayatım nasıl bu hale geldi?" sorusunu soruyorsun o çirkinliği aynada görünce.

Halbuki şimdi sen diriliyorsun Fortunata. Yaşadığını sandığın dönemde kanın çekiliyor, hücrelerin eriyordu, ruhunun solması ve kalbinin ritmini kaybetmesi de cabası. Şimdi ise, tekrar giymeye başladın vücut kıyafetini, ama alttakileri giymeden üsttekini nasıl giyebilirsin? Gömlekten sonra kazağı, kazaktan sonra kabanı almaz mısın üzerine?

Sen "güya" yaşadığını sanırken pul pul dökülmüştü derin, şimdilerde 'iç'ini tamir etmenin ardından 'dışı'na gene ışıltılı bir kıyafet giyme zamanın gelecek.

Şair "bir rüyaya daldık ki, cehennemde uyandık" der.
Sen uyandın. Üstelik oradan çıkmaya hem gücün, hem isteğin var.

(Aksini düşünüyor olsan da) bu kadar derli toplu görülmen, dağıtmaman ve dağılmaman sadece hayranlık uyandırıyor seni izleyen kişilerde.

Blogu kapatırsın, silersin, yakarsın veya yıkarsın, kime ne?

Mesele, Siddharta'nın gülümsemesinde...


(haddimi aştıysam lütfen bağışla Fortunata)

Fortunata dedi ki...

Sevgili Virgilius,
Ben, senin "haddini aşan tarafını" seviyorum. Benim bir türlü haddini aşamayan minicik bir parçam, senin kocaman cümlelerini saygıyla, sevgiyle seyrediyor.
Çok şey var yazılacak ve söylenecek... Kısmet ne zamana bakalım. Ama niyet var, inanç da var. Üstelik koskocaman, benim bile unuttuğum sımsıcak da bir gülücük var hala. Burada, bende:))
Kucak dolusu sevgiler...