3 Haziran 2009 Çarşamba

ÇİLE ODASI III, Akşama Doğru Son Zırıltı.


"Bakalım bu kulumuz ard arda iki b.ktan hafta çakınca nasıl davranıyor?" diyen yüce Tengri'ye (dikkatinizi çekerim Tanrı diil "Tengri" diyerek şaman köklerimi kutsuyorum ve cehennem ateşine yanaşmıyorum bile) malum el işaretini yapmamam için birinin hemen her iki elimin orta parmağını kırması gerek! Yoksa şu dakika kendimi kaybedebilirim.

Sevgili Külkedisi, ben biletimi ayırttım. 19 Haziran akşamı obama doğru yola çıkıyorum. Gelecek misin? Gerçekten birkaç gün tatil yapmam lazım. Yoksa çileden çıkıp, ayaklarım orta parmaklarını bile göklere çevirmeme az kaldı!

2001 Yılında ve hatta 2002 de kazandığı tüm parayı çula çaputa yatırmış olan kaz kafalının biriyim ben. O zaman daha yogaya başlamamıştım. Ne kadar param varsa o kadar harcarım diyerek ve hatta olandan daha da fazlasını harcayarak bir sürü ev eşyası almıştım. Görünüşte gayet mütevazı olsam da, bazı detaylara ne kadar takıldığımı gayet iyi hatırlıyorum. Ben ki markalardan falan hiç anlamam, evlilik manyakça bir tuzak. Kendimi mağazalara kaptırdığım saatleri düşünüyorum da...

Ne mi oldu? Bütün o eşyalar - tabii eşe dosta dağıtılmaya kıyılamayanlar - 7 ya da 8 adet koli olarak o zaman bu zaman sürünüyorlar! Dedemin deposundan teyzeme, teyzemden komşuya... İçlerinde anılarım var... Bazı objeleri, anlarla ve insanlarla kodluyorum hayatımda ve nedense onları kaybetmeye ya da vazgeçmeye dayanamıyorum. Aynı bardakla kahve içmek, aynı havluyla kurulanmak, dolapta daima bir paket açılmamış naneli çikolata olması bana güven veriyor. Deli miyim? Bir miktar! İlk dolma kalemimi saklamak, ilkokul birinci sınıf defterimi korumak hoşuma gidiyor. Benden başka kimselere tek söz etmeyen bu eşyaların tanıklığını seviyorum.

Çile odası bugün beni o kolilerle yeniden karşılaşmaktan kurtardı. Çalıştığım için nakliyat harekatına ne yazık ki katılamıyorum. Böylece babamdan kalan yemek takımlarına, annemin benim için ördürdüğü dantellere bakıp ağlamam gerekmeyecek. Her birinin karşısında suçlu gibi durup özür de dilemeyeceğim.

Nişanlandığım zaman, rahmetli kocamın ilk şoku benim sandık almak için Bursa'ya gidişim olmuştu. Bursa'ya gidip, kapalıçarşıdan ceviz sandık alacağım diye tutturunca, çaresiz beni otobüse bindirip ardımdan el sallamıştı. O sandığı getirip evin baş köşesine koydum. İçi anılarla doluydu; Aysel anneannemden yatak örtüleri, Zarife ninemden nazar boncukları, gelin telleri, kurumuş fesleğenler, porselen bir kutudaki kına, teyzemin sandığından örtüler, annemden havlular... Şu hayatta 45 metrekare bir eve gerekmeyecek her şey vardı içinde!
Bu koca sandığın eve tepiştirilmesi yetmezmiş gibi şansımı iyice zorlayıp - çünkü kütüphanem reddedilmişti ve gayet kızgındım - üzerine de kayınvalideme, kendi kayınvalidesinin annesinden kalan bir bohça örtmüştüm. ( Zavallı rahmetli kocamı delirten bu sandık olabilir. Biz sevgiliyken bu taraflarımı hiç göstermediğim için adamcağız muhtemelen beni büyücü falan zannetti belki? Hiç düşünmemiştim daha evvel:))

Evliliğimin son aylarında sık sık, açıp açıp baktım sandığa. Her açtığımda içinden çıkanları törensel bir şekilde seyredip, tek tek özenle yerine koydum. Geçmişle kurduğum tuhaf bir bağdı sandık. Annemin evinde de severdim ben sandık seyretmeyi. Annem her şeyi bir bir önümüze serer ve kimin neyi, ne zaman hediye ettiğini anlatırdı... İğne oyası yazmalar, ipekli bohçalar, babamın ben daha bebekken işlettiği tel kırma işler, kemerler, ham ipek gömlekler, cepkenler... Bir tekini bile kullanmadıysam da, delice sahiplenirdim. Kardeşime de aşılardım aynı şeyi. Köklerimize bağlılık değil miydi sandık?

Şimdi, son yıllarda neredeyse hiç bakmaz oldum sandığa. Anılardan kaçmaya ve hatta yoluma çıkan engellermiş gibi üzerlerinden atlamaya başladım. Ortalayamadım yani haleti ruhiyemi. Ama sahip olduğumuz her eşyanın omuzlarımıza , ruhlarımıza yük olduğunu biliyorum. Yaşamak için ihtiyacım olanın, sahip olduklarımın yüzde birinden bile az olduğunun farkındayım.

Celalettin Dede, "sadeleşin" demişti. Eşyalardan kurtulmak da ruhun ihtiyacıymış... Onların kesinlikle bir enerjisi var. Üstelik anıların objelerle bir bağı da yok. Anılar, yaşanan her şey sonsuza dek bizim. Onları anımsamak için nesnelere gerek yok. Hayat, bir sabah küçücük bir çantayla yollara düşecek kadar hafif olmalı.

Yıllar sonra bir kez daha o koliler üzerime çökerken hem içindekileri düşünüp "eyvah sakın kırılmasınlar!" diyorum, hem de sevdiklerimin kemikleri un ufak olmuşken hala bu endişe ne için anlayamıyorum. Üstelik sandığıma sahip çıkacak bir varisim de olmadığına göre niye bu manasız esaret?

Neyse ben odama dönüyorum. Orta parmağıma da koli bandı yapıştırdım. Gök Tengri beni kutsasın!

Hiç yorum yok: