27 Mart 2017 Pazartesi

DEV KASABAMIZ İSTANBUL'DA PAZARTESİ SABAHINDAN YA SABIR.

Bu sabah sahilde yürüyorum. Ne koşanların, ne bisikletçilerin yolundayım. Hatta yoğun kullanılan sahil tarafındaki beton yolda bile değilim. Zaten hava yağmurlu  diye ortalıkta in cin top atıyor. Sakin sakin ama belli bir tempoda yürürken sol yanımdan bir ayak sesi yavaş yavaş sokulmaya başladı. Bir süre benimle aynı hatta yürümeye devam etti. Sonra azıcık hızlanarak önüme geçti. Ama geçtikten sonra temposunu arttırmadı. Yani ayaklarına basmamak için ya yavaşlamalı veya durmalıyım yada sol tarafa geçmeliyim. İyi de neden?
Allahım neden bu acayip durumlarla karşılaşıyorum? Benim bildiğim, herkes kendi sağından yürür. Eğer birinin önüne geçmişseniz muhtemelen seçiminiz ondan daha hızlı yürümektir, aceleniz vardır. Yani bir sebepten temponuzu arttırmak istemişsinizdir. Benden daha yavaş yürümeyi tercih eden biri koskoca ve de bomboş sahilde neden önüme geçer?
 
Kıza seslendim: "lütfen hızlanır mısınız, ayağınıza basmak istemem"
Cevap yok...
Omuzuna dokundum. Kulaklık çıktı. "Ayağınıza basmak istemedim, biraz hızlanır mısınız?"
Cevap çok sakin ve uykudan uyandırılmış prenses sesiyle: "Sola geçseydiniz."
Ah canım hem narin, hem zeka küpü!
"Sizin için neden benim tempomu değiştirmem veya sola geçmem gerekiyor?
Cevap: "Kusura bakmayın"
Şükür!
 
Saçmalık her zaman böyle makul sonlanmıyor. İstanbul artık dev bir kasabaya dönüştü. Akın akın göç eden taşra zenginleri, bir zamanların rüya kenti olan İstanbul'un dört yanına dağıldılar Eskiden biraz çekinir, uyum sağlamaya çalışırmış bunların dedeleri nineleri, artık o da kalmadı. Üstelik kendi kurallarıyla yaşamakta ısrarlılar!
 
Bu sabah yaşadığım şeyin farklı varyasyonlarını yıllardır Bağdat Caddesi'nde ve benzeri kalabalık yerlerde yaşıyorum ama bu gerçekten ilginçti. Kendimi huysuz teyze gibi hissettim. Oysa yaptığım tek şey, toplu yaşam kurallarına uygun şekilde bana ayrılan hatta yürümekti.
 
"Ben kendi keyfimde takılayım da sen de idare ediver artık" kafası gerçekten çok canımı sıkıyor. İnsanların önceliklerini belirlerken, birlikte yaşamakla ilgili sözlü ve yazılı kuralları hiçe saymalarını çok sevimsiz buluyorum. Bebek arabası kullanan kadınların kaldırımın tamamını işgal etmeleri en gıcık olduğum şeylerden biri. Ya da marketteki sırada hiç tanımadığım amcanın leş gibi kokan nefesini ensemde hissetmek! Bazen dönüp, "beyefendi, hiç tanımadığı biri sizin karınıza, kızınıza bu mesafede dursa hoşunuza gider mi? " diye sormaya niyetleniyorum. Sonra derin derin nefes alıp, evime dönüyorum.
 
Yıllarca taşra, kır bayır sevdiğimi sanmıştım. Oysa aksine asıl sevdiğim kesinlikle şehir hayatı. Ama gerçekten ŞEHİR HAYATI! Bu kent, artık bir şehir değil... İstedikleri kadar müze, kulüp vs açsınlar, değil... Olamıyor. Bizim şehirde yaşamayı öğrenmemiz için kırk fırın ekmek yememiz lazım. Dolmuş şoförünün yetmiş yaşındaki kadın yolcusuna " a sen burada inecektin, haydi in! " demeye devam ettiği yerde vay halimize.
 
Kimse bana kızmasın ama ben İstanbul'u içindekiler olmaksızın seviyorum. Hayatım boyunca kasaba kafasına uyuz oldum ve şimdi tam ortasında yaşamakla cezalandırılmış gibiyim. İnsanın istemediği ot burnunun ucunda bitermiş di mi?
 
O halde nezaketsiz, elini kolunu nereye koyacağını  kestiremeyenlerin, yolun sağını solunu bilmeyenlerin, şemsiyesini birbirinin gözüne sokup, omuz atarak yürümeyi rutine çevirmişlerin, sandalyesini çekerken arkasına bakmaya tenezzül etmeyenlerin, inatla klozet kapaklarına işeyenlerin ve daha nice nicelerinin kasabasına hoşgeldik!
 
Bir sonraki yazının konusu belli: Medeniyet; alışmamış g..teki don!
 
 

1 yorum:

Adsız dedi ki...

cumartesi günü sahilde kitap okurken 5 kişi ellerinde çim kesme makinesi ile geldi. herkesin yürüyüp , koştuğu gün niye yapıyorsunuz bu işi dedim. Öyle görevlendirdiler dedi.. NE desem billmem ki. aldım sandalyemi koydum arabaya. kitap okumak kısmet değilmiş dedim....eczahaneci...