31 Mart 2010 Çarşamba

KIRMIZI YENGEÇ VE MED CEZİR - II -


Yine de denizin kıyısına yaklaşamayacak kadar korkakmış. Ağaçların denizden alıp getirdiği sesi ve kokuyu bütün gün görmezden gelmiş. Korkusu hem kör, hem de sağır hissetmesi için fazlasıyla yeterliymiş... Fakat uyku zamanı geldiğinde hiç olmazsa azıcık yaklaşmak istemiş şu ucu bucağı belli olmayan büyülü, tuzlu suyun kokusuna... Evet, içine girecek kadar cesur olmadığı doğruymuş ama yine de garip bir ninnisi varmış denizin ve Kırmızı Yengeç bu sesi duymadan uyuyamayacağını anlamış...

Her zaman yaptığı gibi, denize yeterli uzaklıktaki bir kaya seçmiş, sonra da o dev kayalara doğru yan yan yürümüş. Güç bela, iyice sıkıştırmış gövdesini aralarına. Emniyete almış kabuğunu. Artık huzur içinde uyuyabilirmiş... Uyuyabilir miymiş? Hayır...

O gece diğer gecelerden farklıymış, çünkü o gece Ay, denizle bir anlaşma yapmış. Aslında Ay, bu oyunu çok severmiş ve pek çok yengeçle de oynarmış ama bizim Kırmızı Yengeç denizden korktuğu için onunla daha önce hiç oynamamış.

Uzun uzun düşünmeye de gerek yokmuş. Ay, denize "haydi" demiş. Ve deniz yükselmiş, yükselmiş, yükselmiş ve o kadar yükselmiş ki bizim Kırmızı Yengecin uyuduğu kayalar sular altında kalmış! Fakat çok garip bir şey olmuş, yengeçcik uyanmamış! Suların altında geçirdiği o gecenin sabahında deniz eski yerine döndüğü ve kabuğu da kupkuru olduğu için sadece rüya gördüğünü düşünmüş! Rüya denilen şey gerçek olabilir miymiş?

Ormanda hayat her zaman olduğu gibi devam etmiş, Kırmızı Yengeç hala tam anlamıyla denize giremiyor ve sulardan korkuyormuş. Fakat ne zaman rüyasını hatırlasa, kocaman bir gülücük kaplıyormuş yüzünü.. Zamanla bu gülücük onun kalbine doğru ılık ılık yayılmaya başlamış... O kadar ısınmış o kadar ısınmış ki, artık denizin serinliğini hissetmeden asla uyuyamıyormuş!

Nasıl olduysa bir gün geceyi beklemeden, bütün cesaretini toplayıp kıyıya inmiş. Kayaların üzerinde yavaş yavaş yürümeye başlamış. Bir gözü denizde, diğeri ormandaymış. Zaten ne olduysa o anda olmuş; bizim korkak yengeçcik hiç tanımadığı sesler duymuş, çocuklar geliyormuş kıyıya doğru! Ve daha ne olduğunu anlamadan hepsi sahile ulaşmışlar bile.

Yengeçcik zor atmış kendini kayaların arasına. Kalbi deli gibi çarpıyormuş, çocuklar bu sesi duyar mı acaba diye çok endişelenmiş ama çocukların onun varlığından haberleri bile yokmuş. Biri hariç...

O, Kırmızı Yengeç'i görmüş! Hem de tam kayanın arasına saklanırken. Hemen gidip kayanın üzerine yatmış ve sabırla beklemeye başlamış dışarı çıkmasını. Ama Kırmızı Yengeç inanılmaz korkmuş çocuktan ve gidebildiği en son noktaya kadar kayanın derinliklerine sığınmış. Fakat çocuk epeyce kararlı görünüyormuş, gözlerini bir an bile ayırmıyormuş yengeçten. Yine de nihayetinde bir çocukmuş işte ve sonunda beklemekten sıkılmış ve yengeci oradan çıkartmanın başka bir yolunu aramaya başlamış... Ve bulmuş!

SUDAN KORKAN KIRMIZI YENGEÇ - I -


Serin ve yağmurlu bir ilkbahar sabahında, tam sol gözünün üzerine düşen yaramaz bir kiraz çiçeği yaprağıyla uyanmış Kırmızı Yengeç. Islak dokunuşu ve varla yok arasındaki kokusuyla, onu rüyasından ayıran yaprağa ters ters bakmış. Zaten oldum olası çok kızgınmış!
Yaprak, yavaşça kımıldamış ve tam yengecin önündeki su birikintisine atlayıp gitmiş. Bu kez daha da kızmış Kırmızı Yengeç, avaz avaz bağırmış yaprağın ardından: "Hem uykumun en tatlı yerinde beni uyandırıyor, hem de ardına bakmadan gidiyorsun! Ne garip bir yapraksın sen böyle!"
Yaprak, geri dönüp cevap vermemiş, suyla birlikte yoluna devam etmiş...
Kırmızı Yengeç, bu tuhaf uyanışın ardından, yaşadığı ormanda küçük bir sabah gezintisine çıkmış. Her zamanki gibi olabildiğince suya yakın yerlerde dolaşmaya özen gösteriyormuş. Aslında doğduğu günden sonra bir daha hiç bütün varlığıyla suya girememiş! Nedense çok korkuyormuş... Bazen arka ayaklarını, bazen de sadece kıskaçlarını sokarmış denize fakat asla gücünü toplayıp devam edemezmiş suya doğru yürümeye... En cesur hissettiği anlarda kıyıya iyice yaklaşır, dalgaların üzerinden atlamasını seyreder ve o bembeyaz köpüklerin altında saniyenin onda biri kadar zamanda kalbi sevinçle dolarmış. Ama yine de dalgalar onu alıp denize götürmesinler diye taşlara sıkı sıkı tutunur, hatta çoğu zaman iki büyük kayanın arasına saklanırmış.
Bu durumdan utanıyormuş aslında yani suya giremeyen bir yengeç biraz tuhafmış nihayetinde. Yine de her durumda bu "tuhaf" tanımlamasına razı yaşamak daha kolay geliyormuş... Taa ki o sabaha kadar...
Hatırlarsanız her şey yaramaz kiraz ağacının oyunuyla başlamıştı...
Ormandaki sabah yürüyüşünü neredeyse tamamlayan yengeçcik, ağaçların dallarından gelen sese kulak kabartmış. Bu ses az sonra denizin kabaracağını ve dalgaların kıyıya geleceğini haber veren fısıltıdan başka bir şey değilmiş. İçi ürpermiş, daha dalgaları görmeden heyecanlanmaya başlamış.

30 Mart 2010 Salı

CHASING CARS...




We'll do it all

Everything

On our own

We don't need

Anything

Or anyone

If I lay here

If I just lay here

Would you lie with me and just forget the world?

I don't quite know

How to say

How I feel

Those three words

Are said too much

They're not enough

If I lay here

If I just lay here

Would you lie with me and just forget the world?

Forget what we're told

Before we get too old

Show me a garden that's bursting into life

Let's waste timeChasing cars

Around our headsI need your grace

To remind meTo find my own

If I lay hereIf I just lay here

Would you lie with me and just forget the world?

Forget what we're told

Before we get too old

Show me a garden that's bursting into life

All that I amAll that I ever was

Is here in your perfect eyes, they're all I can see

I don't know where

Confused about how as well

Just know that these things will never change for us at all

If I lay hereIf I just lay here

Would you lie with me and just forget the world?

29 Mart 2010 Pazartesi

AŞKA HAZIRIM!

"Tanrı görünmez bir çiçektir. Çiçeğin kokusu aşktır ve her yerde aşikardır."
Görünmez çiçeğin kokusu 1:14-15
Ashramdan eve döndüğümde bahçeye baktım. Dün sabah annemi öfkeden deliye döndüren sahneyi bir kez de ben seyrettim. Tek tek diktiği bitkiler sökülmüştü. BİRİ EMEĞİNİ YOK SAYMIŞTI... Arada olan benim erguvanıma da olmuştu. Annemin onu bana aldığı baharı, sevincimi, Eda Lisa ile altında oyun oynayışımızı ve dileğimi anımsadım... Eda Lisa muhtemelen unuttu bile erguvanın ne demek olduğunu... Dileğim ise olmayacak duaya aminden başka neydi ki zaten? Uçtu gitti kalbimden. Keşke artık aklımdan da gitse... O günlerden, iki bahar önceden geriye kalan kuru ve asla çiçek vermeyen bir erguvandı nihayetinde... Onun kuruyup gitmesine seyirci kalmış, söküp atamamıştım. İçime yatırdığım onlarca ölü beden ve dileğin yanına öylece uzanmasını söylemiştim. Taa ki biri onu sökene dek! O biri, o hiç sevmediğim yarı deli apartman yöneticisi beni benden, beni senden, seninle yenişemeyen ruh halimden, içime ekip durduğum umut ve öfkeden kurtardı. Hayat ne garip; sevgilimiz katile, düşmanımız kahramana dönüşüveriyor aniden. Her şey beş dakikada değişiyor görebilene...
Küçüksu Kasrı'nı gezeceğiz erguvan zamanında. Bir tek erguvanı sahiplenmekten ve onun çiçek açmayan dallarına üzüntüyle bakmaktan sıkılan ben, yeniden boğazın tüm erguvanlarını seyredeceğim. Fotoğraflar oradan, Küçüksu Kasrı'ndan...

Dün kasrın içinde dolanırken, ahşabın, nemin ve soğuğun kokusunu içime çekerken, o kadar etkilendim ki kelimelerle anlatmam epeyce zor... Sir yüzüme bakıp "buradan bir blog yazısı çıkacak galiba" dediğinde haklıydı. İçimdeki bloga sayfalar dolusu kaydettim hissettiklerimi. Kalanını da buraya:)

İstanbul bana hayatımın aşkını bir kez verdiyse yine verecek. Hissediyorum. İnancım tazelenirken, hatıralarım kayboluyor. Hocamın söylediği her kelimeyi can kulağıyla dinliyorum, benim olanın bana doğru gelmesi için benim olmayanı uğurluyorum. Bahar yağmurları içimi yıkıyor... Bol bol ağlıyorum. Bu kez elimdeki jetonla doğru numarayı çevireceğimi biliyorum. Bu kez korkmayacağımdan eminim. Kaçmayacağım.
Aşık olmaya hazırım! Saçlarımı asla kesmeyeceğim, bir gün kuleye tırmanacak kadar cesur bir adam mutlaka gelecek:)

WHEN MY ANGERS STARTS TO CRY....


Hello psychologist, I've come here to talk
There is a thing I need to figure out
And please don't question me cause then I might walk
And will not make out what it's all about
It's my mentality or maybe my heart
And I don't know if I am weak or strong
When someone does me an injustice it starts
Then I turn feeble and my drive is gone'
Cause I start feeling sorry for the nuisances
And I start feeling sorry for myself
And I start feeling sorry for this stupid situation that appears
When my anger starts to cry
What is the reason that I crumble and sigh?
That I don't dare to be the angry one?
The thought of hurting someone just makes me cry
So I avoid opposing anyone
Cause I start feeling sorry for the nuisances
And I start feeling sorry for myself
And I start feeling sorry for this stupid situation that appears
When my anger starts to cry
Cause I start feeling sorry for the nuisances
And I start feeling sorry for myself
And I start feeling sorry for this stupid situation that appears
When my anger starts to cryI feel like a bull in a big arena
With matadors profiting from my death
I know what's to come is distress and pain
As I feel their agitated breath
I'm being scam over and over again
I'm just trying to hide my fright
I know that my passivity will cause me pain
But still I don't dare to fight
Cause I start feeling sorry for the nuisances
And I start feeling sorry for myself
And I start feeling sorry for this stupid situation that appears
When my anger starts to cry, cry...

28 Mart 2010 Pazar


Geçtiğimiz haftalarda ağzımdan hayırlı uğurlu laf çıkmaz olmuştu. İçimde derin bir kırgınlık, ucunu bucağını kestiremediğim, kestiremediğim için dizginleyemediğim bir de öfke vardı. Varlığı bacağıma ve belime inanılmaz ağrılar olarak dönen bütün bu hislerden ne yaptıysam kurtulamadım. Uykusuz, iştahsız ve sevimsiz olmak üzerime yapışıp kaldı!
Cumartesi günü sabahın köründe kalkıp, ashramın kapısına dayandım. Daha kimseler gelmemiş derken Celaleddin Dede'yi gördüm. Konya misafirleri de benim gibi erkenciydi. Celaleddin Dede'nin yüzünü görmekten midir, yoksa ashramda sevdiklerimi bir arada görmekten mi bilemedim ama sokaklarda ağlaya ağlaya başladığım gün, olabilecek en yorgun fakat en mutlu şekilde bitti.
Bu haftayla birlikte içimdeki öfkeler de gitti sanki. Kırgınlıklar mı? Onlar baki...
Sabır ve affetmek. Her dakikanın son anımız olabileceğinin şuuruyla yaşamak... Ve daha pek çok şey vardı C.tesi gününde...
Bugün boğazın kıyısında oturmuş, Küçüksu Kasrı'ndan Rumeli Hisarı'na bakarken içimdeki kırgınlıklarla yaşamaktan başka çarem olmadığını bir kez daha anladım. Aklıma geldiklerinde, onları bastırmak ve kovalamak yerine, olduklarından daha öteye taşımamayı öğrenecektim ve başaracaktım. Başka çarem yoktu...
Çare, tertemiz kağıtlara resim yapmakta, çocuklarla oynamakta, sabahları kalkıp yürümekte, İstanbul'un büyüsüyle hayallere dalmaktaydı. Çare, Konya'dan gelen kitaplarla gerçeğin peşine düşmekte ve bir gül bahçesinin sesini duyacağım güne doğru sabretmekteydi...
Henüz mutluluğun resmini yapamıyor olsam da bunu yapabilenlere çok yakınım:)
Cumartesi gününü unutulmaz kılan herkese; tüm çocuklara, hocalarıma, dostlarıma, aileme çok çok teşekkür ederim.

26 Mart 2010 Cuma


Blogu takip eden arkadaşlarımın çoğu dört yıldır yoga yaptığımı bilirler. Hatta bazıları nasıl başladığımı da bilirler:))) Aralarında benden çok daha disiplinli olup eğitmenliklerini almış olanların sayısı da az değildir hani:) Ben mi? Ben konunun çocuklarla ilgili bölümünü düşünmeye başlayana kadar pek heyecanlı değildim aslında. Sadece dersten aldığım hazzın tadını çıkartıyordum. Fakat Ankara'dan gelen bir maille neden olmasın diye düşündüm. Oldu da! Daha önce bu konuda yazmıştım; tereddüt etmeden ve gönülden istediğiniz her şey olur. Oluyor. Olmuyorsa orada sizin gözden kaçırdığınız bir olumsuzluk mutlaka vardır. Buna gerçekten inanıyorum.
Sonuç olarak yolun başındayım. Güzel bir ashramımız, harika kartvizitlerimiz, bol bol da eş dost var. Şimdi sıra annelere ne yapmaya niyetli olduğumuzu anlatabilmekte... Bu yüzden C.tesi günü özellikle çocuklarınızla birlikte bekliyoruz. Onları piano çalmaya, basket oynamaya ve daha pek çok aktiviteye götürmüyor musunuz? Belki bunu da denemek lazım? Aşağıdaki adresten rezervasyon yaptırabilir ve bize nasıl ulaşacağınızı öğrenebilirsiniz. En kötü ihtimalle deneyimlemiş olursunuz:)

25 Mart 2010 Perşembe

ARABIN DERDİ KIRMIZI PABUÇ!


C.tesi Ankara'dan Aylin Tokcan geliyor. Aklımın fikrimin C.tesi gününde olması lazım di mi? Hem sadece Aylin Hoca değil, Konya'dan da Celaleddin Dedem, Adnan ve Banu geliyorlar. Bunların hepsi çok sevindirici ve heyecan verici elbette; YOGA , SEMA, SOHBET, NEY... Yani olmalı. Ama sakinim, manyakça sakinim. Ayarım bozuk benim, zira ya çok sakinim ya da paniklemiş halde mızmızlanıyorum! Zavallı Sir...


Neyse, teyzemin moralsizliği, annemin geçEmeyen gribi, ahiretliğimin öldürücü iş stresi ve Burhan'ın hala Ankara'dan dönmemiş olması da cabası! BURHAN YETER ARTIK!!!


Hala alınmamış Budapeşte biletim, sonbahar için Londra'ya gitme hayallerim de öylece duruyorlar masamın üzerinde...Okunacak kitaplar, yazılacak yazılar... Ne mi yapıyorum, google sayesinde İskoçya ve İtalya arasında geziyorum!

Karar vermeye çalışıyorum; whisky mi, şarap mı? Akdeniz mi, Kuzey Denizi mi? İskoç bisküvileri mi yoksa tiramisu mu? Vallahi bilemedim... Hani param olsa gam yemeyeceğim ya, nereden takıldım ki ben şimdi buna!!!!

24 Mart 2010 Çarşamba


Her gün bir yerden göçmek ne iyi,

Her gün bir yere konmak ne güzel

Bulanmadan,donmadan akmak ne hoş,

Dünle beraber gitti cancağızım;

Ne kadar söz varsa düne ait,

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

Hz. Mevlana

23 Mart 2010 Salı

HAFTA SONU PAY GÜNÜNE DAVETLİSİNİZ!


ÇOCUKLARDAN ÖĞRENEBİLECEK ÜÇ ŞEY:
Nedensiz yere mutlu olabilmek.
Her zaman meşgul olabilecek bir şey bulmak.
Elde etmek istediği şey için tüm gücüyle mücadele vermek.
Paulo Coelho
http://www.gurudwaraashram.com/ adresinden 27 mart 2010 tarihinde ashramımızda yapılacak olan tüm etkinliklerin saatlerine ulaşabilir ve ücretsiz olarak katılabilirsiniz. Özellikle "çocuk yogası" nedir, ne değildir merak edenler için sevgili hocam Aylin Tokcan da bizimle olacak. Sadece oyun oynamaya bile gelebilirsiniz! Tabii rezervasyon yaptırmayı unutmamak kaydıyla:))

18 Mart 2010 Perşembe

KORKUMLA BİR VE BÜTÜN OLMAK ÜZERİNE

Hayat tam da olması gerektiği gibi devam ederken, bütünü kaçırıp detaylara boğulduğumda, eskiden hiç farkına varamazdım. Sanki hayatı, hayat yapan şey o takılıp kaldığım ayrıntılardı... Ne hata ama ! Ne derinnnn uyku! Çok okuyanı, güzel konuşanı da adam sayardım. Al sana bir uçsuz bucaksız aldanış daha! İyiliği sorgulamaz, zarar da görsem "ama iyiliğim için yaptı" cümlesini dilime dolardım...
Her şeyin an be an değiştiğini görmem o kadar uzun bir zaman aldı ki... Gördün de ne oldu diye sorana da cevabım yok aslında. Henüz bir şey olmuş değil. Hala sinirlenebiliyorum, hala istemediğim bir durum karşısında sesimin tonuna hakim değilim ve hala olmayı hayal ettiğim insandan epeyce uzağım... Tek tesellim ise artık onu hayal edebiliyor olmak.

Koskocaman ve içinde kızgınlık, kırgınlık, çaresizlik ve hatta ölüm de dahil pek çok şey olan uzun bir günün sonunda eski bir tanıdığın, kılı bile kımıldamadan suratınıza bakıp sahte bir tebessümle sırıtması karşısında sakin kalmak ne kadar zor bilir misiniz? Zor ama başarılmaz değil. Eğer dün akşam ashramda bunu başardıysam, bir gün bu durumu olduğu gibi kabul etmeyi de başaracağım demektir. Herkesin hayatı istediği gibi algılama ve yaşama hakkı olduğuna göre ben kim olarak birinin zavallılığı karşısında kırılacağım ki? Hem kim ki zavallı? Bu da tartışılır. Zavallılık sahte tebessümün sahibinin mi, yoksa bu gülüşü bir zamanlar dostluk zannederek gaflete düşmüş olanın mı? Hepsi ve aynı zamanda hiç biri. Yaşanmış ve bitmiş onlarca hikayeden biri sadece... Olması gerekenden daha önemli değil.

Sizin hiç elinizdeki iş mayalana mayalana büyüyüp, kabarıp, yoğurabileceğinizden büyük hale geldi mi? Hadi keyifli bir mutfak çalışması olsun diye kurabiye pişirmeye girip, sonra kollarınız ağrıyarak çıktığınız oldu mu mutfaktan? Ben dün bunu hissettim. Önümdeki hamuru iki elimle kavrayıp, yoğurabileceğim miktarda tutmam gerektiğini anladım... Daha fazla kırıcı olmadan mutfaktaki yamaklara izin verdim, evlerine yolladım. Zira biraz daha benimle mutfakta kalırlarsa sırf kurabiyeleri tepsiye dizdikleri için kendilerini aşçı zannetmeye başlayacaklardı. Kendilerince süslemeye, paktlemeye girişeceklerdi kurabiyelerimi. Buna izin veremezdim...

Benim mutfağım, hayatım herkese açık, yeter ki gelen nerede duracağını bilsin. Elimdeki hamurdan alıp kendi kurabiyelerini yapmak isteyene işte tepsi. Ama benimkilerden uzak durulsun lütfen!

Dün hocamın odasında öfkeden delirmiş bir şekilde kendimi içine soktuğum durumdan nasıl kurtulacağımı sorarken, çok korktum. Huzurumu kaybetmekten, içimdeki tahammülsüz tarafı beslemekten korktum. Kimin ne düşündüğü, ne hissettiği zerre kadar umurumda değildi. O an kendimde hissettiğim şeyi hiç sevmedim ve sevmediğim parçamı besleyen bastırılmış öfkenin gücünden korktum. Yüzümdeki gerginlikten, beynimdeki ağrıdan korktum. Bir gün tıpkı kuzenim gibi hiç beklenmedik bir anda ölmekten değil, o ana geldiğimde hala kendimi ifade edememiş, içimdeki arayışı tamamlayamamış olmaktan, bir tek insanla dahi yakiiin olmayı becerememiş olmaktan, etrafımdaki sahte gülüşlere olgunlukla, sevgiyle bakabilecek noktaya yaklaşamamış olarak göçüp gitmekten, eksiklikten deliler gibi korktum!

Gece yatağıma uzandım. Korkumun gözlerine baktığımı hayal ettim. Dik dik değil, tehdit edercesine değil, anlamak isteyerek baktım. İçinde neler var görmek isteyerek baktım. Sağ köşede hayal kırıklıkları vardı; üst üste dizilmiş kocaman gri bir kuleydiler. Solda vazgeçilmiş zamanlar uzanıyordu. Sonunu göremediğim için yine uzaklaştım onlardan. Ölüler vardı tavanda, hala hayatta olan ve sevdiğim insanlara yeteri kadar sarılamamanın, yeteri kadar güzel söz söyleyememenin derin çukuru da tam ortadaydı... Kızgınlıklar ve öfkeler duvar diplerine sıralanmış, tırnaklarını kemiriyorlardı!

Dün gece korkumun gözlerinden içeri girdim. Uykuya geçmeden evvel korkumla bir ve bütün olmayı diledim. Onu içimde eritecek kadar güçlü olacağım güne inanarak yattım. Bu sabah daha iyiyim:)


17 Mart 2010 Çarşamba

YAKINLIK....



....Bu durumda, sadece masken ilişki kurar, sen değil.Böyle bir şey olduğunda, ilişkide dört kişi bulunur, iki değil. İki sahte kişi buluşmaya devam eder, iki gerçek kişinin arasında dünyalar kadar mesafe kalır.Risk vardır; sen gerçek olduğun zaman, bu ilişkinin gerçekliği, sahiciliği anlayabileceği, bu ilişkinin fırtınayla yüzleşecek kadar güçlü olduğu garanti değil. Böyle bir risk bulunuyor ve bu yüzden insanlar çok, çok korunaklı davranıyor. Söylenmesi gerekenler söyleniyor, yapılması gerekenler yapılıyor; sevgi görev gibi bir şeye dönüşüyor. Ama gerçek, aç kalmaya devam ediyor, özün beslenemiyor. Özün, gün geçtikçe daha kederli bir hale geliyor. Kişiliğin yalanları, öz için, ruh için çok ağır bir yüktür. Risk gerçekten var, hiçbir şeyin garantisi yok, ama ben diyorum ki, o riske girmeye değer. En fazlası, ilişki parçalanır; en fazlası. Ama ayrı ve gerçek olmak, sahte ve birlikte olmaktan daha iyidir, çünkü başka türlü mutlu olamazsın. Huzur bulamazsın. Açlığın ve susuzluğun devam eder, sürünmeye devam edersin, bir mucize olmasını beklersin. Mucizenin olması için, senin bir şey yapman gerekiyor, o da şu: Gerçek olmaya başla.İlişkinin belki yeterince güçlü olmaması ve buna dayanmayabileceği — bazen gerçeğe dayanmak zordur — riskine rağmen. Ama o zaman bu ilişki de sürdürülmeye değmez demektir. Bu sınavdan geçmesi gerekir. Gerçek için her riske gir; yoksa mutlu olamazsın. Bir sürü şey yaparsın, ama gerçekte sana hiçbir şey olmaz. Hareket halindesindir, ama hiçbir yere varmazsın. Bütüne baktığında her şey saçmadır. Karnın açken, nefis yemek hayalleri kurmak gibidir bu. Ama hayal, hayaldir; gerçek değil. Sahte yemeği yiyemezsin. Bazen kendini kandırabilirsin, hayal dünyasında yaşayabilirsin, ama rüya sana hiçbir şey veremez. Senden çok şey alır, ama karşılığında sana bir şey vermez. Sahte bir kişilik kullanarak geçirdiğin bütün zaman boşa harcanır, sana asla geri dönmez.O dakikalar gerçek olabilirdi, sahici olabilirdi. Tek bir an sahici olmak bile, hayat boyu sahte yaşamaktan iyidir. O yüzden, korkma. Aklın sana kendini ve diğerini kollamanı, kendini korumanı söylemeye devam edecektir. Milyonlarca insan öyle yaşıyor.
’ Freud son günlerindeyken, bir arkadaşına yazdığı mektupta, hayatı boyunca yaptığı gözlemlere göre — ve gerçekten gözlemişti insanları; başka hiç kimse onun kadar ısrarla ve bilimsel olarak gözlem yapmamıştır — şu sonucun kaçınılmaz olduğunu söylemiş: İnsanlar yalansız yaşayamıyor. Gerçek tehlikeli. Yalanlarsa lezzetli, ama sahte. Sevgiline tatlı saçmalıklar söylemeye devam ediyorsun, o da sana tatlı saçmalıklar söylemeye devam ediyor. Ve bu arada hayat elinden kayıp gidiyor, herkes ölüme giderek daha çok yaklaşıyor.’ Ölüm gelmeden önce, unutma: Ölüm gelmeden önce sevgi yaşanmalıdır. Aksi halde boşuna yaşarsın, tüm hayatın boş bir çöl olur. Ölüm gelmeden önce, sevgiyi yaşadığına emin ol. Ama bu, ancak gerçekle mümkündür. O yüzden, gerçek ol. Gerçek için her riske gir, ama gerçeği hiçbir şey için riske atma. Şunun hayatındaki temel kural olmasına izin ver: Kendimi, hayatımı riske atmam gerekse de, gerçeği hiçbir şey için riske atmayacağım. O zaman, muhteşem bir mutluluk senin olacak, hayal bile edemediğin zenginlikler üzerine yağacak. Gerçek olduğunda, başka her şey mümkün olur. Sahte olduğunda; sadece bir örtü, boyanmış bir şey, bir maske olduğunda; hiçbir şey mümkün olmaz. Çünkü sahtelikte ancak sahtelik mümkündür, gerçeklikte de ancak gerçeklik. Sorunu anlayabiliyorum, sevgililerin problemini, derinlerde taşıdıkları korkuyu. İlişkinin gerçeği kaldıracak kadar güçlü olup olmadığından şüpheleniyorlar. Ama bunu önceden nasıl bilebilirsin? Bu önceden bilinemez. Bunu bilmek için, içine girmek gerekir. Evinin içinde otururken, dışarıdaki fırtınaya dayanıp dayanmayacağını nasıl bilebilirsin? Fırtınaya hiç girmedin. Git ve gör! Deneme ve yanılma, tek yoldur. Git ve gör; belki yenilgiye uğrarsın, ama yenilginin içinde bile, şimdi olduğundan daha güçlü olursun. Eğer bir deneyimde yenilgiye uğrarsan, bir daha, bir daha dene, ve yavaş yavaş, fırtınanın içinden geçme deneyimi seni daha, daha daha güçlü yapar. Bir gün gelir, insan fırtınanın içinde olmaktan mutluluk duyar, fırtınada dans etmeye başlar. O zaman fırtına düşman değildir artık; o da bir fırsattır, var olmak için çılgınca bir fırsat.
Unutma, var olmak asla rahatça olmaz, aksi halde herkesin başına gelirdi. Unutma, var olmak kolayca olamaz, aksi halde herkes ona sahip olurdu. Var olmak sadece riske girdiğin zaman olur, tehlikeye girdiğin zaman. Ve sevgi en büyük tehlikedir. Seni bütün olarak ister. O zaman korkma, gir içine. Eğer ilişki, gerçeğe dayanabilirse, bu harika olur. Eğer dayanamaz ve ölürse, bu da iyidir çünkü sahte bir ilişki bitmiştir ve şimdi başka bir ilişkiye girmen mümkündür; daha gerçek, daha sağlam, özüne daha çok yaklaşabileceğin bir ilişkiye. Ama unutma, sahtelik bir şey kazandırmaz; kazandırırmış gibi görünür, ama kazandırmaz. Sadece gerçek kazandırır; ve başlangıçta kazandıracakmış gibi görünmez. Sanki her şeyi yok edecekmiş gibi görünür. Eğer dışardan bakarsan, gerçek çok tehlikeli görünür, korkunç görünür. Ama bu, dışardan görünen manzaradır. İçine girersen, gerçek, güzel olan tek şeydir. Bir kere onun tadını çıkarmaya başlayınca, daha fazlasını, daha fazlasını istersin, çünkü sana mutluluk verir. Hiç izledin mi? Yabancılarla birlikteyken gerçek olmak daha kolaydır. Trende yolculuk yapan insan, yabancılarla konuşmaya başlar, arkadaşlarıyla yapamadığı şeyleri yapmaya başlar, çünkü bir yabancıyla birlikteyken, başka şeylerin önemi yoktur. Yarım saat sonra ineceğin istasyona varıp inersin; unutursun, ve o da senin dediklerini unutur. Ne söylemiş olduğunun önemi yoktur. Yabancıyla hiçbir risk yoktur. Yabancılarla konuşurken, insan daha gerçektir, kalbini açar. Ama arkadaşlarınla, akrabalarınla konuşurken — baba, anne, eş, kardeş — bilinçaltında derin bir korku vardır. “Bunu söyleme, incinebilir. Bunu yapma, hoşlanmaz. Böyle yapma, baban yaşlı, şok olabilir.” İnsan kontrol halindedir. Yavaş yavaş, gerçek, varlığının en ücra köşesine atılır ve sahtelik konusunda çok kurnaz bir hale gelirsin. Dudaklarına yerleşen sahte gülüşü takınmaya devam edersin. Hiçbir anlama gelmeyen iyi şeyler söylemeye devam edersin. Sevgilinden ya da babandan sıkılmış durumdasındır ama dersin ki “Seni gördüğüm için çok mutluyum!” Ve bütün varlığın o anda şöyle demektedir: “Git başımdan!” Ama söylediklerinle rol yaparsın. Onlar da aynı şeyi yapar; kimse ne olduğunun farkında değildir, çünkü herkes aynı gemidedir. Dindar bir insan, bu gemiden çıkıp, hayatını riske atan insandır. “Ya gerçek olurum ya da hiç olmam. Asla sahte olmayacağım.” diyen insandır. Risk ne olursa olsun dene, sahteliğe devam etme. İlişki yeterince güçlü olabilir. Gerçeğe dayanabilir. O zaman bu ilişki çok güzel olur. Sevdiğin insanla bile gerçek olamazsan, nerde gerçek olacaksın? Nerede? Seni sevdiğini düşündüğün insanla da gerçek olamazsan, onunlayken bile gerçeği açıklamaya korkuyor ve saklanıyorsan, tamamen özgür olabileceğin bir yeri nerde bulacaksın? Sevginin anlamı budur, hiç değilse bir insanın yanında tamamen çıplak olabilmek. Seni seviyor, o halde seni yanlış anlamaz. Seni seviyor, o zaman korku ortadan kalkabilir. Her şeyi açığa vurabilirsin. Bütün kapıları açabilirsin, diğerini içeri davet edebilirsin. Diğerinin varoluşunu paylaşabilirsin.Sevgi paylaşmaktır, o yüzden, hiç değilse sevgilinle birlikteyken sahte olma. Sana herkesin ortasına çık ve gerçek ol demiyorum. Çünkü bu, şu anda gereksiz problemlere yol açar. Ama önce sevgilinle başla, sonra ailenle devam et, sonra daha uzağındaki insanlarla. Yavaş yavaş anlarsın, gerçek olmak o kadar güzeldir ki, onun uğruna her şeyi kaybetmeyi göze alabilirsin. Ve sonra istediğin yerde yapabilirsin bunu; gerçek, senin yaşam biçimin olur. Sevginin alfabesi, yani gerçek, önce sana çok yakın olanlarla öğrenilmelidir, çünkü onlar anlayabilir.

13 Mart 2010 Cumartesi

LEYLA'DAN MEVLAYA GİDERKEN...


ELLERİNİ MUDRA YAPIP, GÖZLERİNİ KAPATAN ŞU MİNİCİK YARATIK BANA EN TÜKÜRÜKLÜSÜNDEN ÖPÜCÜK VERİYOR YA, BÜTÜN GÜN NE YAŞADIĞIMIN HİÇ BİR ANLAMI KALMIYOR.
BENİM BİR ADAMA SADIK KALMAMIN, DAHA DOĞRUSU AŞIK KALMAMIN TEK YOLU DA BU: BANA BİR BEBEK VERECEK. YA DA TOPKAPI SARAYINI ALACAK! YOKSA AŞK ÇOK ZOR:)))

12 Mart 2010 Cuma

İSTANBUL

Geçtiğimiz yılın Nisan ayından beri olabildiğince geziyorum. Kendime para babası bir sevgili bulamadığım için de genellikle İstanbul'da geziyorum. Fakat her günün sonunda anlıyorum ki "şer gibi görünen, hayır olabilir..." Niye derseniz, İstanbul inanılmaz bir şehir. Aynı sokaktan on kere geç, on farklı manzarayla karşılaşırsın! Bu kadarına da pes dersin!

Hep lafta kalan pek çok cümleyi bu şehri gezerken hayata taşıdığımı hissediyorum. Hatta ilginçtir, gördüklerimin çoğu üzüntü verdiği için olsa gerek, bazen bunları anlatacak olmaktan fena halde rahatsızlık duyuyorum. Yine de ciddi anlamda zenginleştiğimi hissediyorum. İçi peynir dolu bir çuvalda delik açmış fare misali, azar azar, zevkle, yalana yalana haz alıyorum İstanbul'dan!

Bir şehir sizi ne kadar şaşırtabilirse o kadar şaşırtır İstanbul. Ama her şey onun hangi yüzüyle dans ettiğinize göre değişir... Yanınıza kalbinizi almadan sadece paranızla gezerseniz başkadır bu şehir, elinizde kitapla gezerseniz başka... Hayaller kurarak gezerseniz ayrı şarkı söyler, hayalin kendisi olarak gezerseniz uçurur!

Atlı karınca gibidir İstanbul, bin bir yüzüyle size kucak açar. Kesinlikle dişidir bu şehir, hem de en tehlikelisinden! Ve inanın özellikle az parayla tadına varırsınız İstanbul'un. Çok para sizi sokakların kokusundan uzaklaştırır, esnaf lokantalarının tadına bakamazsınız... Pahalı kıyafetlerinizle halkın arasına karışıp sohbete dalamazsınız... Gözü ayakkabılarınıza takılan biriyle "bir zamanlar Balat..." diye başlayan sohbetlerde eriyemezsiniz.

Üzerinizdeki çulu çaputu atın, bir kot, bir kazak, rahat ayakkabılar, akbil ve elli lira ile şehir sizin! Verdiğiniz kadar alırsınız bunu da unutmayın. İstanbul takasta ruh isteyecektir, eğer sizde ruh yoksa değil elli lira, iki çuval altına bile uzatmaz elini! Bir ömür sadece gözlerine bakarsınız, rüyalarınızda...

11 Mart 2010 Perşembe

BİR KİŞİYE ANLATILAN HİKAYELER...

Fotoğrafta gördüğünüz yer Bodrum/Gümbet'deki şehir mezarlığıdır. Bodrum'u Bodrum yapan pek çok değerli insan orada yatar. Şimdi size tek tek isimlerini saysam ne fayda... Olsa olsa Cevat Şakir Kabaağaçlı'yı tanırsınız. Onu da muhtemelen Halikarnas Balıkçısı dersem tanırsınız...

Babamı buraya gömmüş olmayı çok isterdim. Aslında gömmemiş olmayı isterdim ya, illa da gömülecekse burası olabilseydi keşke... Doktor Alim Amca buradadır. Rahmetli kayınpederim Mein Akman... Ve hatta Pamuk Prenses'in babası da buradadır. Dediğim gibi, o ölüleri tanımazsınız siz, ne yazık ki diriyken de tanışma şansını kaçırdınız...

Ben en çok Balıkçıyı tanıyamadığıma üzülürüm. Onunla ilgili hikayeleri Hamdiye nineden ve Sina* amcadan dinlemişimdir ama yine de çok üzülürüm bizzat "merhaba" diyemediğime.. Ona olan hayranlığımı bildiği hissi içimde çok güçlüdür. Mesela bir ziyaretimde bana nergis vermişti. Mezarında bir tek nergis vardı ve sanki benim için çıkmıştı!

Balıkçıyı severim çünkü hikayelerinin tamamı hayata aittir. Hep yaşayan hikayelerdir. Hayattan ödünç alınmış hikayeler... Ve bu yüzden gerçektirler. Aslında Balıkçı, başkalarının hikayelerinde kendi kalp ağrısını anlatır inceden inceden. Zaten onun içindeki sürgünün yanında kaleye sürgün edilişinin hikayesi nedir ki? Kalbindeki vurgunu değil, süngercilerin vurgununu, içindeki derinliği değil, Arşipel'in lacivert sularını anlatır kendi dilinde..

Öldüğünde ben üç aylıkmışım. Babam Kale Caddesi'ne kadar uzanan yollara dükkandan halılar vermiş, serilsin diye... Camiiden taşan cemaat babamın halılarının üzerinde namaz kılmış. Balıkçının tabutu o halıların üzerinde taşınmış limana. Muhtemelen aynı saatlerde ben evde uyuyordum.

Şimdi Harun** onun hayatını anlatan bir film çekiyor ve bu beni çok heyecanlandırıyor çünkü Harun da bir şövalye bence. Kendi dilince köyünü, kalbindeki kırıklıkları anlatan cesur bir adam... Ve muhtemelen bu filminde de hikaye bize, sadece Bodrum çocuklarına bir şey ifade edecek. Diğerleri oyunculuğa, kameraya ve daha pek çok teknik detaya takılarak özü kaçıracaklar..

Hayatta en çok istediğim şey bir tek kişiye hikaye anlatmak. Cevat Şakir, J. Winterson ve Gigi gibi.. O bir tek kişide kendimi, kendime anlatmak....

* Kabaağaçlı balıkçının oğludur. Uzun yıllar İstanbul Üniversitesi'nde Latin Dili ve Edebiyatı Bölümü hocalarındandı rahmetli....

** Özakıncı. Hadigari Cumhur'u çekmişti geçen yıllarda.

8 Mart 2010 Pazartesi

SAPANCA'DA SİS VE KAR VAR BU SABAH

JoA'nın, elinin tersiyle masasının üzerinde ne var ne yoksa temizlemek istediğini anlatan, öfke nöbetinden ziyade çaresizlik ve yorgunluk krizine benzeyen ruh hali nedense çok tanıdık geldi.
Ben henüz eşyalara zarar verme aşamasında değilim ama zaman zaman bunu şiddetle istediğimi de inkar etmiyorum. Bazen salondaki kristalleri tek tek balkondan aşağıya yolladığımı hayal ediyorum. O görüntü bile epeyce iyi geliyor. Deli falan da değilim. Tescilli deli olan dünya tatlısı bir şair arkadaşım "o çizgiyi geçtiğin an zaten sormazsın ki deli miyim diye" demişti. Aşk gibi işte, gerçekten aşık olsam, olsaydım sorar mıydım kendime acaba diye? Ya da gerçekten aşık olsaydı bu kadar matematik yapar mıydı benim duygularım ve hayatının geri kalanının garantide olması üzerine? Bu kadar bocalar mıydı ben ve diğer her şey ve herkes arasında? Neyse konu aşk değil bu sabah, hayata dair karışık duygular... Bizi uyutmayan, düğüm düğüm içimizi kilitleyen duygu ve düşünceler... Düşüncelerim.

Sapanca'da uyanmak ve uyandığımda bütün gölü ve dağları kaplayan sisle karşılaşmak içimi ürpertti. Yatağa döndüm ve yorganın altına saklandım. Saat daha 6 bile olmamıştı. Neden kalkacaktım ki? Oysa Pazar günü yapacağım Eyüp, Fener & Balat rotasını tekrar etmem gerekiyordu. Derginin yazısı yetişmeliydi ve kartvizitlerim için Hakan'ın beklediği resmi tarayıp göndermeliydim vs vs vs. Ama 8'e kadar saklandım. Abuk subuk rüyalarla, uyanık olmak arasında çırpınmaktan sıkılınca da kalktım.

Bazen hayatı bildik anlamda yani öğretilen düzende yoluna sokmaya çalışmak çok yorucu geliyor. Oysa tam tersini başardığımda, daha verimli çalıştığımı, daha mutlu hissettiğimi de gayet iyi biliyorum. Bu yüzden Londra günlerimi özlüyorum. Bu yüzden Külkedisi ile yaşarken yakaladığımız rutinde çok iyi hissetmiştim. Ve yine bu yüzden Yalıkavak'da kızlarla yatıp yuvarlana geçirdiğim bir hafta acayip iyi gelmişti... Sanırım Momo'yu bu kadar sevmemin altında yatan sebep de bu; içini dinleyerek yaşama anları.

İnsanın kendisi için doğru olanı sezmesi ama onu hayata geçirecek gücü toparlamakta zorlanması inanılmaz bir çelişki. Beynimi ikna etmekle harcadığım zaman beni bir yere götürmedi. Geldiğim nokta ortada işte. Hala da başarısızım kendimi ifade etmekte. Momo'nun çöpçü arkadaşı gibi yapmak lazım hayatta; bir süpürge, bir nefes..... Yoksa soluk soluğa yığılıp kalcağız bir köşede.

İnsan, neye ihtiyacı varsa onu öğretirmiş diğerlerine, ya da neyi öğrenmeye ihtiyacı varsa bazen tam zıddı ile gelirmiş ders hayatta. Şimdi İstanbul'u anlatıyorum insanlara. Ben ne kadar biliyorum diye sorarsanız, sadece öğrenciyim. Hevesli, heyecanlı bir öğrenci. Ve çocuklara yoga yaptırıyorum. Daha çok yeniyim bu işte. Fakat onlarla oynarken, hoplayıp zıplarken yüreğimdeki düğümlerin çözüleceğine ve gün gelip aklımı kullanmadan sadece kalbimle yaşayabileceğime inanıyorum. Beni hayatta tutan sağı solu kırıp geçirmemi engelleyen de sadece bu inanç. Bir gün yeniden en saf halime yaklaşabilmek...

Bu sabah sisten neden bu kadar korktuğumu düşündüm. Dalışı bırakma sebebim geldi aklıma. Belirsizliğe dayanamıyorum. Belirsizlik üzerine aklımın yazdığı senaryolarla kalbimin devre dışı kaldığı durumlara dayanamıyorum. Hala teslimiyetin T'sindeyim!

Sapanca'daki sis dağılınca gördüğüm kar manzarası gibi bir sabah içimdeki saf ve gerçek duyguları görmeyi umuyorum: Aslında kimi sevdiğimi, kim olduğumu, nereye gitmek istediğimi, gerçek dileklerimi...

Şimdi Kerubim için çalışmam lazım.

7 Mart 2010 Pazar

MOMO


Mesnevi’yi henüz okumaya başlamadığım zamanlarda kafamı en çok karıştıran iki konu hakkında harika hikayeler anlatan bir yazarla tanışmıştım. Bu tanışma tam on beş yıl önceydi. Yazar, aşk ve zaman konularını sınır tanımadan işliyordu. Aslında zaman yoktu. Sadece içimizden geçen, yüreğimizle çalışan bir algı vardı… Aşkın da yaşı, medeni hali, cinsiyeti ve hatta yüz yılı yoktu! Ama bu elbette Janette Winterson kitaplarından birini tanırken anlatacağım bir konu.

Momo’ya dönersek, bu kitap, o çok sevdiğim yazarın edebi üslubuna hiçbir yakınlık göstermemekle beraber aynı konulara yoğunlaşıyor: Aşk ve zaman! Ki bence birer ölümlü olarak asıl farkına varmamız gereken öncelikli iki şey de "aşk" ve "zaman".

Kitap eski bir İrlanda çocuk şarkısıyla başlıyor:

Karanlıkta ışığın parlıyor,
Nereden geliyor bilmiyorum.
Çok yakındaymış gibi görünüyor.
Oysa o kadar uzak ki.
Ne olursan ol;
Parla, parla küçük yıldız!

Kitabın her bölümünde bizi konuya hazırlayan tek cümlelik epigraflar gerçekten çok etkileyici, mesela; “Çok kişiye anlatılan öyküler ve tek bir kişiye anlatılan öyküler…” gibi.

Bilginin ve farkındalığın en umulmadık yerde olabileceğini açıkça anımsatan ve hayatın nasıl yaşanması gerektiğine dair olmak için uğraşmadan, sadece olan çöpçü Beppo ve “gerçek nedir?” sorusunu kafamızda bir kez daha dolaştırmamıza neden olan hayal gücü inanılmaz gelişmiş turist rehberi Gigi…Ve tabii kendi hayatımızda da pek çok yakın akrabasıyla iletişim halinde olduğumuz duvarcı, berber ve meyhaneci. Onların hikayelerini ve değişimlerini okurken bakalım siz kimleri sobeleyeceksiniz?

Momo’nun maceraları ve yüreğinin büyüklüğü sizi kendi içinizdeki saat çiçeklerine götürecek. Bu büyülü çiçeklerin aslında olduğunu zannettiğiniz yerde olup olmadığını sormanız bile bence Momo’nun amacına ulaştığını gösterecek. Çünkü Hora Usta ve Momo gibi niceleri ( Mevlana, Osho, Buddha… ) sadece bizim için savaştılar duman adamlarla. Onlar olmasaydı zamanı algılamak için yüreğimizle hayata katılmamız gerektiğini, aksi durumda düzgün çarpan ama kör ve sağır bir yürekle yaşayıp, duman adamlara yenileceğimizi nasıl anımsardık?

Momo’yu okurken yaşamak diye burnumuza dayatılan pek çok şeyin, gerçek anlamda yaşamaktan nasıl da çaldığını üzülerek ve aynı zamanda şaşkınlıkla bir kez daha fark edecekesiniz:) Zamanı biriktiremezsiniz, sadece yüreğinizi ortaya koyarak ve hakkını vererek, anda olarak, tadına varabilirsiniz….

Momo ve Gigi’nin sıradışı aşkı, Kassiopea’nın yoldaşlığı, inancın gücü ve daha pek çok unutturulmaya çalışılan gerçekler üzerine inanılmaz bir kurgu. Kurgu mu? Bence gerçek! Momo hala yaşıyor :)

6 Mart 2010 Cumartesi

SAPANCA YİNE!


Dışarıda yağmur, evde miss gibi şömine. Karnım tok. Müzik şahane. Sapanca'da keyifte olduğum için C.tesi günü çalışan, İstanbul'da kalabalıkta sıkışan tüm dostlarımdan özür dilerim.... Borcumu Momo hakkında yazarak ödeyeceğim. Ama yarın:)

3 Mart 2010 Çarşamba

MOMO'YU PAYLAŞAMAMAK...


Paylaşamadıklarımızın listesini yapsam bu saatten sonra çok anlamsız olurdu değil mi? Ama inan Momo'yu da eklerdim. Ne güzel bir hikaye inanamazsın.

Senin çocukluğunu dizlerime yatırıp, saçlarını okşaya okşaya okumak isterdim Gigi'nin masallarını.... Sonra da elimi uzatıp yüreğindeki düğümü çözmek isterdim... Ama ben Momo değilim ve senin bir yüreğin yok...

2 Mart 2010 Salı

KERUBİM


Düşünüyorum düşünüyorum ama bir türlü işin içinden çıkamıyorum:)

1 Mart 2010 Pazartesi

KEJE


Az evvel televizyonda Mahsun Kırmızıgül'ün filmini izledim. İşin açıkcası Eşkiya'dan sonra bu kadar ağlayarak seyrettiğim nadir filmlerden biri oldu Güneşi Gördüm. Fakat filmden çok 1998 senesinde bizzat o insanlarla tanışmış, o topraklara basmış ve sonra hepsini, tüm gördüklerimi iki yıl içinde tamamen unutmuş olmama ağladım. Eşşekliğime, hafızamın zayıflığına ağladım.


1998 Haziran ayında İstanbul'dan Van'a uçarken ardımda bana küs bir aile bırakmıştım. Başta annem olmak üzere tüm ailem gitmeme karşı çıkmıştı. Ama gittim. Şimdi geriye dönüp baktığımda, Otuz iki Virajlar'da, bir daha sevdiğim hiç kimseyi kimseyi göremeyeceğimi düşündüğüm an da dahil olmak üzere hiç bir dakikasından pişman olmadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Gitmeseydim bilemezdim... Gitmeseydim oralar benim için hep "uzak ülke" olarak kalırdı... Oradakiler de hep "öteki" olurdu...


Hakkari'deki Demir Çağı toplu mezarını kazarken, masmavi gözleriyle bana her sabah gülümseyen dedeyle tanışmadığım hayat eksik olurdu. Onun bana verdiği isim olmasaydı varlığım eksik olurdu. Siz hiç, aynı dili konuşamadığınız biriyle önce kavga edip, sonra öpüştünüz mü? Ben yaptım. Önce sıkı bir azar işittim Kürtçe bilmediğim için. Sonra da otorop hüngür hüngür ağladım. Çünkü haklıydı. Aynı topraklarda birbirimizi anlamadan yaşamanın en acıklı haliydik. Bu topraklardaki trajedinin ilk kez öznesi olmuştum. Bana Keje dedi. İsim verdi. Ağlaya sarıla ayrıldık... Ondan dinleyemediğim masallar da içimde koskocaman bir yumruk gibi kaldı...


Hakkari'de her sabah Sümbül Dağı'na karşı uyandım. Onun tepesindeki karların hiç erimemesi için dua ettim. Bir gün o eşsiz çiçekleri görmeyi hayal ettim; Sümbül Dağı'nda açan çiçekleri... Her gece hamam böcekleriyle uyudum. Her Cuma ve her P.tesi İstiklal Marşı'yla titredim... Sabahları elimde fotoğraf makinemle araziye doğru yürüken, önümden geçen jeep askerlerle dolu olurdu. Ve ben gördükleri son yüz olabileceğim ihtimaline kahrolurdum.


Günlerce mezardan çıkan kemikleri temizledim. Tepemizde dolaşan helikopterlerin istikametinden ölü mü yoksa yaralı mı taşıdıklarını anlamayı öğrendim. Hayatımda ilk kez ölümle dans edenlerin arasında nefes aldım. Sonra mı? Önce kitaplar yolladım onlara, sonra kıyafetler toplayıp koliledim... Ve unuttum!


Oysa Otuz iki Virajlar'da korkudan buz gibi olmuştu ellerim. Yol boyu dizilmiş panzerler yaş olup, zehir gibi akmıştı gözlerimden. Zap Suyu üzerindeki asma köprüde sallanırken "bir daha bu deli suyu kimbilir ne zaman görürüm?" demiştim ama hiç geri dönmedim...


Van'a ulaştığımızda yan yana dizilmiş odacıklardan oluşan garip bir yerden anneme telefon açtığımda ağlamaktan konuşamadığımı hatırlıyorum. Hatırlıyorum da neye yarıyor? Orada hala birileri ölüyor. Benden sonra kaç tavuk çiftliği yandı kimbilir? Kaç inek daha mayınla havaya uçup, kaç ev sütsüz, peynirsiz kaldı... Kaç kişinin burnu, kulağı kesildi...


Bu gece filmi izlerken çok ağladım. Çok utandım. Hafızamdan bu güzel insanları ve onlara yapılanları sildiğim için vicdan azabından deliler gibi ağladım. Elbette yüreğim temizlenmedi. Sıcacık evimde, karnım tok ve keyif içinde yaşıyor olmaktan çok utandım. Üzüntü sandığım ve şımarıklık ettiğim tüm anlardan, yeni kitaplarımdan ve ayakkabılarımdan... Kullandığım parfümden ve her şeyden çok çok utandım...


Bana verilen adı yıllar sonra hatırlamanın içimi burkan tadıyla öylece kalakaldım...