2 Kasım 2009 Pazartesi

KÜÇÜK AYASOFYA, NURUOSMANİYE VE MAHMUTPAŞA.


29 Ekim sabahı alışılmışın dışında bir kadroyla yollara döküldük; annem, Eda Liza, Leydi Agi ve ben! Aslında doğumgünü olması sebebiyle, gezip tozması gereken Prusya Kralı'ydı ya, o kendini BİENAL'e adamıştı!!! Zavallı ve pek değerli kardeşim, sanat sepet insanlarıyla engin sohbetlere dalmışken, biz çoktan Sultanahmet yollarına döküldük.

Annem çok uzun zamandır doğduğu mahalleyi ve sattıkları evin akibetini merak ediyordu. Anne ve babasının çok çalışarak aldıkları ve içinde yeteri kadar uzun yaşayamadıkları bu evde kalmıştı aklı... Ben de ona durmadan "gideriz gideriz" diyerek geçiştiriyordum. Sonra bir gün bu geçiştirmelerden ve ertelemelerden sıkıldığım bir zamanda "hadi bu hafta gidelim" dedim. Neden derseniz, durmadan itiştiğim ve sözlerine çok gücendiğim bu kadının ölümlü olduğunu farkettim. Daha fenası ben de ölümlüydüm!

Neyse, Sultanahmet'den başlayarak Pierre Loti'ye doğru yürümeye başladık. Ve işte meşhur Köprülü Kütüphanesi. Hemen yanında eski konservatuar binası ve Kuduz Hastanesi! Küçükken bu karanlık binadan çok korkardım. Bu yüzden de önünden geçerken aklım çıkardı yerinden. Ama bu defa hiç korkmadım. Büyümüş müyüm ne?

Annemin dayısının eski evinin önünden geçtik. Çok tatlı adamdır annemin dayısı. Ne yazık ki çok yaşlandı. Karadeniz'den gelmiş pek çok aile gibi o da yorgancılıkla geçinirdi eskiden. Onun dükkanına uğrayıp yorganların arasında yuvarlanmaya bayılırdım! Koskocaman cumbalı mumbalı bir evi vardı. Yıllar önce etraf işyerleriyle dolmaya başladı diye, evini ve dükkanını satıp Kuzguncuk'da yine çok güzel üç katlı bir ev aldı adamcağız. Çocukluğumun çok değerli hatıraları vardır o evde... Ne yazık ki cumbayı yıkmışlar...

Sonunda Pertev Paşa Yokuşu'na geldik. Sağdaki apartmanda anneannem ve dedem otururlardı; Huzur Apartmanı. Neredeyse her hafta Pazar günü gelirdik onları ziyarete. Bu evde en çok ilgimi çeken şeyler arasında soba etrafı sohbetleri, pencereden sarkıtılan sepet ve kömürlük ilk aklıma gelenler. Tabii anneannemin ekşili köftesinin tadı ve kurnalı bir banyoda yıkanmanın keyfi de hala çok tazedir hafızamda.

Anneannemlerdeyken bakkala gönderilmeye bayılırdım. Onların apartman görevlisi yoktu ve evde daima bir şey eksik olurdu. Ben büyüyene kadar kadar bu görev en küçük teyzemindi ama sonra nihayet sıra bana da geldi. Bakkala gitmek demek yokuştan aşağıya limana doğru denize bakarak yürümek ve mükafat olarak da hemen soldaki kuruyemişçiden kuş lokumu almak demekti! Tanrım hep oburdum ben!

İşin güzel tarafı manav, fırın ve kuruyemişçi hala oradalar! Hatta Kadırga Hamamı bile yerli yerinde! Sadece bakkalımız Necati amcanın yerinde bir tekel bayii var.

Kuş lokumlarını görünce gözlerime inanamadım. Ne güzel, hala tam da hatırladığım gibi minicik poşetlerde satılıyorlar! Bir tane Eda Liza'ya, bir tane de kendime aldım. Lezzet aynı ama yaş otuzaltı:))

Ağzımızda kuş lokumlarıyla annemin doğduğu eve doğru yürümeye başladık. Küçük Ayasofya Mahallesi Özbekler Sokak No... Ben bu evde hiç yaşamadım.

Sokak inanılmaz sevimli, Soğuk Çeşme Sokağı'nın minyatürü gibi adeta. Epeyce hırpalanmış ve eski simalarını kaybetmiş bu evlerin arasından geçerken, anneme baktım; allak bullak oldu yüzü. Bu viran evler, hiç bir tanıdık yüze rastlamayış onu çok sarstı. Leydi Agi ve Eda Liza sokakta oynayan çocuklara bakarlarken, ben annemin gözlerinin bir tek tanıdık yüz için nasıl yalvardığını gördüm.

En çok da kendi evini o kadar harap halde görmek üzdü annemi. Ev, dedemin ve anneannemin ölümünden sonra yeni sahipleri tarafından hiç kullanılmamış ve elbette bu terk ediliş evin hızlıca yıpranmasına sebep olmuş...

Nihayet kapılardan biri açıldı ve annem, kendi annesini de tanıyan çok tatlı bir ihtiyarla sohbet etmeye başladı. İşte o zaman içim biraz olsun rahatladı. Yoksa bu geziye evet dediğim için neredeyse pişman olmak üzereydim.

Özbekler sokağının bitiminde bizi Sokullu Mehmet Paşa Camii karşıladı. Elbette, bir Minar Sinan eseri olan bu camiiyi ilk kez görüyordum. Hepimiz avluya bayıldık! Eda Liza içeriyi de görmek isteyince imam efendiye şirinlik yaparak kapıdan süzüldük. Gerçekten de muhteşemdi! Mimarım Sinanım her zaman olduğu gibi sanatını konuşturmuş. Çiniler, vitraylar, ahşap işçilik... Kesinlikle görülmeye değer bir camiideyiz.

İmam amcadan bir çikolata kaptıktan sonra - tabii ki ben değil, Eda liza:)) - yolumuza devam ediyoruz. Sırada ne zamandır görmek istediğim Küçük Ayasofya Camii var. Ve bakıyorum da, gerçekten de görülmeye değermiş. Etrafı oldukça temiz ve düzenli olan bu çok kıymetli kilisenin/camiinin kapısındayız nihayet. Gerçek adı Sergios ve Bakhos Kilisesi olan yapının aslında, kendisinden çok daha ünlü Ayasofya'dan bile eski olduğunu daha önce okumuştum. Ama içine girince anladım ki burada da tuhaf bir ışık var. Yerdeki masmavi halılar, duvarlardaki beyazlık ve sütunların görkemiyle Sergios ve Bakhos Kilisesi tarihteki şanına layık bir yapı.

İşin güzel tarafı içeride bizden ve ney üfleyen iki adamdan başla kimse yoktu. Bu yüzden gönlümüzce uzun uzun yayıla yayıla oturup tadını çıkarttık buranın. Böylece Eda Liza hem bir camii hem de bir kilise olan bu muhteşem yapıyla tanışmış oldu.

Orada uzun uzun kalırdık kalmasına ama yolumuz uzundu. Hem iyice acıkmıştık. Sultanahmet'de ne yediğimizi söylememe gerek yoktur herhalde.

Karnımzı tok, gözümüz aç bir şekilde Nuruosmaniye'ye geldik. Bu caddeyi gerçekten çok severim. Ne zaman orada oturup bir fincan kahve içsem, tanıdık biri geçer önümden. Aklımdan. Kalbimden. Sanırım bu tanıdıklık halini de en az caddenin kendisi kadar severim ben...

Kahvelerimiz bitince Eda Liza'ya söz verdiğim gibi "masal çarşısına"* gidecektik fakat ne yazık ki kapalıymış! Olsun. Hiç tadımızı kaçırmadan Mahmutpaşa'ya doğru yürümeye başladık.

Eda Liza buraya da bayıldı. Onun birbirinden cafcaflı elbiseler arasında nasıl büyük bir heyecanla dolaştığını görmeliydiniz! Özellikle pembe tuvaletlere olan ilgisi - malum yaşı gereği prenses sendromu mevcut - , bakışları inanılmaz tatlıydı.

Onun neşesini ve şaşkınlığını seyretmekten biz etrafa bakamadık desem yeridir.

Aslında onu en iyi ben anlıyorum, çünkü Eda'nın yaşındayken ben de buraya bayılırdım. O zamanlar daha da güzel dükkanlar vardı. Mesela fildişi taraklar satılan dükkanı hala çok net hatırlarım. Son aldığım tarak da - yirmi yıl önce! - daima çantamdadır...

Üç kuşak birarada yapılan bu gezide elbette onlarca detay var anlatılabilecek ama kısaca özetlersek Küçük Ayasofya ve Kadırga kesinlikle görülmeye değer. Ayrıca Mahmutpaşa hala çok eğlenceli bir yer!


*Kapalıçarşı'ya ben küçükken "masal çarşısı" derdim. Çünkü her iki dedemin de orada dükkanı vardı ve ben onları ziyarete gittiğimde bir dediğim iki edilmezdi. Bu masal değildir de nedir? Üstelik her yer şıkır şıkır, parlak ve renkli!

Hiç yorum yok: