18 Ocak 2009 Pazar

Gerçeğin ve Değişimin Sancısı.

Yazdığım her satırın etrafımdaki birilerine dokunuyor olmasını gerçekten çok seviyorum. Bunu hayal etmek bile heyecan verici. Zaman zaman kelimeleri kötüye kullandığımı da itiraf ediyorum. Nihayetinde ermiş değilim ben, elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Fakat bazen öfkeme, yenişemeyişime ve daha pek çok kurtulmayı umduğum kötü huyuma boyun eğiyorum.
Bu hafta güzel tesadüfler sonucu, blogumu okuyan insanlarla tanıştım. İçimi ilk kez garip bir duygu kapladı; onlar beni tanıyorlardı ama ben sadece samimiyetlerine ve gülen yüzlerine uyumlanarak sohbete katılmakla yetiniyordum. Kötü hissetmedim. Sadece S. Yemni'nin "edebiyat soyunmaktır" cümlesi yankılandı kulaklarımda. Yıllar önce katıldığım bir kazıda kamp alanının ortasında duş almakta ne kadar zorlandığımı hatırladım.

Tanrım, hayatımın kabusu olmuştu yıkanmak. İlk üç dört gün denizle idare ettim. Ama tuzlu kalmayı çok sevmeme rağmen, sonunda derim tatlı su için inlemeye başlayınca havlumu ve şampuanımı kapıp, kampın tam ortasındaki duşun önünde sıramı beklemeye başladım.

Tahta bir platformun üzerinde iki duş vardı. Onların az ilerisinde ise iki tahta sandalye. İki kişi yıkanırken, diğer bekleyenler biraz denizi, biraz da yıkananları seyrediyorlardı. Hatta sohbet ederek yıkanmak bir tür gelenek olmuştu aralarında. Tabii ekibin neredeyse tamamı Amerikalı olduğundan, onların hayatında ciddi bir değişiklik değildi bu sistem. Zaten örtünmeyi, saklanmayı seven insanlar sayılmazlardı. Hem mayo vardı üzerlerinde, kimse çıplak değildi ki.

Nedense elimi kolumu kaldırıp saçımı yıkamaktan acayip çekindim. Kendimi hiç tanımadığım insanlara striptiz yapıyor gibi hissettim. Gerçekten zorlanıyordum. İşin ucunda, yabani ve müslüman olarak garipsenmek de vardı. Zaten, kamp alanında şalvarla dolaşmam beni onların gözünde doğulu bir dansöz yapmıştı bile! Oysa ben sadece biraz örtünmek istiyordum.

Neyse ki herşeyin bir kırılma noktası vardır; aradan geçen bir haftanın sonunda hem yıkanıp hem sohbet edenlere katılmıştım bile. Hatta ilerleyen zamanlarda kendimi bile hayrete düşürerek, kampa görevli gelen eski sevgilimi dahi umursamadan yıkanmayı başardım. Bütün bir kamp görmüştü banyo seromonimi, ondan kaçacak değilidm ya!

Şimdi aynı duygu yazarken sarmaya başladı içimi. Adını vermek istemediğim biri, eski sevgililerimin de blogumu okuduklarını söylemişti. Bence sakıncası yok, hatta güzel bir durum aslında. Demek ki birbirimizde bir iz bırakmışız ve hala bir başka boyutta da olsa alışverişimiz sürüyor. Pek çoklarının başaramadığını başarıyoruz. Üstelik sadece yazı aracılığıyla.

Beni asıl düşündüren yabancılar; şahsen tanımadıklarım.. Alçalıp yükselen ruh hallerimde yazdığım, anlık heyecanlarla ballandıra ballandıra anlattığım onca şeyin içinde gerçekten beni görüyorlar mı? Görüyorlarsa da bunun sakıncası var mı? Ya da ben aslında görülmek mi istiyorum? Ne hissediyorlar? Gülüyorlar mı? Duygulanıyorlar mı?

Ne kadar karışık değil mi? Mesela ben J.Winterson ve S.Yemni okurken onları kitapta yakalıyorum! üstelik bu acayip hoşuma gidiyor. Sadece yazı üzerinden tanışıyoruz fakat neredeyse sohbet ediyoruz! Sanki bana yazdıkları yüzlerce mektubun derlenmesi gibi kitapları. Kişisel tarihlerini, çocukluklarını, hatta en derin tarmvalarını bir takım kurguların ve anlamı güçlendiren ustalıklı metinlerin arasında sunuyorlar. O metinlerde, zamandan ve mekandan taşıp, bana doğru ılık ılık akan bir şeyler var. Bunu seziyorlar. Beni değilse bile; benden uyandırdıkları hissi biliyorlar. Muhtemelen yazmayı bağımlılık haline getiren de bu.

Toparlarsak, şimdi yani şu an için ellerimi nereye koyacağım konusunda zaman zaman zorlandığımı itiraf ediyorum. Ama yine de biliyorum ki, blog yazarak başlamanın en büyük avantajı okuyanların tepkilerini hemen alabilmek.
Bu durumda inanıyorum ki yani inanmak istiyorum ki, şimdi beni inceden inceden tedirgin eden izlenme duygusu, zaman içinde en hoşlandığım ve bağımlısı olduğum bir yaşam şekline dönüşecek.

Okuyan olmadıkça yazmak istemeyeceğim, eskiden köşe bucak sakladığım satırları, daha çok insan okusun diye neler yapabilirimi bulmak için kafa patlatacağım. Böylece Kuzey Kutbu'nda yaşayanlara ulaşabileceğim! Onları ne kadar çok merak ettiğimi öğrenecekler!

Yazı, bence insanlık tarihindeki en önemli buluş! Ayrıca benim tarihimde de en önemli buluş.

Bu gece Külkedisi'nin yazdıklarını okurken ağladım. Kendimi onlarca döşeğin altına saklanmış bezelyeyi farkeden evsiz prenses gibi hissettim. Haftalar sonra sadece Külkedisi'nin evinde uyuyabilmemin sırrı da bu olmalıydı; onun varlığının katıksız gerçekliği. Samimiyetinin kostümsüzlüğü. Beni en çok düşündüren cümleleri, bir çocuğa sunar gibi şefkatle fısıldayışı...
O, içimden geçirip ard arda sıralayamadığım karmaşamı satırlara dizmiş, kendi deneyimleriyle bezemiş yazısını! Tanışıklığın büyüsünü elbette azımsamıyorum. Bir ressamın atölyesine girmek, bir yazarın kütüphanesinde gezinmek, hayatına tanıklık etmek elbette algıyı derinleştirir. Buna itirazım yok. Fakat anlatım yeterince güçlüyse ve ardındaki duygular "gerçek" ise bence bu, birbirini kelimeler üzerinden tanıyan insanların arasında, gerçek dünyayı hiçe sayan köprüler kurabilir.
Bugün sayabildiğim kadar köprü var içimdeki kanallarda, bir gün sayamamayı diliyorum. Yazı büyülüdür, en az gerçek kadar!

11 yorum:

Brajeshwari dedi ki...

Her yazında, beni sana ulaştıran o köprülere teşekkür ediyorum. Bu şeffaflığından inanılmaz keyif alıyorum. Kimin seni okuduğu - ancak kimin o köprülerden geçip sana ulaştığıyla aynı değil bence..

Brajeshwari dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
Fortunata dedi ki...

Sevgili Brajeshwari, gerçekten çok haklısın. Sevgilerimle:))

Disegno dedi ki...

Yazılar yazıyordum, unuttuğum yaşayamadıklarıma dair...
Bu akıcı,şairane dilinle yazdıklarını okudukça unuttuğum, bazen de yaşayamadığım sorunları hatırlıyorum.
Yazsam roman olmaz ama sen yazınca güzel öyküler oluyor.

Fortunata dedi ki...

Sevgili Dostum Disegno,
Sen ki onca işinin arasında zaman ayırıp yazdıklarımı okuyorsun, daha ne isterim hayattan? Bir kaç yorum daha bırakırsan ansiklopedi bile yazabilirim:))

kelebeklerözgürdür dedi ki...

winterson'ın bir öyküsündeydi yanlış hatırlamıyorsam, kanalların ve köprülerin ve binaların sürekli yer değiştirdiği o kent...içindeki kanallarda sular bazen yükselip bazen alçalırken, köprülerin ve o kentte karşılaşacağın herşeyin seni hep güzel şaşırtması dileğiyle...hep yeniden kurulan bir kent, hiç yok olmaz değil mi...yazmanın çeşit çeşit keyifleri arasında, kendi içindeki o hem çok iyi tanıyıp hem hep ıskalar gibi olduğun o şeylerin izini sürerken, o sözcüklerle başkalarına da dokunabildiğini farketmek de var belki...

ben sana rastladığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. etrafında, yakınında benzer şeyleri hisseden birçok insan olduğunu da biliyorum. bazen merak ediyorum. rapunzel önceki hayatlarında kimdi....gerçekten bir masaldan geliyor olabilir misin sevgili rapunzel?...

kelebeklerözgürdür dedi ki...

ayrıca, hangi prenses hem o bezelye tanesini farkedecek kadar hem de gerektiğinde kibarlık edip veya hayat deyip onu yok sayabilecek kadar masalın ve gerçeğin binbir yüzüne açık? :) masallar ve gerçekler içinde hep neşeyle gezinmen dileğiyle...

Fortunata dedi ki...

Külkedisi,
Birbirene durmadan yol veren sevimli ihtiyarlara benzedik seninle:)) Söylediğin her şey için teşekkür ederim.
Kentlerle ilgili hikaye sanırım Vişne'nin Cinsiyeti'ndeydi. Jordan'ın yolu Fortunata'yı ararken oraya düşmüştü.
Geldiğim yer konusunda ise inan benim de kafam çok karışık. Muhtemelen henüz hatırlayamadığım bir masalda işlediğim - ya da iftiraya uğradığım - bir suç yüzünden bu gezegene gönderilmiş olmalıyım. Fakat baksana cezam ödüle dönüştü! Sen varsın, sevdiğim onlarca insan var:))

Sade dedi ki...

güzel bir yazı ilk kez uğradım ama sanırım son olmayacak!

Fortunata dedi ki...

Hoşgeldin Sade:))

pilatescadisi-pilateswitch dedi ki...

Kristal kanatlı meleğim....Neden böyle demek istedim bilmem...Böyle geldi.. Kanatlarını her nazlı nazlı ve en ağırından çırpışında bile binbir ışık ve renk hüzmesi ile sonsuz titreşimli billur sesler yayıldığı için mi acaba senden...