Artık dinlenmem lazım. Yoksa "aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa" diye bağıracağım. Sevgili Leydi Agi'nin doğum günü kutlamaları vesilesiye Üsküdar Çinili Hamam'da kurna başında saatlerce oturmayı ve sonra gazoz içip, uyumayı hayal ediyorum. İyi ki doğmuş Agi!
28 Şubat 2010 Pazar
27 Şubat 2010 Cumartesi
26 Şubat 2010 Cuma
KORKUDAN UYUYAMAYACAĞIM....
Kafam çok karışık. Bildiğim her duruşu, duruşların tüm faydalarını, oyunları, müzikleri unuttum gitti!! Deliler gibi korkuyorum. Uyuyabileceğimi de hiiiç sanmıyorum. Yukarıda çocuk yogası eğitmeni olarak adım geçiyor ama ben sanki o fotoğraftaki kadın değilim. Oysa aslında, üç tane çocuk bulsam hiç düşünmeden oyun oynamaya başlayacağımı da gayet iyi biliyorum. Belki sadece ilk ders korkusudur bu. Bilmiyorum ki.
Tirilye gezisinde de ödüm patlamıştı. Galata turunda da kalbim çıkacak zannettim. Sir bana, "hiç belli değildi" diyor ya, aslında saçımın her bir teli tir tir titriyordu korkudan!
Yarın 11.00'de dersim var. Bir yandan onlarca çocuk gelsin istiyorum, diğer yandan da ders iptal olsun diye dua ediyorum. Manyak mıyım neyim yaw?!
Ayda bir kez yetişkinlere açacağım sınıfımı. Nasıl kudurduğumuzu ve eğlendiğimizi görmek isterseniz buyrun. Fakat daha önce de belirttiğim gibi derse katılım şart! Çok çocuğa ve bol bol derse ihtiyacım var. Seyirci ise hiç lazım değil.
Ayrıca kendinin ya da eşten dosttan ödünç bir çocukla dersime katılan yetişkinlere bir hediyem de olacak :) Moralleri sıfırken nasıl gülmeye başlayabileceklerini göstereceğim! Hadi Virgilius, yapabilirsin!*
* Ay çok afedersin, uykusuzluk ve korkudan sana sataşmış gibi oldum ama bunca hukukumuz var, idare ediver lütfen:))
ÖYLESİNE BİR GÜN Kİ İÇİNDE ÖLÜM DE VAR DOĞUM DA
Dün hayatımda ilk kez Fatih Camii'ni gördüm. Meğer bizim okula ne kadar yakınmış; su kemerinin ötesi Fatih! Defalarca etrafında dolandığım ama ne hikmetse durup bakmadığım bir semt. Benim haritamda olmayan bir hayat...
Camii avlusunda her zaman olduğu gibi ailenin sık sık görüşemeyen üyeleri öpüşüp, kucaklaştı. Ağlayanların gözyaşları da bu hengamede kurudu gitti... Zaten mevsim normallerini zorlayan bir güneş vardı. Hani azıcık daha dozu kaçırsa askılı giyelebilecek kadar ısındı herkes. Tabii Fatih'in favori kıyafetinin askılı bluzlar olmadığını tahmin ediyor olmalısınız.
Dönüş yolunda dört kız vardı otobüste. En fazla yirmi yaşındaydılar. Konu modaydı. Evet evet modadan bahsediyorlardı. Yeni bir terzi varmış Fatih'de ve çok güzel çarşaf dikiyormuş. Parlak ve kırışmayan kumaşlar da varmış onda. Üstelik etek bluz giymek sıkıntılıymış. Sürekli takım haline getirmeye çalışmak dert oluyormuş. Hem bu yıl elbise modası varmış... Bir de Dubai'de ... marka sürme varmış ki, hiç akmıyormuş!
Öylece dinledim. Ulaşmaya çalıştıkları yere ulaşmalarını diledim. Zaten otobüs beş dakikada geldi Eminönü'ne ve indim. Çarşaflı kızlar da gitti hayatımdan. Ben, kendi içimdeki çarşaflı kızla kaldım. Keşke her gidenin ardından bu kadar dingin ve kabullenici olabilsem diye hayıflandım... Sızlanmam bir kaç saniye sürdü, sonra aldım içimdeki çarşaflıyı, daldım mis gibi sokaklara. Cebimdeki paraya baktım, onunla vedalaştım. Zira az sonra sadece akbilim kalacaktı ellerimde!
Eminönü'nde alışveriş yapmaya bayılıyorum. Tokalar, oyuncaklar, defterler, kahve, şeker, peynir, eşarp... Aklınıza gelebilecek her şey var burada. Ve mutlu olmak için elli lira bile yeterli.
Ne yazık ki fazla zamanım yoktu. İstemeye istemeye ayrıldım oradan ve vapura atladım. O kadar yorgundum ki ve güneş o kadar manasızca gözümün içine giriyordu ki sarayıma bile bakamadım adam gibi.
Eve geldim C.tesi sabahı anlatacağım ders için malzemelerimi ve müziği kontrol ettim. Bir ara uyuyakalmışım! Gözümü açar açmaz, hemen toparlanıp ashrama doğru yollara döküldüm. Hocamın doğum günü partisi vardı! Ve çok güzel geçti. Orada durup şarabımı içerken, geçen yıl, ashram halkına dair farkındalığımın ne kadar düşük olduğunu üzülerek fark ettim.... Çünkü Işıl'ın da doğum günüydü... Ve ben geçen yıl Işıl'ın sadece zor taraflarını görüyordum. Ne doğum günü ne de başka bir günü hiç dikkatimi çekmemişti. Oysa bu yıl birlikte seyahatlerimiz arttıkça ve birbirimizi tanıdıkça ona olan dikkatimin ne kadar değiştiğini gördüm. Tıpkı pek bir gönlümde sandığım dostlarım için aslında hiç bir anlamım olmadığı gerçeğiyle yüzleştiğim gibi... Hayat işte; birini alıp diğerini veriyor. Bize de gelene hoşgeldin, gidene güle güle demek düşüyor. Allah, bir gelip bir gidenlerden korusun yeter!
Hayat bu kadar basit galiba, bütün sır olanı olduğu gibi görebilmekte. Gördüğünü kalbinin derinliklerinde kabul edebilmekte... Yani ben böyle düşünüyorum Konya'dan döndüm döneli... Hayatta tek gerçeğin insanın kalbine dönmesi, kalbini merkez alması ve onun fısıldadıklarını dinlemesi olduğunu hissediyorum... Allah bizi öfkesi ve aşkı içinde kilitli kalanlardan olmaktan korusun!
C.tesi 11.00'de Gurudwara Ashram'da ilk dersimi veriyorum inşallah. Çocuk bulamazsam, yetişkinleri hoplatıp zıplatmayı düşünüyorum:) Yakında gülme yogası için de bir eğitmenlik arayacağım, benimle gelmek isteyen var mı? Bu hayat sahte sırıtışlarla, dudak bükerek gülmeler için çok kısa! Öfkeleri, sahte gülüşlerin ardında biriktirmeyelim. Ölmeden evvel bi kahkaha patlatmak lazım:))))) Hadi ama !!!
25 Şubat 2010 Perşembe
24 Şubat 2010 Çarşamba
MÜMKÜNSE BAHARDA ÖLSEM?
Bizim aile kış cenazelerini sever. Sevdiğim herkes kış aylarında öldü. Babam, dedem, ninem, kuzenim... Bir tek Burhan Amca harika bir Nisan sabahında sevgilisinin kollarında gitti buralardan. Resim gibi bir gündü ve ona çok yakışmıştı baharda ölmek.
Ben de kendim için bir bahar cenazesi isterim doğrusu. Erguvanlar boğazı istila etmiş ve havada taze toprak kokusu varken. Hatta mümkünse yağmur, herkesin gözyaşlarını saklamış, herkesin gönlünü tazelemişken...
Eskiden bir de camii hayalim vardı ama meshebim ve meşrebim değiştiğinden beri camii konusunda kafam karıştı. Fakat yine de boğazın kıyısındaki kırmızı camiiyi istiyorum galiba. Muse yerini biliyor:) Oradan erguvanlar öyle güzel görünüyor ki...
Cenazeme iyi giyinip gelin lütfen. Kıçınızda kot, saç baş permürde ve ağlayan yüzlerle hatırlamak istemiyorum kimseleri. İstediğiniz kadar ağlayın ama ağıt yakmayın. Cenazemde ağlayıcı kadınlar istemiyorum... Söz veriyorum kalan ömrümü çok iyi yaşayacağım ve ardımdan "çok iyi yaşadı, Allah orada huzur versin" dedirteceğim. Bu yüzden fazla üzülmeyeceksiniz. Söz veriyorum.
Sonra mutlaka Hacı Bekir'den mevlid şekeri yaptırın. İçinde gül lokumu ve karanfilli akide şekeri de olsun. Aysel'im halleder bu işleri. Zevklidir O. Bütün gece Mesnevi okunsun evimde. Beni seven herkes bir bölüm okusun bu güzel kitaptan. Bir tek Kuyumcu ve Cariye'nin masalını istemiyorum. O masala ihtiyacım kalmadı artık. Cariye gerçek sevgiliyi gördü.
Misafirlere Türk kahvesi ve nane likörü ikram edin tavuk pilavdan sonra. Helva vermeyi de ihmal etmeyin. Ah ya, ben bu helvadan yiyemeyeceğim değil mi? Heyhat!
Pe re ja kolonyalar lütfen unutulmasın. Benim evimdeki eski şişeyi kullanın. Ayrıca lütfen tabutun üzerine yeşil örtü serilmesin. Bordo olsun örtüm. Üzerinde de çifte Vav olsun sadece. Zaten ben örtüyü hazır etmiş olurum.
Sakın gömerken tabutumdan çıkartmayın beni!! Böceklerden çok korkuyorum. Ayrıca aşağıya inerken yanımda Muse, Burhan ve Prusya Kralı'nı istiyorum. Bana başka kimse dokunmasın.
23 Şubat 2010 Salı
ÜÇ HİKAYE...
1.Hikâye
Kavak Ağacı ile Kabak
Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?-On yılda, demiş kavak.-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!-Doğru, demiş kavak.Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:-Neler oluyor bana ağaç?-Ölüyorsun, demiş kavak.-Niçin?-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.
1.Ders: Çalışmadan emek harcamadan gelinen nokta başarı sayılmaz. Kolay kazanılan, kolay kaybedilir. Her işte alın teri ve emek şarttır.
2. Hikâye
En iyi Buğday
Her yıl yapılan 'en iyi buğday' yarışmasını yine aynı çiftçi kazanmıştı. Çiftçiye bu işin sırrı soruldu. Çiftçi:-Benim sırrımın cevabı, kendi buğday tohumlarımı komşularımla paylaşmakta yatıyor, dedi.-Elinizdeki kaliteli tohumları rakiplerinizle mi paylaşıyorsunuz? Ama neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorsunuz? diye sorulduğunda,-Neden olmasın, dedi çiftçi.-Bilmediğiniz bir şey var; rüzgâr olgunlaşmakta olan buğdaydan poleni alır ve tarladan tarlaya taşır. Bu nedenle, komşularımın kötü buğday yetiştirmesi demek, benim ürünümün kalitesinin de düşük olması demektir. Eğer en iyi buğdayı yetiştirmek istiyorsam, komşularımın da iyi buğdaylar yetiştirmesine yardımcı olmam gerekiyor.
2. Ders: Sevgi ve paylaşmak en yakınınızdan başlar. Sonra yayılarak devam eder. Kin, cimrilik, nefret kimsenin hoşlanacağı davranışlar değildir.
3. Hikâye
Geleceğini biliyordum.. .Savaşın en kanlı günlerinden biriydi. Asker, en iyi arkadaşının az ilerde kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Tam siperden dışarı doğru bir hamle yapacağı sırada, başka bir arkadaşı onu omzundan tutarak tekrar içeri çekti,-Delirdin mi sen? Gitmeye değer mi? Baksana delik deşik olmuş. Büyük bir ihtimalle ölmüştür. Artık onun için yapabileceğin bir şey yok. Boşuna kendi hayatını tehlikeye atma.Fakat asker onu dinlemedi ve kendisini siperden dışarıya attı. İnanılması güç bir mucize gerçekleşti, asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa geri döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Fakat cesur asker yaralı arkadaşını kurtaramamıştı. Siperdeki diğer arkadaşı;-Sana değmez demiştim. Hayatını boşu boşuna tehlikeye attın.-Değdi, dedi, gözleri dolarak, -değdi...-Nasıl değdi? Bu adam ölmüş görmüyor musun?-Yine de değdi. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim içim.Ve hıçkırarak arkadaşının son sözlerini tekrarladı:-Geleceğini biliyordum.. . Geleceğini biliyordum.. .
3. Ders: Güven vermek önemlidir. Güven duymak önemlidir. Duyulan güveni boşa çıkarmamak daha da önemlidir.
'Her sabah Afrika'da bir ceylan uyanır. En hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa öldürülecektir.Her sabah Afrika'da bir aslan uyanır. En hızlı ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa aç kalacaktır.Aslan veya ceylan olmanız fark etmez. Güneş doğduğunda koşmaya başlasanız iyi olur.' (Afrika Atasözü ) Çok çalışmak, emek harcamak, güven vermek, sevmek ve paylaşmak hayatın anlamlı olmasını sağlar. Her sabah uyandığımızda bir de böyle bakalım dünyaya.
Unutmayın hayat uzun bir öyküye benzer. Ancak öykünün uzun olması değil, iyi olması önemlidir.
Heykel: C. Claudel, Paris
22 Şubat 2010 Pazartesi
SEZGİ
Zen insanları hikâyeler anlatarak konuşur, buna mecburdurlar çünkü teori ve doktrin yaratamazlar, sadece hikâye anlatabilirler. Hepsi harika hikâyeler anlatır. İsa sürekli ders çıkartılacak hikâyeler anlatırdı, Buddha sürekli ders çıkartılacak hikâyeler anlatırdı, Sufi mistikler de öyle. Bu bir tesadüf değil. Hikâye, mesel ve fıkra sağ lobun yöntemleridir; mantık, argüman, ispat, kıyaslama ise sol lobun yöntemleridir.Şunu dinleyin:Goso Hoyen, “insanlar bana Zen’in nasıl bir şey olduğunu sorduğu zaman onlara şu hikâyeyi anlatıyorum!” derdi.Bu hikâye Zen’in nasıl bir şey olduğunu anlatıyor. Bir tanım yapmadan işaret ediyor. Bir tanım zaten mümkün değil çünkü Zen temelde tanımlanabilir bir şey değil. Onu hissedebilirsin ama tanımlayamazsın; onu yaşayabilirsin ama dil açıklamaya yeterli olmaz; onu gösterebilirsin ama anlatamazsın. Ancak bir hikâye ile küçük bir parçasını aktarabilirsin. Ve bu hikâye Zen’in nasıl bir şey olduğunu gerçekten çok güzel anlatıyor.Bu sadece bir işaret, buradan yola çıkıp tanım yapma, bir felsefe oluşturmaya çalışma; bırak şimşek gibi çaksın, bir kavrayış parıltısı oluşsun. Bu hikâye senin bilgini arttırmayacak ama tavır değişikliği yaratmaya katkı yapabilir. Zihnin allak bullak olabilir ve zaten hikâyenin amacı da bu.Babasının yaşlandığını gören hırsızın oğlu, babası emekli olduktan sonra aile işini devam ettirebilmek için ondan bu işin inceliklerini öğretmesini ister.Bir hırsızın mesleği bilimsel bir olay değildir, bir sanattır. Hırsızlar, tıpkı şairler gibi bu yetenekle doğar; bunu öğrenemezsin, öğrenmek işe yaramaz. Eğer öğrenirsen, kısa sürede yakalanırsın çünkü polis senden daha bilgilidir, onlarda yüzyılların bilgi birikimi bulunuyor.Bir hırsız, hırsız doğar. Sezgiyle yaşar. Bir beceridir. Hisleriyle yaşar. Bir hırsız kadınsıdır. O bir iş adamı değil, kumarbazdır; bir hiç için her şeyini riske edebilir. Bütün sanatı tehlike ve risk üzerine kuruludur. Tıpkı dindar insanlar gibilerdir. Zen insanları, dindar insanların hırsıza benzediklerini söyler: “Tanrıyı aramaktadırlar, onlar da birer hırsız.” Mantık, muhakeme ya da kabul edilmiş toplum, kültür ve medeniyetler üzerinden Tanrıya ulaşmak mümkün değildir. Bir yerden duvarı kırmak, arka kapıdan girmek zorundadırlar. Eğer gün ışığında girmelerine izin verilmezse, karanlıkta girerler. Eğer bir otoyolda ilerleyen kalabalığı izlemek mümkün değilse, ormanda kendi patikalarını yaratırlar. Evet, belirli bir benzerlik var. Tanrıya ancak bir hırsızsan, bir ateş ya da hazine çalma sanatçısıysan ulaşabilirsin.
Baba emekli olacaktı ve oğlu, “emekli olmadan önce bana bu mesleği öğret!” dedi.Baba kabul eder ve o gece birlikte bir eve girerler.Büyük bir dolabı açarlar. Ve baba oğluna, içeri girip elbiseleri almasını söyler. Oğlan içeri girdikten sonra, baba dolabı kilitler ve bütün ev ayaklansın diye gürültü yaptıktan sonra sessizce kaçıp gider.Baba gerçek bir usta olmalı, kesinlikle sıradan bir hırsız değil.Dolabın içinde kilitli kalan oğlan, korkmuş ve öfkeli bir şekilde nasıl dışarı çıkacağını düşünmektedir.Elbette! Çok doğal! Bu ne biçim bir öğretmenlik? Tehlikeli bir durumla karşı karşıya bırakılmış. Ancak bilinmeyen bir şeyi öğretmenin tek yolu da budur. Sağ loba ait bir şeyi öğretmenin tek yolu budur.Sol lob okullarda eğitilebilir; öğrenmek mümkündür, disiplin verilebilir, çeşitli kurslar görülebilir. Sonra, sınıfları etap etap geçerek bir sanatın, bir bilimin ya da birçok başka şeyin uzmanı olabiliyorsun. Ama sağ lob için bir okul olamaz. O sezgiseldir, etaplardan oluşmaz. Aniden parlayan bir ışık gibidir, gece karanlığında çakan bir şimşek gibi. Eğer olursa, olur; olmazsa, olmaz. Bu konuda yapılacak bir şey yoktur. Sen sadece yaşanmasının daha muhtemel olduğu bir durum oluşturmaya çalışırsın.O yüzden babanın gerçek bir usta olduğunu söylüyorum.Dolabın içinde kilitli kalan oğlan, korkmuş ve öfkelenmişti.Şimdi, o dolaptan çıkmanın hiçbir mantıklı yolu yok. Dışarıdan kilitlenmişti, baba gürültü yapmıştı, bütün ev uyanmış ve etrafı ararken babası onu bırakıp kaçmıştı. Şimdi bu dolaptan çıkmanın mantıklı bir yolu var mı? Mantık yetersiz kalıyor, muhakeme hiçbir işe yaramıyor. Ne düşünebilirsin? Ne düşünebilirsin? Zihin aniden duruyor. Babanın yapmaya çalıştığı da aslında tamamen bu. Oğlunu mantıksal zihnin tamamen durduğu bir duruma sokmaya çalışıyor çünkü bir hırsızın mantıksal zihne ihtiyacı yoktur. Eğer mantıksal zihinden yola çıkarsa er ya da geç polis tarafından yakalanacaktır çünkü polis de aynı mantıktan yola çıkarak önlem alır.‘Bu, İkinci Dünya Savaşında yaşandı: Üç yıl boyunca Adolf Hitler kazanmaya devam etti. Bunun tek nedeni ise mantıkdışı hareket etmesiydi. Onunla savaşan bütün ülkeler bu savaşı mantıklı bir şekilde yürütüyordu. Tabii, hepsinin büyük savaş bilimleri akademileri ve askeri eğitim gibi aşamalardan geçmiş birçok uzmanı vardı. Bu uzmanlar, “Hitler şimdi bu taraftan saldıracak,” diyordu ve eğer Hitler mantıklı bir insan olsaydı o taraftan saldırırdı çünkü düşman hattının en zayıf noktası orası olurdu. Tabii, düşmana en zayıf noktasından saldırmak gerekir çünkü mantık bunu gerektirir. Düşman Hitler’in en zayıf noktadan saldırmasını beklerken, güçlerini bu noktalarda yoğunlaştırıyordu ancak Hitler, her an herhangi bir noktadan saldırıya geçebiliyordu.Kendi generallerinin tavsiyelerini bile dinlemiyordu; nereye saldırması gerektiğini öneren bir astrologu vardı. Bu daha önce hiç yapılmamış bir şeydi. Bir savaş astrologlarla yönetilmez. Casuslar bu adamın sürekli mantıkdışı kararlar verdiğini rapor edince Churchill savaşı bu şekilde kazanamayacaklarını anlamıştı. Kararları savaş nedir bilmeyen, hayatında hiç cepheye gitmemiş aptal bir astrolog yıldızlara bakarak alıyordu. Yıldızların dünyadaki bir savaşla ne ilgisi olabilir ki? Churchill hemen krala bir kraliyet astrologu atadı ve onun talimatlarını yerine getirdi. O zaman savaş belirli bir dengeye oturmaya başladı çünkü artık iki aptalın kararları karşılıklı savaşıyordu. O zaman sonuç almak kolaylaştı.’Eğer bir hırsız Aristo mantığını takip edecekse er ya da geç yakalanacaktır çünkü polis de aynı Aristo mantığını izlemektedir. Eğer mantıklı hareket edersen, bu mantık yolunu takip eden herkes seni yakalayabilir. Bir hırsızın tahmin edilemez olması gerekir; mantıkla bir yere varamaz. O kadar mantıksız olmalı ki, kimse onun hareketlerini tahmin edememeli. Mantıkdışılık ancak enerjin sağ loba geçtiği zaman mümkün olabilir.
Dolabın içinde kilitli kalan oğlan, korkmuş ve öfkeli bir şekilde nasıl dışarı çıkacağını düşünmektedir.Nasıl sözcüğü bir mantık sorusudur. O korkuyordu çünkü hiçbir yolu yoktu. Nasıl sözcüğü anlamını yitirmişti.Sonra birden aklında bir şimşek çakar. Şimdi, bu bir yönelimdir. Sol lob sadece tehlikeli durumlarda, kendisi bir işe yaramadığı zaman, sağ lobun devreye girmesini kabul eder. Bir çözüm bulamadığı zaman, köşeye sıkıştığını hissettiği zaman, yenilgiyi kabullenince, baskı altında tuttuğu zihin bölümüne söz söyleme hakkını tanır. Artık kaybedecek bir şeyi yoktur. Ona bir şans vermekle bir şey kaybetmiş olmaz.O sırada birden aklında bir şimşek çakar ve kedi gibi miyavlar.Şimdi bu hiç mantıklı değil. Kedi gibi miyavlamak mı? Bu tamamen saçma bir fikir. Ama işe yaradı.Aile, hizmetçiye bir mum alıp dolabı incelemesini söyler.Kapı açıldığı an çocuk dışarı atlar, mumu üfleyip söndürür, şaşkınlığa uğramış hizmetçiyi kenara itip kaçar. İnsanlar peşine düşer.Yolun kenarında bir kuyu fark eden oğlan, kuyuya büyük bir taş atar ve sonra karanlıkta saklanır. Peşinden gelenler kuyunun etrafına toplanarak, hırsızın boğuluşunu görmeye çalışır.Mantıklı bir zihin bu şekilde davranmaz. Çünkü mantıklı zihnin zamana ihtiyacı vardır. Mantıklı zihnin düşünmek, binlerce olasılığın artısını eksisini değerlendirmek için zamana ihtiyacı vardır. Ancak böyle bir durumda düşünmek için vakit yoktur.
Eğer peşinde insanlar varsa, nasıl düşüneceksin? Bir koltukta otururken düşünmek iyidir. Gözlerin kapalıyken felsefe yapabilir, düşünüp farklı görüş açılarını içinde tartışabilirsin. Ancak insanlar peşine düşmüş ve hayatın tehlikedeyse, düşünecek vaktin olmaz. İnsan o anı sadece yaşar, kararların kendiliğinden oluşur. O genç, taşı kuyuya atmaya karar vermedi, bunu o anda yaptı. Bir yargı değildi, yaparken düşünmüyordu, sadece kendini taşı kuyuya atarken buldu. Taşı kuyuya attı ve sonra karanlıkta saklandı. Peşindekiler hırsızın kuyuda boğulduğunu düşünerek takipten vazgeçti.Oğlan eve ulaştığı zaman babasına çok kızgındır ve ona yaşadıklarını anlatmaya çalışır. Ancak babası “Bana detayları anlatmana gerek yok. Burada olduğuna göre, bu sanatı öğrendin.” der.
Detayları anlatmanın anlamı nedir? Hiçbir işe yaramazlar.Sezgi söz konusu olduğu zaman detayların hiçbir önemi yoktur çünkü sezgi asla tekrarlanmaz. Detaylar ancak mantık söz konusu olduğu zaman anlam kazanır; o yüzden mantık insanları her şeyi en ince ayrıntısına kadar öğrenmek ister. Böylece aynı durum tekrarlandığı zaman ne yapacaklarını bilir ve kontrolü kaybetmemiş olurlar. Ancak bir hırsızın hayatında aynı durumun iki kere yaşanması gibi bir durum söz konusu değildir.Gerçek hayatta da aynı durum iki kere yaşanmaz. Eğer zihninde yerleşik sonuçlar varsa, neredeyse ölü gibi olursun ve herhangi bir karşılık veremezsin. Hayatta sorunlara yanıt vermek gerekir, tepki değil. İçinde herhangi bir sonuç yargısı olmadan harekete geçmen gerekir. Bir mihenk taşı olmadan eyleme geçmelisin. Bilinmeyenden yola çıkarak bilinmeyene karşılık vermelisin.İnsanlar Zen’in nasıl bir şey olduğunu sorduğu zaman Goso Hoyen bu şekilde yanıtlardı. Bu hikâyeyi anlatırdı. Zen, tıpkı bir hırsızlık gibidir. O bir sanattır, bilim değil. Erkeksi değil, kadınsıdır; saldırgan değil, her şarta açıktır. İyi planlanmış bir metodoloji değil; anlıksal bir olaydır. Teoriler, hipotezler, doktrinler ve yasalarla ilgili değildir; sadece ve sadece tek bir şeyle ilgilidir ve bu da farkındalıktır.O oğlanın dolapta olduğu anda ne oldu? Böyle bir tehlike anında insanın uykusu gelmez. Böyle bir tehlike anında bilinciniz keskinleşir, buna mecburdur. Hayatınız tehlikededir ve tamamen uyanıksınızdır.
İnsan her anında bu şekilde uyanık olmalıdır. İşte bu keskin bilinç anında, böyle bir yönelim yaşanır. Sol lobtaki enerji sağ loba geçer.Ne zaman tetikte olursanız, sezgileriniz devreye girer; beyninizde şimşekler çakar, bilinmeyenden gelen şimşekler. Onları izlemek istemeyebilirsiniz. O zaman çok şey kaçırırsınız.Artık mantığın tükendiği bir köşede kapana kısıldığın zaman sakın umudunu yitirme. O anlar hayatının en lütuf duyacağın anları olabilir. Tam o anlarda sol lob, sağ loba yol verir. İşte o zaman kadınsı kısım, her şeye açık olan kısım sana bir fikir verir. Eğer onu izlersen karşında birçok kapı açılır. Ancak bunları kaçırma olasılığın var; “bunlar boş şeyler” diyebilirsin.Bu oğlan o anı kaçırabilirdi. O fikir kesinlikle normal, sıradan ve mantıklı değildi. Kedi gibi ses çıkarmak mı? Ne için? “Neden?” diye sorabilirdi ve o zaman ıskalamış olurdu. Ancak durum o kadar zorluydu ki, hiçbir şey soramadı. Başka hiçbir yolu yoktu. O yüzden, “Deneyeceğim. Kaybedecek neyim var ki?” diye düşündü.Baba haklıydı. “Bana detayları anlatmana gerek yok. Burada olduğuna göre, bu sanatı öğrendin.” demektedir.Burada sanat, zihnin kadınsı tarafından eyleme geçebilmektir. Çünkü kadın bütüne bağlıdır ve erkek bütüne bağlı değildir. Erkek agresiftir, erkek sürekli bir çatışma halindedir. Kadın ise sürekli teslim olma durumundadır, derin bir güven halindedir. O yüzden kadın vücudu çok güzel ve yuvarlak hatlıdır. Doğaya yönelik derin bir güven ve uyum vardır. Kadın sürekli derin bir teslim olmuşluk içindedir. Bir erkek ise sürekli öfke ve çatışma halindedir. Her zaman bir şeyler yapar, bir şeyleri ispat etmeye çalışır ve bir yerlere ulaşmaya çabalar.Bir kadına aya gitmek ister misin diye sor. Sadece şaşırırlar. Ne için? Ne gereği vardır? Neden bu sıkıntı yaşansın? Yuvası yeterince güzeldir. O daha anlık şeylerle ilgilidir; burada, hemen. Bu da ona bir uyum, bir zarafet verir. Erkek sürekli bir şeyler ispat etme peşindedir. Ve eğer bir şeyi ispat etmek istiyorsan, tabii ki mücadele edecek, rekabete girecek ve birikim yapacaksın. Bir keresinde bir kadın Dr. Johnson ile konuşmaya çalışıyordu ancak doktor onunla pek ilgilenmiyordu.Cilveli bir şekilde “Neden, doktor?” diye sordu. “Sizin kadınlar yerine erkeklerin arkadaşlığını tercih ettiğinize inanmaya başlayacağım.”“Bayan, ben kadınların arkadaşlığını çok severim.” diye yanıtladı Johnson. “Güzelliklerini severim, inceliklerini severim, neşelerini severim. Sessizliklerini severim.” Erkek, kadınları sessiz kalmaya zorlamaktadır. Sadece dıştan değil, aynı zamanda içten de. Kadın tarafını sessiz kalmaya zorlarlar.
Kendini sına. Ne zaman zihninin kadın tarafı bir şey söylese, hemen üstüne atlıyor ve “mantıksız, saçma!” diyorsun. Dr. Johnson kadınların sessiz kalmasını sağlamaya çalışıyor.Kalp kadına aittir. Kalbin sesine kulak vermeyip, sürekli başın konuşmasını dinlediğin için hayatta çok şey kaçırıyorsun. Ve kafadaki tek nitelik daha net, kurnaz, tehlikeli ve şiddete meyilli olmaktır. Bu şiddet nedeniyle iç dünyanın lideri olmuştur ve bu iç liderlik erkeklerde dış dünyada liderliğe yönelime neden olur. Erkekler, dış dünyada da kadınlara hükmetmiştir; asalet her zaman şiddet tarafından hükmedilmiştir. Nasrettin Hoca, bir etkinlik için okula davet edilmişti. Çocukların bir yürüyüşü vardı ve çocuklar boy sırasına göre dizilmişti. En kısadan, en uzuna. Ancak bu sırada bir istisna vardı, en baştaki çocuk, yürüyüşün en başındaki çocuk diğerlerinden neredeyse bir kafa boyu uzun görünüyordu. Hoca, küçük bir kıza sordu: “Neden en başta o var? Okulun öğrenci lideri ya da takım kaptanı falan mı?” “Hayır!” diye fısıldadı küçük kız. “Çok kötü çimdiklediği için.” Erkek zihin sürekli çimdik atıp, sorun yaratır. Sorun yaratanlar da lider olur. Okullarda bütün deneyimli öğretmenler sınıf başkanı olarak en yaramaz, en haydut öğrenciyi seçer. O güçlü sıfata sahip olduktan sonra ise bütün yaramazlık enerjileri öğretmenin işine yaramaya başlar. Çünkü bir disiplin oluşturmaya başlarlar, kendi sınıf arkadaşlarının üzerinde!Dünyadaki siyasetçileri izle. Bir parti iktidardayken, muhalefet partisi ülkede sürekli sorun yaratmaya başlar. Onlar yasaları zorlar, devrimci olur. İktidar partisi ise disiplin oluşturmaya çalışır. İktidardan düştükten sonra, bu sefer onlar sorun yaratmaya başlar. Muhalefet partisi ise iktidara geldikten sonra disiplin peşinde koşmaya başlar.Hepsi sorun çıkarıcıdır.Erkek zihni sorun çıkarmada uzmandır. O yüzden güç kullanır, hükmeder. Ancak derinde, belirli bir iktidara sahip olsan bile hayatı ıskalarsın. Derinde, kadın zihni devam eder. Eğer zihninin kadın tarafına düşmez, teslim olmazsan; direnişini ve savaşımını bırakıp teslim olmazsan, gerçek hayatı ve o keyfi bilemezsin.Şöyle bir hikâye duydum:Bir Amerikalı bilim adamı, Nobel Ödülü sahibi ünlü fizikçi Niels Bohr’u Kopenhag’daki ofisinde ziyaret etti ve masasının arkasındaki duvarda bir at nalı görünce şaşırdı. Nal, iyi şansları toplayıp düşmesini önlemek için, batıl inanca uygun bir şekilde ters asılmıştı. Amerikalı gergin bir şekilde gülümseyip, “Bir at nalının size iyi şans getirmesini beklemiyorsunuz, değil mi, Profesör? Sonuçta bir bilim adamı olarak böyle bir şeye inanıyor olamazsınız,” dedi.Bohr gülümsedi: “Ben böyle bir şeye inanmıyorum, dostum. Hem de hiç inanmıyorum. Böyle aptalca bir saçmalığa inanmam çok zor. Ancak bana at nalının, inansan da inanmasan da iyi şans getirdiğini söylediler.” Biraz daha derine baktığında, sadece mantığının biraz altına indiğinde orada sezgi ve güven nehirlerinin aktığını görürsün.Zen, kendiliğinden oluşun yoludur. Çabasız çabanın, sezginin yolu. Büyük bir şair olan Zen ustası İkkyu, “binlerce kilometre uzaktaki bulutları görebiliyor, çam ormanlarındaki antik müzikleri duyabiliyorum.” demişti.Zen işte budur. Mantığınla bin kilometre uzaktaki bulutları göremezsin. Mantıklı zihin cam gibidir. Çok kirlidir; fikir, teori ve doktrin tozlarıyla kaplanmıştır. Ancak sezginin saf camıyla bin kilometre uzaktaki bulutları görebilirsin. Düşünce olmadan, sadece farkındalıkla. O zaman ayna temiz ve netlik sonsuzdur.Sıradan, mantık zihniyle çamların antik müziğini duyamazsın. Antik müziği nasıl duyabilirsin? Müzik çalınıp bittikten sonra sonsuza dek kaybolur.Ama sana söylüyorum, İkkyu doğru söylüyor. Çamların antik müziğini duyabilirsin. Ben duydum. Ama bir yönelim, tam bir değişim, bir sıçrama gerekiyor. O zaman Buddha’nın vaaz verdiğini görebilir ve onu dinleyebilirsin. Çamların antik müziğini duyabilirsin. Çünkü o sonsuz bir müziktir, asla kaybolmaz. Sen sadece onu duyma kapasiteni kaybettin. Müzik sonsuzdur; kapasiteni yeniden kazandığın zaman, birden yine duymaya başlarsın. O her zaman oradaydı, ama sen orada değildin.Şimdi burada ol ve o zaman sen de bin kilometre uzaktaki bulutları görebilir ve çamların antik müziğini duyabilirsin.
Beyninin sağ lobuna doğru yönel, daha kadınsı ol; daha sevgi dolu, teslimiyetçi, güven duyan ve bütüne biraz daha yakın ol. Bir ada olmaya çalışma, kıtanın bir parçası ol.
18 Şubat 2010 Perşembe
ELVAN'IN GEMİSİ
Vallahi Nuh Peygamber'le aşık attığım falan yok. Zat-ı şahanelerine ( pardon biliyorum ki bu sesleniş padişahlaradır amma velakin buraya güzel oturdu:)) saygım sonsuz. Ve fakat dün kendimi gerçekten Nuh Peygamber gibi hissettim. Yani ufak tefek eksikler ( kahve konyak ve sevdiğim bir kaç canlı türü gibi:)) ve farklılıklar vardı ama o kadar kusursuz bir gündü ki, içimi sevinç doldurdu. Paronayaklığımdan sıyrılamadığım anlarda her bir dakikayı defalarca kontrol ettim, gerçekten orada mıyım diye! Hani insan hayallerinden bir an yaşarken nasıl inanamaz ve kendini cimdikler, işte ben de tıpkı o şekilde zihnimi cimdikleyip durdum!
Sabah erken kalkıp güzelce kahvemi içip, kahvaltımı yapmıştım. Sonra çocuklar için hazırladığım programları anlatmak heyecanıyla ashrama, hocama koştum. Ama elbette konu yine dağıldı ve ipin ucu kah Mustafa Kemal'in İslam dinine bakışına, kah Bhagavat gita ve diğer kutsal kitapların ağız birliği etmiş söylemlerine ulaştı!
Erol Hocam aramasa kimbilir o ipin ucu bizi akşama kadar nerelerde gezdirirdi... Neyse, Erol Hocam "hadi denize çıkıyoruz neredesin?" dedi telefonun öbür ucundan. Artık benden "ah hocam, ne kadar çok isterdim fakat ashramdayım, ne yazık ki gelemem bugün..." sözleri nasıl çıkmışsa, içeriden Nazmi Hocam, "nereye gidemiyorsun bakalım" demez mi? İşte tam o an şahane bir şey oldu, ashramın kapısını kilitledik ve Nazmi Hocam'la marinaya gittik!
Ne zamandır hep aklımızda olan ama nedense doğru koşullar oluşmadığı için ( her ne ise o doğru koşullar:)) ertelenen bir plan hoop diye günün hediyesi oluverdi. Atladık güzel yelkenlimiz Trio'ya ve açıldık Propontis'e*.... Aslında önce yağmur azıcık korkuttu bizi ama yine de keyfimizi bozamadı. Rüzgar da biraz yamuk yapacak gibiydi ya, o da kıyamadı :))
İşte bu Elvan'ın gemisi. Dediğim gibi üç beş eksikle her şeyimiz tamamdı. Misss gibi gri-mavi deniz, belimizi zorlamayan rüzgar ve sevgili hocalarım... Gerçekleşmesi istenilenler listesine bir çizik daha attım böylece! Emeği geçenlere selam olsun. Dilerim bu gemideki yolcu sayımız çabucak artsın:))
* Marmara Denizi
16 Şubat 2010 Salı
EN ÇOK NEYE İHTİYACIM VARSA...
En çok neye ihtiyacım varsa sırasıyla yoluma çıkmaya başladı desem inanır mısınız? Bu bir süreç midir, yoksa ben akıllandım da mızmızlanmayı bıraktığım için evren de bana tıkalı olan kulağındaki tıpayı mı çıkarttı bilemem. Bildiğim tek şey neye ihtiyacım varsa bana doğru gelmekte olduğu.
Bu süreç Külkedisi ile başladı. Yaşayacak huzurlu bir eve ihtiyacım vardı - zira o zamanlar içimi kemiren karmaşık duygular yüzünden mekanları suçlar olmuştum - ve Külkedisi bana huzur dolu bir ev verdi. Ardından seyahat etmeye ihtiyacım vardı, yılın ikinci yarısı popom yer görmedi. Sonra Pamuk Prenses'in babasını yolcu ederken, babamı artık uğurlamam gerektiğini anladım... 2009 benim, içimdeki örümceğe çapraz dokumayı bıraktırma yılımdı. Ve sanırım başardık!
Kuşku duymadan gönülden istediğim ne varsa evrenin eteklerinden dökülüp, benim kucağıma düşmeye başladı. Bunun için herkese ama öncelikle bir zamanlar içime ekilen iyilik tohumlarını ölümden döndüren, sabırla sulayan hocalarıma ve dostlarıma teşekkür ederim.
Dün gece çocuklarla yoga yapabilmek için Aylin hocama teslim etmem gereken ödevi* hazırlarken yani daha doğrusu ödevin dinlenme bölümünü yazarken, içimden geçen duygular tam olarak "tertemizdi". Bol bol danslı oyun yazmak istediğimi farkettim. Artık dans etmeye başlamam gerektiğini ve bunu ancak altı yaşıma dönerek başarabileceğimi hissettim.
Bu kadar basitti aslında; benim dans etmeye ve çocuklarla iletişim kurmaya ihtiyacım vardı veeee her ikisi el ele tutuşup bana doğru geldiler!
Söylemeye çalıştığım bir şey yoksa da, aslında var: neye ihtiyaç duyuyorsanız onu çağırın. Mutlaka gelecektir!
* Bu ödevle birlikte çocuk yogası yaptırıp yaptıramayacağım kesinleşecek. Çok heyecanlıyım:)
12 Şubat 2010 Cuma
10 Şubat 2010 Çarşamba
11 ŞUBAT...
Bazıları için 11 Eylül, benim için ise 11 Şubat'tı harabelerin altında kalmanın tarihi.
Bir kent kaç kez yıkılır, bilmiyordum... Dün gece rüyamda Ayasofya'nın duvarları çatlıyordu; saniyeler uzamış, toz pembe duvarlar adım adım üzerime yürümeye başlamıştı. Bütün masallarım sulara gömülmüştü.
Kan ter içinde uyandım. Unutamıyorum. Bir insan kaç kez yıkılır, inan bilmiyorum.
"...Ona; "Ben yakın bir dostu kaybettim, onu aramakla meşgulüm" dersin.
Ey atlı, devletin, saadetin daimi olsun, aşıklara acı; onları hoş gör.
Madem ki gereği gibi aradın, işe iyice sarıldın, dikkatle baktın. "Bir işe tam sarılan kişi yanılmaz" diye bir hadis vardır. Elbet bulursun.*
Derken ansızın o atlı kişi çıkagelir. O bahtı iyi kişi gelir. Seni sımsıkı kucaklar...."
*Bir hadis-i şerifte: " Bir kimse bir şeyi ciddiyetle ararsa, bulur ve bir kimse bir kapıyı ısrarla çalarsa içeri girer" buyurmuştur. Hz. Mevlana bu hadise işaret ediyor. Demek, aradığımız bir şeyi bulmamız için, ciddi davranmamız ve bir kapıdan içeriye girebilmek için, onu ısrar ile çalmamız lazım..
8 Şubat 2010 Pazartesi
ÖTE TARAFIN HAMALLARI
Fortunata, bir yıl gecikmeli olarak kavuşabildiği kitabını sevinçle sunar. Yukarıda kapağını gördüğünüz şiir kitabı benim sevgili dostum Meltem'in, çok değerli eşine, bir diğer dostuma ait. Hakan Altınçekiç'e.
Dün gece bir nefeste okuyup bitirdiğim şiirlerden, hangisini burada paylaşmak istediğime karar veremeyince sizi kitaptan haberdar etmek istedim. Hakan'ın ilk kitabı eşi içindi, bu ise oğluna...
Ben çok severek okudum. Dostumun gönlüne sağlık!
5 Şubat 2010 Cuma
CENAZE SONRASI İÇ DÖKÜMÜ.
İnsan çok acayip bir canlı. Baştan alıyorum, ben çok acayip bir canlıyım. -Böyle söylemek daha doğru, aksi durumda bütün tür, zan altında kalacak!-
Cenaze için ne zaman Beyazıd Camii avlusunda toplaşsak kendimi annemin yedi ceddinin katıldığı bir koktelyde ya da açıkhava konserindeymişim gibi acayip huzurlu, keyifli hissediyorum. Durmadan birileriyle selamlaşıp, kucaklaşıp hasret gideriyorum. İşin ilginç tarafı cenazede olduğumuzu neredeyse unutuyorum. Arada bir ağlayanlara gözüm takılıyor ve sevdiklerimin cenazelerini hatırlayıp burkuluyorum ama ölümsüzlüğü anlamaya başlamak bu hali de o kadar azalttı ki... O kadar inandım ki biz avludakilerin ölü, musalla taşında uzananın ise artık kurtulmuş biri olduğuna...
Ölen kadın yetmişsekiz yaşındaydı. Annemin dayısının eşi; Fatma Teyze. Benim onunla ilgili hatırladığım en belirgin şey sesi; "Nurcannnn" diye seslenişi en küçük kızına, Nurcan ablaya. Sonra da ölçülü ve sakin hali. Onun evinde hoş tutulduğumu, kendimi mutlu ve emniyette hissettiğimi anımsıyorum. Rahmetli dedemin evinde olmayan bir sükunet vardı orada. Nedense evdeki ağırlıklı renk yeşil mavi tonları gibi kalmış aklımda. Bir de büyük dayının bakırcı dükkanı hep gözümün önünde... Garip.
Dün cenaze evinde dolanırken büfenin üzerindeki fotoğraflara baktım. Beş çocuk. Beşi de sevdikleri insanlarla evlenip çocuk sahibi olmuş ve hatta onların bile torunları olmuş. Sevgi dolu, koskocaman bir hayat! Böylesine dolu dolu yaşanmış bir ömür sona erdiğinde sanki acısı daha az oluyor insanın. Elbette evlatlarının içine ateş düşmüştür ama bence hakkıyla yaşanamamış bir hayatın ardından ağlamak çok daha kavurucu bir ateş... Ya da zamansız bir gidişin...
Ailemi düşündüm, dostlarımı, kendimi; hakkıyla yaşayamadığımız tüm saatleri. Birbirimizi yeterince sevemediğimiz tüm günleri ve haftaları. İletişimsizliğimizi... Bütün hastalıkların sevgisizlikten olduğuna inanıyorum. Yeterince sevilmediği için kanser oluyor insanlar, yeterince sevilmedikleri için hastalanıyor bedenleri... Duymak istemediği seslere maruz kalan kulak zamanla az işitmeye, görmek istemediği hayata açılan gözler zamanla görüşünü kaybetmeye başlıyor. Tıpkı sevemedikçe sevilmedikçe soğuyan bir yüreğin hastalanması gibi... Tansiyon, kalp krizi, dolaşım bozukluklarının sebebi bence bu! ( doktorlar duymasın, tıp dünyası aforoz eder beni vallahi!!!:))
Öğretilmiş hayatların içinde, bize bırakılan minicik alanlarda yaşayarak, yaşadığımızı sanarak nereye varacağız acaba? Aramızdan kaçı bugün başka bir aleme giden kadın kadar şanslı olabilecek? Şansını yaratabilecek? Kaçımız onun gibi bir hayat bırakabileceğiz geriye? Sizin çocuklarınız da "babamla annem birbirine aşıktı, el üstünde tutarlardı birbirlerini, ... annem şık giyinmeyi severdi, kimseyle karşı kötü davranmazdı... vs vs" diyebilecekler mi ardınızdan? Umarım öyle olur.
Sevdiğim, değer verdiğim insanların, annelerinden ayrıldığı bu soğuk kış günü daha fazla ahkam kesmeyeceğim... Allah hayattaki annelerimize uzun ömürler, gitmiş olanlara da yerinde huzur versin.
4 Şubat 2010 Perşembe
3 Şubat 2010 Çarşamba
KURTULAN
Herkesin ve her şeyin anlamını yitirdiği yerde duruyor gibisin. Sana bir gelecek vaadim olamaz. Ne sana, ne de bir başkasına... Geçmiş güzel günlerimden de veremem... Onlardan bir kaç dakikayı değil sana, kendime bile yeniden yaşatabilmek aına neler vermezdim. Azıcık çocuk olabilmek için... Ama yok işte, anın biricikliğinden başka bir vaadim olamaz.
Ağladığın zaman görmezden geliyorsam, sanma canım yanmıyor. Sadece teselli edecek sözcükleri bilmiyorum. Belki de bu yüzden gözyaşlarımı uzun zamandır içime akıtıyorum... Zira kendimi de teselli edemiyorum. İlgisizliğim çaresizliğimden, sevgisizliğim bilgisizliğimden. Ben bu kadar sevebiliyorum. Bu kadar öğrenebilmişim evimde.
Yanlış şey öğretiyor kitaplar, anne ve babalar yanlış şeyler öğretiyorlar. Bu yüzden yalnızsın, bu yüzden hiç bir kucak kavrayamıyor seni. Ben de sarıp sarmalayamam... Kurtuluş içinde. İçimizde. İnan laf değil bu. Başaranlara bak, imkansız dediğin, sadece yeterince istemediğinden senin olmadı. Yeterince istediğin, inatla, tereddütsüz istediğin şeylerle dolu hayatın. Boşluklar ise kararsızlıkların, korkuların ve kaçışların...
Benim sözlerim değil bunlar, duyduklarım, okuduklarım. İlk kez duyuyormuşcasına kulaklarımı açarak dinlediklerim. Duymaya hazır olmadan duyulmuyor. Sevmeye hazır olmadan sevilmiyor. Bırak artık ısmarlama aşkları, yalnızlık korkusuyla yarattığın ilişkilerden bi cacık olmayacak. Bedenin yalnız ölmesin diye aklın çıkıyor korkudan, peki ya ruhun? Onun için korkmuyor musun? Korkmalısın bence. Öncelikle de kendini tanımadan ölmekten korkmalısın. Rahatlatacaksa söyleyeyim, ben korkuyorum hem de çok korkuyorum.
Biliyor musun uzun zamandır başka bir ruhu anlamak heyecanımı kaybettim. En son Londra'dayken Polonyalı bir çocuğa aşık olmuştum... Onu anlamak ve benim yaşadığım dünyayı anlatabilmek o kadar önemliydi ki. Ne yazık ki artık kimsenin peşinde değilim. Evet avcıyım ama kendi ruhumun avcısı. Korkunun ecele faydası yok. Ölüp gömüldüğünde ve herkes evine döndüğünde o daracık çukurda tanımadığın biriyle kalmak bence en büyük korku olmalı. Fazla ileri gittiysem bağışla... Bunlar sadece benim fikirlerim, farzet ki kendi kendime konuştum. İtiraz hakkın daima saklı :)
1 Şubat 2010 Pazartesi
KAYITLARIMIZ BAŞLAMIŞTIR
Etrafımdakiler yani yakınımdakilerden bahsediyorum, yavaş yavaş kırka doğru yürümeye başladılar... Bu gerçekten çok değişik bir duygu. Otuza benzemiyor, otuzbeş hiç değil. Dolu dolu kırk işte! Ve beni çok heyecanlandırıyor. Şimdiden, zaman geçsin ve kırk olayım istiyorum. Çünkü önümüzdeki üç yılın çok iyi geçeceğine dair güçlü hislerim var.
Çok eğleneceğimi, çok çalışacağımı ve çok gezeceğimi hissediyorum. Elindekilerle avunanlardan "olmamaktan" - avunan dedim, kabullenip, mutlu olmayı başaran değil - , nefes aldığı için, kendini yaşayanlar dünyasının nüfus sayımına kelle olarak bildirenlerden ayrılmaktan bahsediyorum. Ölmeden evvel yaşamaya talip olmuş bir halden bahsediyorum.
Derneğimize kayıt yaptırmak isteyenler için defterimiz açılmış olup, üyeler askıda bir yıl kalacaklardır. Yeterli performansı gösterenler asil üye olarak kabul edilip, diğerleri ancak seyredebileceklerdir.
Koşullar:
- 35-45 Yaş aralığında olmak
- "yoruldum", "sıkıldım", "yaşlandım" gibi kelimeleri sözlükten çıkartmış olmak
- az yemek, az uyumak, az konuşmak ( az yazmak diyemiyorum, zira ben kafayı üşütürsem bu derneğin hali nice olur?!!??:))
- her fırsatta gezmek
Ön koşullar bunlar, detaylar üyeler için... Şimdi, "ÖLMEDEN EVVEL YAŞAMAYA AND İÇENLER" derneğine katılmak istiyorsanız buyrun. Ha, bu derneğe üyelik hakkı kazananlar, "Jale'nin Ölümsüzler Kulübü" için de otomatik olarak listeye girerler. Bu da benim size kıyağım olsun:))
* Fotoğrafa bayıldım:)))
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)