31 Mayıs 2009 Pazar

364 Gün Sonra Sapanca.

Saat beş. Annemin çok sevdiği kayın ağacının tam karşısında oturuyorum. Ayfer Hanım'ın ortancaları da hemen sağımdalar. Henüz açmamışlar ama o kadar neşeli ve sağlıklılar ki, mutlaka onları görmek için geri döneceğim. On iki dönümlük bir ormanın ortasındayım. Rivayete göre en az dört kaplumbağa, bir sincap ile iki kedi de civarda yaşamaktalar. Zilli -kendisi evin köpeği olur- ev halkına dahil olduğundan onu hayvanlar alemi listesine almıyorum.
Önümde uzanan ağaçların hemen ardında göl var. Buradan bakınca başını ve sonunu göremediğim için onu koskocaman bir deniz gibi algılıyorum. Bu manzarayı ilk gördüğüm gün o kadar beğenmiştim ki, çok uzun zamandır bir mekanı sevmediğim kadar sevmiş, ona yeniden hayat vermek için derin bir istek duymuştum. Ve başardım! Ben değil, ama benim aracılığımla harika bir çift burayı cennete çevirdiler. Şimdi ben, onların sağladığı konforlu ortamda, göle bakan pencereli odamda harika bir gün ortası uykusu uyuduktan sonra balkondayım. Hayalimdeki sahneyi yaşıyorum: yazıyorum!

Sadece kuş sesleri ve bahçeden gelen çaba tıngırtısı dışında yalnızım. Annem ve Semra abla içeride film izliyorlar. Annem bir kere daha "sanat filmi" denemesi yapıyor:)) Hava puslu, kahvem sıcak. Hafif bir esintinin saçımı yüzüme değdirip, dudağımın kenarını gıdıklaması dışında hiç bir taciz yok dışarıdan. Ya içeriden?

Tam bir yıl önce Sapanca Maşukiye Köyü'ne geldiğimde deftere yazdığım notlara bakıyorum: .....

Aradan geçen 364 günde ne o günden, ne de saatlerden hiç iz kalmamış diyemem. Yaşanan her şey iz bırakır. Bu yüzden kalbimiz, yüzlerce çizik atılmış bir karatahta gibidir. Burada önemli olan çiziklerin hangilerinin tebeşirle, hangilerinin hain bir öğrencinin çakısıyla oluşturulduğudur. Tahtalar silinir, temizlenir ve izlerin yerinde sadece tebeşir tozu kalır. O da uçar gider bir süpürgenin ucunda. Kalbe atılan çizikler ise farklıdır, silinmez. Yine de zaman neredeyse her şeyi süpürür. Hafifletir. Affeder. En derin öfkelerin yerini sakin bir dudak büküş alırken, en büyük aşk hikayelerinin anısını kararlı bir eş unutturur. Ve hayat devam eder... Rahmetli Freddy'nin dediği gibi: show must go on!

Bu eve ilk geldiğimde eski bir aşıktan kurtulmaya çalışıyordum. Kalbimi kaptırdığım adam dünyanın öbür ucundaydı ve ben hiç beklenmedik bir başlangıç için yemyeşil bir yolun ağzındaydım. Ruhumu, içine yuvarlandığı örümcek ağından kurtarıp, sağlam bir başlangıç yapmak istiyordum. Üzerime bulaşmış tebeşir tozunu silkelerken, kalbimde kalan derin çentikleri macunla dolduruyordum. Bunu, bana dikkatlice bakan bir çift göz karşısında yapmak hiç kolay değildi... Bir yandan yol almaya uğraşırken, diğer yandan iyileşmeye çalışmak içimi allak bullak etmişti.
Hatırlıyorum da, erkenden kalkıp çatıya çıkmıştım. Pencerenin pervazına oturup, uzun uzun gölü seyretmiş ve sonra bu bahçeye yeniden hayat getirebileceğimi hayal etmiştim. Koskocaman bir atölye, bir dikiş odası ve güzel bir kitaplık! Zaten şömine vardı. Mutfak ise daha iyi olamazdı. Banyolarda da fazla bir iş yoktu aslında. Belki alt banyo hamam haline getirilebilirdi çok sonra. Bol bol çiçek ekmeliydi. Mutlaka hamak olmalıydı ve japon balıkları için minicik bir havuz. Düşüncesi bile havalara uçurmuştu beni. Koskocaman aile yemekleri, eş dost toplantıları canlanmıştı gözümde...

Ve dün akşam gün batarken, Sema'nın muhteşem sesine vızıltı yaparak "mazi kalbimde bir yaradır..." diye mırıldanıp, fenerleri tek tek ağaçlara asan Mehmet abiye yardım ederken bütün bunları düşündüm yeniden... Buradan geçen ruhumu gördüm çam ağacında. Oturmuş ayaklarını sallıyordu sakin sakin. Belli ki benden bir şey kalmıştı bu ormanda. Güzel hislerimi serptim üzerine. Buradaki varlığımıza vesile olan tüm ruhlara teşekkür ettim usulca.

Zaman affedicidir. Zaman kıymetlidir. Zamanı ciddiye almayan aldanır. Aldanmışlar yalnız kalır.



Sapanca, 31 Mayıs 2009

Hiç yorum yok: