1 Ocak 2009 Perşembe

Önce Kaybet, Sonra Peşine Düş!


Bazen sokakta kolsuz , bacaksız insanlar gördüğümde hemen hemen herkes gibi " Tanrım, ne kadar şanslıyım" diye düşünürüm bencilce. Bencilce ? İnsanca belki de... Kaybetme ihtimalinin sızısını hissederek, sahip olduğuna minnettar kalarak... Ama kime?

Oysa bugün, yani yılın ilk gününde güzel bir kahvaltı ve kahvenin ardından caddede yürüken ve - Gazze birbirine girmişken bile tıpkı diğer savaşlarda ve katliamlarda olduğu gibi lay lay lom gezen, alışveriş yapan - mutlu(!) azınlığı seyrederken içimdeki derin boşluğa takıldı gözlerim, içimdeki derin anlamsızlığa. Manevi kaybıma. İşte tam o an, yanımdan geçen insanların yüzlerindeki tatminsiz ifade tokat gibi şakladı zihnimde. Bedenim yürümeye, dudaklarım bildik kelimeleri tekrarlamaya devam ederken, zihnim uçtu gitti uzaklara. Çoook eskilerde kalmış mutlu zamanlara...

Neydi ki yeni olan bugün? Savaşlar devam etmiyor muydu? Herkes anlamsız ve amaçsız hayatlarından sıkılmışlığını alışveriş ve abidik gubidik hobilerle yenmeye çalışmıyor muydu? Mutsuz çocuklar, zorlama ilişkiler cenneti değil miydi ortalık? Sevdiklerimiz işsizlik yüzünden depresyonda değiller miydi? Tüm hastalarımız şifa mı bulmuştu bir geceden sabaha? Ne olmuştu da biz yeni bir güne uyanmıştık? Ben bu sabahı diğerlerinden ayıracak ne yapabilmiştim hayatımda?

Bütün bu soru bombardımanı devam ederken, dudaklarım ezberlediğim cümleleri sıralıyordu dostuma: "üzülme canım, bak herkes derin bir mutsuzluk içinde. Hem biz ne kadar şanslıyız; güzel bir yerde yaşıyoruz, sağlıklıyız, elaleme muhtaç değiliz... Geçecek... geçecek tatlım..."

"Yooo" diyordu aynı anda, kuyruğunu kesip , boynuzlarını kırdığım şeytan: "yalan söyleme Elvan, geçmeyecek! Sen başlatmadığın sürece bir değişim olmayacak!" İşte o şeytan bana bu satırları yazdıran. Yazıyorum, çünkü o şeytanın bir zamanlar meleğim olduğunu anımsadım. Beni, yürüdüğüm caddedeki onlarca insandan ayıran ve hayatın anlamına çok yaklaştığım zamanlarımı hatırlattı bana. O dakikadan beri hayatımın sihirli sahnelerini ayıklamaya çalışıyorum darma dağınık olmuş akıl çekmecemden. Bir tane buldum desem inanır mısınız? Hem de daha caddede yürümeye devam ederken...

Aniden cadde, toprak bir yola dönüştü, tüm arabalar yok oldu. Durmadan tekleyen emektar Willys* içinde Victor ve ben vardık. Kendimi Dağbelen köyüne gittiğimiz güzel bir kış gününde, o en sevdiğim pazen elbisemle** gördüm. Yanımda Victor, omuzlarımda Gülben'in ( Victor'un annesi ) siyah üzerine pembe çiçekleri olan örgü şalı vardı.

Gülben bir kaç hafta evvel aniden felç olmuştu. Doktorlar B12 eksikliği demişlerdi. Oysa Victor doktorlarla aynı fikirde değildi ve annesinin vejeteryan beslenmesiyle bu durumun alakası olduğu fikrine tamamen karşıydı. Hatta bir ara durumu o kadar kötüleşmişti ki Gülben'in, mide kanaması geçirip hastaneye kaldırılmıştı. Yine de inadından vazgeçmemişti Victor.

Ben, kan vermekten, iğneden, serumdan deliler gibi korkan ben, kan vermek durumunda kalmıştım ona. Victor hala o anı anlatıp, "biz kardeş olduk artık" diyerek kahkahalar atıyordu.

Jeep, derme çatma bir köy evinin önünde durdu. Fatma Teyze karşıladı bizi. Oğlu yatalak ve gerizekalı olan bu yaşlı kadın, o iki büklüm haliyle bahçedeki ocağında inanılmaz lezzetli ekmekler pişiriyor. Victor ve ben işte bu ekmeklerden almaya geldik. Fatma Teyze bize ekmek ve peksimet verecek. Çünkü Victor'un lokantasında*** yalnızca bu ekmekler çıkartılıyor müşterilere.

Zamanımız yok, Gülben'e kısa bir süre Monica göz kulak olduğu için hızlıca eve dönmeliyiz. Ekmek torbalarını kucaklıyorum, sıcacıklar hala. Fatma Teyze'nin çorba teklifine, hiç istemeyerek "başka sefere" diyerek çıkıyoruz bahçeden. Ardımızdan ayağını sürüye sürüye geliyor, gözüm mavi lastikten çiçekli ayakkabılarına takılıyor: "bari şu domatlardan (domates) alıverin gari". Uzattığı iki küçük domatesi alıyorum. Öpüyorum yanaklarından, mis gibi odun kokusu sinmiş tülbentine.

Dönüş yolunda torbadan peksimet çıkartıyoruz. Elimizde peksimetler ve domateslerle kış güneşinin altında hafif üşüyerek yol alırken, Victor "işte Elvan, hayatın anlamı" diyor, domatesi göstererek ve ben de cevap veriyorum gülerek "peksimet ve domates!". Ama aradan geçen yıllar boyunca ben bunu unutuyorum....

Eve döndüğümüzde Hatçe Nine bahçesinin duvarından mandalina uzatıyor bize. Hatçe Nine Victor'un kapı komşusu. Eski püskü bir evde oturuyor alkolik oğluyla. Ama o, inanılmaz barışık hayatının trajedisiyle; diktiği bitkileri, oğlunun içip kenara yığdığı bira şişeleriyle çevrelediği bir bahçesi var! Kahverengi ve yeşil şişelerle çevrilmiş bu bahçenin güzelliği akıllara zarar! Onun alkolle mücadele şekli bu! Hatçe Nine asla söz söyletmiyor oğluna. Ben onu çok seviyorum. Onun, hayatın "tü kaka" dediği bir hikayeyi, bireysel bir masala çeviren gücünü seviyorum.

Avluya girdiğimizde bizi Fransuva ve kızı karşılıyorlar. Onlar Victor'un Fransa'nın bir dağ köyünden gelen gezgin arkadaşları. Bütün akşamı ve geceyi hep beraber mutfakta geçiriyoruz. Gülben tam karşıdaki odada yatıyor. Pişirdiğimiz yemekleri ve Fransuva'nın yaptığı cevizli çörekleri onun olduğu odaya taşıyıp beraberce yiyoruz. Herkes mutlu. Oysa Gülben çok hasta... Victor bir bebek gibi bezliyor ve besliyor annesini. Ben hayatımın aşkından ayrılmışım, Görkem Victor'u terk edip Avusturalya'ya dönmüş. Lokantanın inanılmaz bir borcu var. Bu kocaman Rum evini ısıtmakta zorlanıyoruz... Herşey feci. Ama mutluyuz. Masamızdaki tüm hikayelerle barışık ve huzurluyuz. Olmak istediğimiz yerdeyiz yani tam bedenimizin içinde, anda ve zamanda!

Bütün bu anlatıklarım yaşadığım ama nedense bir yerlerde benden uzaklaşmış ve itelenmiş zamanlardan kalan sihirli sahnelerindendir ömrümün. Hepsi, o karman çorman akıl çekmecemden çıktılar. Bana bunu yapan ise caddedeki insanlar. Sigara içen, yerlere tüküren, ceplerindeki para ile kendilerini hayatın hakimi sanan, aslında hiç planlamadıkları bir yaşamı sanki her şey kontrol altında ve tam da istendiği gibiymiş gibi caka satarak yaşayan zavallılar... Hepsine haykırmak istiyorum, bu değil gerçek demek istiyorum ama gücüm yetmez ki...

Ben onlardan biri oldum mu? Yooo olmamışımdır, olduğuma inanamam. Ben paranın gücüne hiç inanmadım ki. Peki o zaman nerede ve ne zaman yaşamak istediğim hayatla, yaşamamı istedikleri hayat arasında kayboldum?

Bilmiyorum... Bu kaybolma o kadar canımı acıttı ki, neyi kaybettiğimi bile unuttum. Oysa bugün gerçekten yeni bir şey oldu, bana yeni bir yıl geldi, anlamını kaybettiğim hayatımın peşine düşmeye ve ona yeniden anlam kazandırmaya karar verdim. Ailem de dahil olmak üzere, başkalarının beklentileriyle kendi isteklerim arasında harcanan zamanı noktalamak istediğimi, çünkü bu durumun ne onlara ne de kendime yaramadığımı gördüm.

Bütün bunların anlamı çok basit: kendimi, en çok beğendiğim zamanlara geri dönmek ve orada unuttuğum kimliğimi yeniden kazanarak önüme bakmak, hatta yeniden bir Willys tepesinde hayatın anlamını, kendi hayatımın anlamını yakalamak adına bir maceraya davet ediyorum!

P.Özer'in dediği gibi "Ölüm bir son değil, ben ondan korkmadıkça" ve H. Altınçekiç'in muhteşem yeni yıl mesajındaki gibi "neden korkuyorsun ki değişimden? Tırtılın ölüm dediğine Tanrı kelebek diyor!"



*Bu markayı Bodrum'un eski zamanlarını bilenler hatırlayacaktır. Komik bir jeep idi Willys. Bodrum-Bitez ve Bodrum-Gümbet arası yolcu taşınırdı onlarla. Bizim Willys ise Victor'un babasından kalmaydı. Gerçekten Allahlıktı!!

** Kumaşını Bodrum pazarından almıştım, o elbisenin adı "mutluluk elbisesiydi". Hala saklarım, hala inanırım bir gün giyeceğime.

*** Vejeteryan beslenmenin bu kadar moda olmadığı yıllardan bahsediyorum. O zamanlarda kimse ne otçul olmaktan , ne yogadan, ne de benzeri şeylerden neredeyse hiç bahsetmezdi. Bir tek vejeteryan lokanta yoktu yurdumda.

Oysa Victor doğuştan vejeteryan bir adamdır, kendisi anne sütü dışında hiç bir hayvansal gıda tüketmemiştir ve hala hayatına gayet sağlıklı bir şekilde devam etmektedir. Kıskandırıcı ama gerçek:))

4 yorum:

kelebeklerözgürdür dedi ki...

belki birçok insanın kendisinden bir beklentisi kalmadığı için, bunun anlamını, ne olduğunu unuttuğu için, beklentiler havada uçuşan ve uzanılıp yere duruma zamana konuma göre seçilen kostümlere, kimliklere dönüşmüş olduğu için şu yaşadığımız hızlandırılmış hayatta, mutsuzluk veya hissizlik kol geziyor. yavaşlamaktan hepimiz korkmuyor muyuz bazen delice...ama yavaşlayınca, veya vakit ayırınca kendimize kendimizi sormaya, bellekten birer birer kokular, anlar, sesler, zamanın bir yerinde ufacık ama sonsuza kalmış bir an'da hissedilenler sihirli bir kutudan çıkar gibi (hatta bazen pervasızca ve "rağmen") dökülüveriyor. hırs ve tatminsizlik bir yerlerde insanoğlunun ilerlemesi için biraz gerekliymiş galiba. öyle dendiğini hatırlıyorum. ama biz bu tuhaf çağın insanları, çok amaçsız ve başıboş koşmaya başladık.

sadece kendine, çok saçma görünse de çok manasız bulunsa da başkalarınca, kendi içinden gelen sese kulak verip onu takip edenler, koca otobanda kendi pathinde sessiz ve sedasız ama kendinden emin yürüyenler mutluluğu bulacak belki...çünkü kuru gürültüye kendilerini kaptırmayıp kendi içlerinden gelen sesle konuştuklarından, mutluluğun onlar için ne olduğuna kafa yormuş olduklarından, bulduklarında onu tanıyacaklar...

çoğu zaman bildiğimiz şeylerin farkına varıyoruz. bilmediklerimiz orada burnumuzun dibinde olsalar bile, görmüyoruz. bundan belki, geçmişe o toprak yola döndüğünde bugün onun mutluluk olduğunu biliyorsun, sana yol gösteren bir an oluyor.

mutluluk elbisenin sana çok yakışacağına eminim...çok bekletme :)..sen doğrunu birçoklarından çok daha güçlü sezebilen ve onun izini de çoklarından cesurca süren bir prensessin :)

Fortunata dedi ki...

Sevgili Külkedisi,
Bütün söylediklerini bir çırpıda okudum. Sonra tekrar okudum.. Azotnarkozu'nu geri istiyorum. Çünkü o olmadan kendimi her gece tek başına içen sevimsiz bir alkolik gibi hissediyorum! Oysa kadeh tokuşturmaya, iyi şeyleri anımsayarak içmeye ihtiyacım var. Ben sosyal içiciyim:))

kelebeklerözgürdür dedi ki...

sevgili rapunzel,
içmesem bile ben o masaya otururum :)
bu senin için:
http://kelebeklerozgurdur.blogspot.com/

hazır hissettiğimde, başlayacağım.

sevgiler

Fortunata dedi ki...

Bu haber bana yeter:)))