20 Mayıs 2009 Çarşamba

Hadigari Gelidduru!


"Hadigari Cumhur" bu hafta vizyona giriyor. Harun'un* sayesinde neredeyse filmin tamamını görmeme rağmen, büyük bir heyecanla, baştan sona izleyeceğim saati bekliyorum. Bodrum'daki galaya gidemediğime hala çok üzgünüm... Ama malum, o kadar önemli bir işim var ki, Allah muhafaza eğer iki gün izin alırsam ne olur bu şirketin hali? (Yarabbim araya sıkıştırmış gibi olmasın ama artık bana evden çalışabileceğim, haftada bir iki ofise gideceğim güzel bir iş yollasan olmaz mı? Gözünü seveyim insafa gel! Bir de hala olayım; Neslihan'ın yeğeni çok tatlı!)

Neyse, sapıtmadan konuya dönelim. Öncelikle şükürler olsun ki bahar çarpmasından kurtuldum. Gerçi hala kurtulamayan ve telefonumu tırmalayanlar var ama Allah onları da kurtarsın. Ben pek yardımcı olamayacağım. Malum yaz sezonunu açtım ve ardından gönlüm suya kaydı, aklımda fikrimde hep Bodrum... Sokaklarda hanımeli, gül, yasemin koklayarak işe geldiğim şu mübarek sabahta, Hadigari Cumhur'un neden benim için değerli olduğundan ve Bodrum'dan bahsetmek istiyorum. Malum Mübeccel'in gelişi beni yıllar öncesine götürdü...

Benim babam 196o'lı yıllarda gitmiş Bodrum'a. Giderken ne düşünmüş, ne hissetmiş, yoksa her şey sadece bir tesadüf müymüş bilmiyorum. Malum bu konuyu konuşacak zamanımız olmadı... Ama iyi ki gitmiş, bu karar hepimiz için büyük bir şans oldu... Bundan daha önce bahsetmiş miydim? Neyse, hikayeyi bilenler bugün başka bir blogda oyalansınlar:))

Bir kaç yıl sonra da, ilk görüşte aşık olduğu annemle 1972 yılında evlenmiş ve onu Bodrum'a götürmüş. Ben beş yaşına gelene kadar kışın bir iki ay İstanbul'da yaşamak dışında hep oradaydık. Bu nedenle evim orasıdır. Her ne kadar kanımızda Orta Anadolu, Kafkaslar ve benzeri bilumum şey olsa da beni hala sadece ve sadece Ege türküleri ağlatır. Tabii Yunanca şarkıları da atlamamak lazım... Yunanistan'dan gelen sakızlı-bademli kurabiyelere, sakız likörüne ve Metaxa'ya hiç dayanamam.

Benden beklenmeyecek kadar iyi harmandalı oynardım bir zamanlar. Efelere ve efe kültürüne zaafım vardır. Ege'de pişen bütün yemekleri istisnasız severim. Zeytin, üzüm, incir, balık ve keçi peyniri gibi yiyeceklerin kutsal olduğuna inanırım. Altı yaşında İstanbul'a geldiğimde ( o zamanlar Bodrum'da sadece iki tane köy okulu vardı ve babam Türkçe konusunda takıntılı olduğu için İstanbul'da okumamı uygun görmüştü besbelli ) haftalar geçip hala evimize dönmeyince nasıl üzüldüğümü çok iyi hatırlıyorum. Şubat tatili için takvimi karalarken her gece ağlardım. Beni evimden ayırmışlardı, üstelik Fenerbahçe'de bir sürü şımarık çocukla aynı okula gitmekle cezalandırılmıştım! Bunun iyiliğim için yapıldığı anlamam bir kaç yılımı aldı... Bütün bu huzursuz ve sevimsiz yıllar boyunca Bodrum aşkım hiç eksilmedi... Her mevsim başka türlü üzgündüm; Kasım'da nergis tarlalarına gidemediğim için, Ocak'da dil balığı yiyemediğim için, Şubat'ta badem ağacı çiçeklerini dökerken altında oturamadığım için, Mart'ta anemon toplamaya gidemediğim için...

Yıllar geçtikçe kokular, lezzetler ve anılar çığ gibi büyüdü içimde. Mutluluk o kasabanın tekelindeydi. Geri dönmem gerekiyordu. Öyle yaz aylarında kısacık kalmalar yetmezdi. Yeniden Bodrumlu olmalıydım. Elimde plastik bidonla süt almaya gitmeli, balkonun altındaki sepetten yumurta toplamalı ve mutlaka balığa çıkmalıydım. Ağlarını kurutan, onaran balıkçıların arasında dolaşmalıydım. Hatta kocam balıkçı olmalıydı**. Babam gibi bizim de müdavim olduğumuz lokantalar, tanıdığımız kasabalı dostlar, Zarife anneannemin bahçesindeki gibi güzel bir evimiz ve mandalinlerimiz de olmalıydı... (Saçlarımı anneminkiler gibi dümdüz uzatmam, altın takıdan nefret etmem ve bol paça blucin sevmem sanırım hep o zamanlara olan hasretimden ...)

Bu hayal o kadar hücrelerime kazınmıştı ki, tabloyu azıcık çekiştirecek her seçeneği gözümü kırpmadan eledim. Lise ve üniversite yıllarımda bütün çabama rağmen, yaşıtlarıma kendi Bodrumumu anlatamadım. İçki, dans ve gecelik yatak hikayeleri değildi Bodrum... Daha fazlası vardı. Artemis'in toprağıydı, Cevat Şakir'in eviydi. Mehmet Sönmez, Selim İleri, Fethi Naci, Renin, Mina Urgan, Cemil Eren, Erdal Alantar, Savaş Dinçer, Bedri Rahmi, Azra Akın, Birol Kutadgu, Ayla Yüksel, A. Savaş Akad, Emine Uşalıgil, Semih Yazıcıoğlu, No 7 Orhan, Kirli Mehmet, Ahtapotçu Eşref, Deli Coşkun, Şöhret Neco, Maçakızı Ayla, Kral, Renin, Kara Ayşe, Alp, Fikret Hakan, Katamaran Oktay... Han Restaurant, Bardakçı, Ali Doksan, Pirinç Otel, Hey Yavrum Hey, Bigben, Küçük Ev, Fistan Butik, Örümcek, Arşipel, Veli Bar, Mavi,Efe Bar, Yuvam Kamping, Heredot Hotel, Kale Cafe, Raşid'in kahvesi, Aleko'nun ( Ali Cengiz ) Kahvesi... Ve daha pek çok şeydi. Anlatamadım...

Ama Harun anlatmış. Çok da güzel anlatmış. Bu film ve dilerim ardından gelecek olan film Bodrum'a bir ağıttır. Bizim anne ve babalarımızla yaşadığımız, tadı damağımızda kalan tüm değerlere, lezzetlere, kültüre, kısacası ortak geçmişimize bir ağıt. Bunu sadece Bodrumlu çocuklar anlar... Sadece onlar dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar Mavi Yolculuğu özlerler.. Ellerine bulaşan mandalin kokusunu hayal edebilirler.. Sadece onlar sabırlık nasıl bir bitkidir, sabırlığın masalı nedir çok iyi bilirler... Keçiboynuzu ve mandalin ağaçtan nasıl toplanır, incirler kurutulurken nasıl kurtlanır bilirler... Ahtapot köpürtmek, yengeç avlamak hala içlerinde garip bir sızıdır... Anımsarlar..

Dükkan önlerinde tezgah açıp, turislere boyadıkları taşları satmayı, deniz kabuklarınından çıkan müziği*** dinlemeyi bilirler... Ortak bir mirastır bu; alınmaz, satılmaz... Ama az da olsa anlatılır. 1970'li yıllarda kurtarılmış bir kasabada üzerine basma elbise giyen ve ayağında Ali Güven'in sandaletleriyle çiçek çocukları yaşatan ebeveynlerimizin hikayesi, ancak birbirimize anlatılır. Bizden olmayan; No. 7 Orhan'da piyanosunun tuşlarını kurcalamayan, Hades'in merdivenlerinde zıplamayan, limanda bir kez olsun denize düşmeyen çocukların bizi anlaması biliyorum ki zor..

Ama bu filmde duygu var, samimiyet var. Ailelerimize saygı var. Bodrumlu olmayan gözlere, gönüllere azıcık zor görünecek detaylar var. Sınırlı bütçeyle ve bir deve yükü borçla ortaya çıkmak var. Yürek var. İki tane şehirli annamedduru deye fil çekmesedin yazık oluvememiydi Harun Abi?

Haydi bre Harun, Kim tutar seni!




*Harun Özakıncı benden bir nesil büyük Bodrumlular kuşağından olup, gayet sevimli ve henüz baba olmuş dünya tatlısı bir abimizdir.
**Bu dileğim kısmen gerçekleştiyse de pek kalıcı kılamadık!
*** Denizin sesidir bu müzik.
Not. Bazıları inanmidduru ama ben çok iyi bilidurum Bodurumluca konuşmayı:))

6 yorum:

eftalia dedi ki...

kalemine sağlık elvancım gözlerim doldu. özlemişim eski bodrumu ,çocukluğumuzu

Fortunata dedi ki...

Hoşgeldin Eftalia,
Sayfanda gezdim az evvel, şiirlere baktım, alıntılara.. Yazıyı sevmene memnun oldum. Koskocaman öperim!

Sinan dedi ki...

Sevgilerimizi, umutlarımızı, sevinç ve üzüntülerimizi aynaya bakıyorcasına yansıtan ve bir yiğitlik destanı okuyorcasına keyif aldığımız yazılarınla tekrar hoş geldin. Tüm okurların adına.

Fortunata dedi ki...

Güzel sözleriniz için teşekkür ederim Sinan Bey. Sevgilerimle.

Adsız dedi ki...

gümüşlükte yıllarca tatil yaptım,eski kayınvalidem orada otururdu.çocukların güneşten kararmış yüzleri aklımdan çıkmazdı döndüğümde. bi de sandaletle top oynayan çocuklarının ayaklarını kesen toprak ve taş parçaları.hergün biri yanıma gelirdi-eczahaneci amca buraya bi iyod basssana diye.bi gün topladım çocukları yenen takıma spor ayakakabısı alacam dedim.bi çocuk itiraz etti'benim sandaletlerim ali güven bi kere...ben istemem...

Fortunata dedi ki...

Sevgili Eczahaneci,
Ne güzelmiş bu anı. Ali Güven'den sandalet gerçekten ayrıcalıktır. Beğenmediği ayağa asla sandalet yapmaz kendisi. Hani parayla değil, adeta yalvararak alabilirsin ondan sandaleti:))
Vaktiyle anama babama yapmış ama bana- ki ayaklarım hiçte eğri büğrü olmamasına rağmen- hala yapmadı!Buradan kendisini koskocaman öpüyor ve de sitem ediyoruz:))