4 Temmuz 2024 Perşembe

4 TEMMUZ 2024, AHMAK GÖNÜL İSİMLİ TÜRKÜ İLE SINANAN DOSTLUK :)


Günaydın,

Burhan'ı bilirsiniz, beni bilen herkes Burhan'ı bilir. Burhan dostumdur dersem eksiltmiş olurum, zira sadece benim değil ihtiyacı olan herkesin dostu, yoldaşı, onlarca öğrencinin hocası, güzeli, iyiyi sevmeyi, görmeyi bilen herkesin biriciğidir.

Yıllardır bana muhteşem şeyler katmıştır. Edebiyattan, arkeolojiden tutun da müziğe, tarihe, sinemaya kadar daha neler neler. Nedense biz hep seyahat etmeyi düşleriz ama henüz gönlümüzce bir plan yapamadık. neyse, o da olur inşallah.

Dün, akşam yürüyüşüme bir türkü yollamış Burhan- ki o sırada Jabbar dinliyordum ve neredeyse normal bir ruh durumundaydım-. Son zamanlarda şarkılarla kim kimi ağlatacak diye takılıyorduk birbirimize. Fakat bu türküde bir cümle var ki belden aşağı oldu. Güldük tabii ama "ciğer yenilenebilen bir organ diye sökülmez ki vre, dost dosta eder mi bunu? " dedirtti bana.

"seni seven terk etti, nedir kapanmayan yaran?"

Cümle bu!

Tutulmayan yasların kraliçesi olarak, artık direncimi kimden aldığımı biliyorum... İmkansızı istediğimi ileri sürerek yaşamaya dair isteksizliğimi örttüğümü de pekala anladım.

Benim kapanmayan yaram babam. 

Öyle iş olsun diye de söylemiyorum. Yıllarca çok iyi idare ettim zannederken, bir baktım batırmışım ortalığı. Yıkmışım, yakmışım, esmiş, gürlemiş, barajları devirip şehirlere sel salmışım. Tüm davranışlarımı, davranamayışlarımı etkileyenim  mağarada uyuyan ejderhamın yanına sandalyesini çekmiş elleri dizlerinin üzerinde öylece oturanım, onu yolculamaya hazır olmamı bekleyen babam. 

Mutluluğumun, yaşama sevincimin gölgesi babamın tutulmamış yasıdır, ölümü değil.

Artık onu mağarada bırakamayacağımı, bir ölüyü sandalyede oturtmamın anlamsızlığını biliyorum. Aslında biliyor musunuz  Güney Amerika'da yapıyorlar, hatta yılda bir kez çıkartıp gezdiriyorlar. Neyse ne, ben babamı gömmeli, yaramı kapatmalı ve onun beni terk etmediğini idrak etmeliyim.

İnsanlar ölür. İnsanlar gider. Efendi gibi temizler, kapatırsan yaralar iyileşir. İnsanların tüm yaptıklarını ettiklerini kendimize karşı eylemler silsilesi olarak algılamaksa tamamen bizim toyluğumuz. Ben büyüdüm. Öyle annesinin topuklularını giymiş, rujunu dudaklarından taşırmış bir halen değil, kendi ayakkabılarımın üzerinden ve rujumu en ala şekilde sürdüğüm yerden cümlem. 

Ben büyüdüm. 

Kapanmayan yaram da hiçbir eski sevgilimden değil. Zaten onların hiçbiri sevgili bile değildi, sevmeye çalışmaktı, canlarına od tıkamaktı. Pardon ya, ağır mı oldu sabah sabah:))) Sevdim mi sanmışlardı ki?



3 Temmuz 2024 Çarşamba

LAFI K.ÇINDAN ANLAMANIN JUNG TARAFINA ALAYIM SİZİ

 

Malumunuz uzun yıllar veli insiyatifiyle kurulmuş, elbette iyi niyetlerle yola çıkılmış, okul öncesi çocuklara eğitim veren bir çoçuk evinde çalıştım. Çok mutlu hissettiğim, bana yaşama sevinci veren günlerim oldu. Öğrettim, öğrendim, tökezledim, parladım, parlattım. Başlarken hiç kolay olmadığı, derdimi anlatamadığım gibi bitirirken de son derece üzüldüm, zira onca yılda değişmeyen tek şey küçük insanların büyük egosuydu. Kendi değerlerini başkalarının emeğini değersizleştirerek hissedebilen minicik insanlar. Fakat bugün konum tam olarak onlar değil, konu o okulda tanıştığım pek çok kadının bugün sosyal medyada "kadın olmak", "kadın çemberleri", "boşanma", "kendini bulma", "kişisel gelişim", "farkındalık", "yoga" ve benzeri işlere bulaşmış ve epeyce de ün kazanmış, üstelik bunu çok yukarıdan yukarıdan bana göre ahlaksız bir yerden yapıyor olmaları. 

Kıskançlık yazısı bekliyorsanız, çok beklersiniz. Amacım itin bi tarafına sokmak olsa küçümsemek daha benim tarzıma yakın ancak onu da yapmayıp daha merhametli bir yerden yazmak istiyorum. Zira şarkıda dediği gibi "... herkes yaralı, tepeden tırnağa yaralı..."*

Okulda çalıştığım yıllarda bahsettiğim kadınların çocukları başta olmak üzere çocuk davranışlarından ev okumayı öğrendim. Kabızlık, ateşlenmiş beden, huysuzluk, yemek yemek istememek, zorbalık, sessizlik, haykırmak, dürtüsel davranmakla çocuk aslında nasıl bir dertten müzdariptir, kendini kelimelere dökemeyişiyle acısı nasıl günden güne katlanır ve bu denli acı çeken "kimseli" çocuğa nasıl el verilir onu öğrendim.

Organik beslenmeyle kafayı bozan annelerin çocuklarıyla yaşadıkları bağlanma bozukluklarına tanık oldum. Şefkatle evladına yaklaşamayan annenin aslında ne acıdır ki kendine de yaklaşamadığını gördüm. Kendini kelimelerle ifadede yaşının çok ama çok üstünde bir kız çocuğunun annesine sözcülük etmek zorunda kalışını, babası iş seyahatinden dönmeyen dünya güzeli oğlanın kendini yerden yere vuruşunu izledim. Bunlar inanın hiç birşey, olsa olsa buzdağının zirvesi.

Ben kimdim peki? Ben acının Allahını çocuğun çektiğini izleyerek oyun kurup, otuz dakikalığına oksijen vermeye, kalp masajı yapmaya çalışan garibanın tekiydim. Her gülümsettiğim veletle bir zamanlar eli tutulmamış, hali anlaşılmamış çocukluğuma dokunuyordum. Oyunun gücünü, çocukla iletişim kurmaktaki gerekliliğini ve işe yarayışını deneyimliyordum.

Ortada ne şifa, ne de şifacı vardı. Yoga yapıyor, yoga yaşıyor, bağ kuruyorduk. Malzememiz yoga oyunlarıydı. Bu kadar.

Bütün bu süreç boyunca pek çok ünlü ve havalı "anne" nin yavrusuna emek harcamış olmama rağmen, ders ücretim dışında işimin ekmeğini yemedim. Geriye dönüp baktığımda tembellik ettiğim yerleri de iyi görebilmeme rağmen, genel duruşumu ve etik anlayışımı seviyorum. Sevmediğim şey şu: nasıl oldu da herkes şifacı oldu anasını satiim. 

Mahallede Niğde gazozu tutan amcadan, sütyenini takmadan lambır lumbur memeleriyle mutfakta dans eden özgür boşanmış annelere, anasızlığını başkalarına analıkla sağaltan kadınlara, yazdığı haikuları şifa malzemesi zanneden şapşal şairlere ne vakit kapı araladı sosyal medya? Ne zamandan beri psikoz ve nevrozlarımız onurla taşıdığımız apoletlere dönüştü? Biri bana anlatabilir mi lütfen? Buraları pek anlayamadım da ben!

Arkadaş ana dilinde post yazamayan kadınların kitap bastırdığı- bastırdığı diyorum, basılmadı çünkü-, hiçbir donanımı olmayanların dışarıdan okul bitirerek çocuk gelişimi okuyup servet kazandığı, üç beş tanışıklıkla bir iki boşanma, iki vefatla erken dul kalmanın, hatta ileri gideyim hastalanmanın, hasta evladın bile an be an paraya dönüştürüldüğü bu mecrada kim bu şifacı bacılar? Yasımızda, travmamızda elimizi tutan, ücretini aylar önceden ödediğimiz bu kadınlar ( varsa erkekler ) kim? Hangi tedrisattan geçmiş, kime ne vakit çıraklık etmişler ve ne arada almışlar acep o ehliyetleri?

Arkadaş Jung açık açık  "ancak yaralı bir hekim iyileştirebilir" diyor. Kıçını görüp yara zanneden kedi misali önüne gelen şifacı olsun falan değil adamın dile getirdiği! Edebiyat elbette şifadır ancak bir terapistin işini yapamaz. Sanat, çemberler sağaltıcıdır ama onlar da hekim işi yapamazlar. Dans etmek, yoga gibi fiziksel aktiviteler spiritüel bir yere de götürür zamanla evet ama bunu "ben şifa dağıtıyorum" diye satamazsın. Etik nerede vre?

İnsanın kendini iyi kılma çabasını gönülden takdir ediyor ve Japonların seramikteki çatlağı altınla doldurdukları kafayı bende seviyor, hatta yüceltiyorum. Tabii her seramik için şart midur bilemiyorum.. O çatlaktan, yaramızdan sızan ışıkla yaratır ve büyürüz kısmına da okeyim, ki ben de yazarak iyileşiyorum, ancak yazıyla seni şifalandırırım, ben yazarak iyi oldum falan diyor muyum? Yoga ile şifa saçarız diye bir iddiam da yok çok şükür. Ha yoga derslerinin terapi öncesi açılmaya ve seansı akıcı kılmaya yaradığını öğrencilerimden biliyorum ancak ben "yoga öğretmeniyim", "blog yazarıyım" ve "yaralıyım". Bütün bunlar beni "yaralı hekim ve üstüne şifacı" yap-maz di mi?

Evet takık olduğum şey hadsizlik, etik dışı davranışlar ve amacı diğerini iyi kılmak değil, onun yara beresinden kar sağlamaklar!

Sanırım artık yavaş yavaş kızmayı bırakıp, dikkatimi tıpkı edebiyatta yaptığım gibi seçicilikle bana makul gelene yöneltmek. Yine de yazmadan duramadım, uyuzum şu yaralı şifacı lafına. Onun doğrusu yaralı şifacı falan değil sayın kardeşim, biz Türkler suyu bile verirken "oh şifa olsun, yarasın abime" diye veririz ama onun doğrusu "afiyet olsundur" ve lafın doğrusu da "sadece yaralı olan hekim iyileştirebilir"

Oh rahatladım vallahi. Şimdi huzur içinde yemeğimi yiyebilirim:)))





* Sezen Aksu

3 TEMMUZ 2024, CADDEBOSTAN PLAJI'NDA BİR YENGEÇ

 

Merhaba!

Geç günaydın oldu bugün fakat geçerli mazeretim var. Plaja gittim! Aslında Rabiş'le* geçen hafta niyetlenmiştik ama fırsat yaratamadık. Dün akşam ne dersin dedim, tamam dedi. Bayılıyorum naza çekmeyen, hızlıca evet veya hayır diyebilen insanlara.

Sabah beş buçuk bile olmadan uykum bitti. Theodora'yı öpmek istedim, baktım patilerini yüzüne siper etti, muhtemelen "uyandı yine benim ki" diye de içinden saydırdı. Yedi olmadan evden çıktım, sekizde buluşacağımız için geç kalmak istemedim. Tren bomboştu. Acaba insanlar işe gitmiyor mu? Ben çalışırken bu saatler tıklım tıklım olurdu. Anlamadım.

Rabiş'le deniz güzelse gireriz, değilse kahvemizi içip ayaklarımızı sokarız demiştik. Erken gidince dayanamayıp atladım suya. Zira bir yengeci suyun kıyısına bırakıp bekle demek, diyet yapan garibana buzdolabındaki pastaya dokunma demekten farksız. Sıvı görünce dayanamıyorum. Kahve, şarap, hamam, deniz umurumda değil. Su varsa iç, yıkan veya yüz gitsin:)

Marmara Denizi'nde yüzmek Ege ve Akdeniz'le kıyaslarsanız biraz moral bozucu olabilir. Elbette denizin bitki örtüsü, suyun ısısı, tuz oranı  güneyden epeyce farklı. Açıkcası ben tuzlu ve serin su severim ama dediğim gibi mesele sıvı olunca seçici sayılmam, leğene su koysanız dayanamam ayaklarımı sokarım.

Evime bu kadar yakın mesafede güvenli bir şekilde yüzebiliyor olmak güzel. Üstelik plajda şezlonglar, kabinler ve duş pırıl pırıldı. Hatta kahve, sandwich gibi şeyler satılan tatlı bir dükkancık bile yapmışlar. Gerçekten çok şanslı hissettim. Ben bugün bu gazla ne güzel yazar çizerim ama!

Hayatta en sevdiğim şey sabahlarsa, ikincisi yüzmek olabilir. Caddebostan Plajı'ndan henüz dönmüş bir yengeç olarak ilk kez doğduğum ayı seviyorum. 

Güzel geçsin günümüz.








*Yıllardır eczacım ve kıymetli arkadaşım. Fenerbahçe Eczanesi sahibesi.

2 Temmuz 2024 Salı

2 TEMMUZ 2024, SALI.

 

Günaydın,

Osho'ya atfedilen ne yersen o'sun lafı bana ne okursan, onu yazarsın olarak çevirilebilir. Zira herkes okuduklarının etkisi altında kalır ancak benim hikayemde okuduğum kitaplar bazen haddinden fazla belirleyici oluyorlar. Hatta hayatıma giriş zamanlarının bile manidar olduğunu düşünüyorum. 

Mesela şimdi, tam da ormandan çıkmaya gün sayarken yeniden travma üzerine okumak ve ailemin gelmiş geçmiş yaşanmışlığına dair uzak okumalar yapmak olsa olsa Temmuz'un işidir.

Temmuz. Doğduğum ay. Temmuz bugüne kadar nasıl geçtiğine hiç dikkat etmediğim fazla sıcak bir ay. Galaksinin en travmatik adamını seçip, yıllarca takıntı haline getirdiğim ay. En azından şimdiye kadar öyleydi. Yeni dönem Temmuz tanımlarımda doğduğum, uyandığım, kendimi onarmaya başladığım, yaşamla adımlarımı değiştirdiğim ay diyeceğim. Çünkü mümkün. Ben neyi seçersem o mümkün.

Bu sabah tatlı bir serini var balkonun. Sanki Kadıköy'e inmek için güç toplamama yardım ediyor. Şanslıyım. 

Haftanın geri kalanında evden çıkmamı gerektirecek önemli birşey olmadığı için de şanslıyım. Hava durumuna baktım, Temmuz çok abartmayacak sıcakları. Hep böyle kabul edilebilir dozda sürüp gidecek. Bi de yangınlar olmasa keşke... Zeytinlerimin başına bişi gelecek diye ödüm patlıyor.

Neyse, korkularımızı beslemeyelim, önümüzdeki güne verelim dikkatimizi. vakti geldiğinde tam içinden geçerken ne yaşamamız gerekiyorsa yaşamıyor muyuz zaten?

Hepimize huzurlu, sakin olsun gün:)



1 Temmuz 2024 Pazartesi

1 TEMMUZ 1980?

 

Hangi yıldaydık önemli mi emin olamadım, tek bildiğim çekirdek ailemin tastamam hayatta olduğu. Öylesine şenliğin heyecanındaydım ki o gün, sandalın kenarına vuran deniz kımıltısı, tepemizdeki güneş ve babamın aldığı keyif dışında hiç birşey hatırlayamıyorum. 

Emin Arda ve ailesiyle açılmıştık denize. Limandan çıkmış, Kumbahçe'ye gidiyorduk. Yani denizden bakınca kalenin içi tarafında kalan limandan hareket edip, sağındaki koya geçecektik. Şenlik alanı oradaydı. Yüzlerce sandal, motor, tekne artık ne varsa hepsi sabah erkenden Kumbahçe açıklarına gelmiş, yaygara yapıyorlardı. Bizim oralarda denizciler ezelden sever coşmayı. İçkici sıçkıcı derler ama ağır iştir deniz, varsın arada sapıtsınlar vre!

Başımda annemin güneş geçmesin diye taktığı eşarplardan var. Üzerimde yarım kollu lacivert bir bluz. Serpintiyle gelen deniz tadı dudaklarımda, mutluluktan sarhoş sandalın yan tarafında oturuyorum. 

Her sene Denizcilik Bayramı'na özel güzellik yarışması yapılıyor. O sene esmer güzeli bir kızı seçiyorlar. Kıvırcık uzun saçları, incecik bedeni ve çiçekli mayosuyla öyle sade, o kadar tatlı ki. Güzellikten çok masumiyet temsilcisi o kız. Belki ben de katılırım birgün  yarışmaya ve belki kazanırım diye düşünmeden edemiyorum. Tacı var kızın ve herkes alkışlıyor. Nasıl istemeyeyim ki?

Annemi görmüyorum. Bizimle geldiyse bile yine az memnun suratıyla sandalın bir yerine ilişmiş olmalı. Belki düşmeyeyim diye beni kolluyor ardımda ve kucağında kardeşim var ama onu hiç hissedemiyorum. Kocaman gülebilen bir annemiz yok. Gülüşünü ben doğmadan önce çalmışlar. Bu hırsızlık azmış gibi hiç üşenmez yaşadığı tüm acıları her sabah tek tek kuşanır benim annem. Ama babam güler. Babamın kocaman kahkahaları, o gülünce sahiciliğine şahitlik edercesine zıp zıp zıplayan bir göbeği vardır. Babamın neşesini çalmaya gelenler olduysa da tamamını alamamış olmalılar ki, o hala neşeli.

Tuzlu rüzgar, güneş, masmavi su ve kale. O gün 1 Temmuz. Ailece sandaldayız ve belki de hayatları boyunca karaya ayak basamayacak dört kişi olarak o çalkantılı denizde herbirimiz kendi tarihimizi yazıyoruz. 

Aynı gün  takvimlerde Yaprak Fırtınası.

Kimse bilmez ama ilk kuru yapraklar Temmuz'da düşer. Daha yazın başındayken çok geçmeden geleceğini müjdeler sonbahar. Mesajı hızla geçecek şu sıcak mevsimi  güzel yaşa der gibidir. 

Bu sabah kalkıp deniz kıyısına gitmek, sandalın kenarında oturuyormuş gibi suyu koklamak istedim. Yerden kuru bir yaprak almak ve suya atmak, belki biraz gözlerimi kapatmak. Hücrelerime o eşsiz Kabotaj Bayramı'nı hatırlatmak istedim. Yapamadım. Babamın  son gücüyle tutunduğu yaşamdan kayışıyla, annemin ağır bir çapa gibi beni dibe sürükleyen mutsuzluğu arasında öylece durdum.

Hiç güzellik yarışmasına katılmadım. Zaten herhangi bir yarışmaya katılacak kadar özgüven sahibi de olamadım. Fakat o gün o sandaldaki küçük kız gerçekten huzurluydu, mutluydu. Umutluydu. Eğer en mutlu küçük kız yarışması yapıyor olsaydı denizciler, o gün kesinlikle kazanırdı.

Yaşanmış ve yaşanacak nice güzel Temmuzlar, nice neşe dolu Kabotaj Bayramları olsun mu bize? Olsun vre!