21 Ocak 2009 Çarşamba

Yavan Hayatlar, Yetersiz Baharatlar.

"Bana iyi gelen bir şeyi neden terk ettim?" Bütün gece bunu düşündüm. Sonunda açık açık gördüm tabii; ben bunu hayatım boyunca yapmıştım! Korkularım ve olumsuzladığım gelecek değil ise, nedir ki bana bunu yaptıran?

Londra'dan neden döndüm ben? Oysa hayatımın en huzurlu uykularını orada uyumamış mıydım? Hem o ülkede istediğim her şey yok muydu? Sanat, tarih, nehir, uçsuz bucaksız yeşillikler ve keşfi yıllar sürecek olan binbir renkli kocaman bir hayat. İstesem bile sıkılamayacağım kadar zengin bir hayat. Ama battı bana rahat! Mutlu olmayı göze alamadım, bu benim seçimin diyerek, önüme serilen şeye kollarımı dolayamadım. Kendimi feda etmek ve ailemi bahane ederek eve dönmek daha güvenli geldi. Bir seçim yapıp sorumluluğunu taşıyamayacak kadar cesaretsizdim. Oysa ben, orada ve tam o anda mutluluğu göze alabilseydim, eminim pek çok hayatı epeyce değiştirebilecektim. Ama mutlu olmayı seçmektense, geleneksel olana sığınmak daha güvenli geldi. Kendi hapishaneme kendim girdim kuzu kuzu!

Mutluluğumuza ve huzurumuza neden çomak sokarız? Hangi korkudur insanı kendinden kaçak kılan?

Dün akşam yoga dersinde Meral ile biraz sohbet etme fırsatım oldu. Geçen aylarda katıldığım derslerde ne kadar hoş bir kadın olduğunu düşünmüştüm ama hiç konuşmamıştık. Bu korku meselesini o açtı aslında. Ben örttüm, o açtı!

Ben ki etrafımdaki herkesi "denenmişi boşverin, asıl denemediğimizde olabilir tüm sırlar" diyerek, risk almaya teşfik ederken, kendim bu söylemin neresinde duruyordum acaba? Neden bana iyi gelen şeyleri terk etmek ya da en iyi haliyle ertelemek eğilimindeydim?

Yoga. Bal gibi de iyi gelmişti bana, fakat ara verdim. İş, sağlık, mesafe ve buna benzer onlarca bahaneyle erteledim durdum. Sonuç? Sadece sağlığım bozuldu! Uyuyamaz hale geldim. Sürekli zihinde olmak ve her zırvalığı akılla çözmeye çalışmak beni yedi bitirdi. Belimin ağrısından nefes alamaz hale geldim. Hayata, akışa ve kendi isteklerime teslim olmadığım tüm dakikalar boyunca savruldum durdum.

Ya siz? Bana farklı bir durumda olduğunuzu söylemeyin. Bize öğretilenler o kadar baskın ki, yanımızdan geçip giden asıl hikayemizin kokusunu aldığımızda genellikle epeyce gecikmiş oluyoruz. O zaman canımız kımıldamak ve güvenli olanı bırakmak istemiyor. Riskli bir mutluluktansa, bildik bir mutsuzluğun kollarında yuvarlanmayı tercih ediyoruz. Türlü bahaneleri baharat yapıyoruz yavan hayatlarımıza. Sadece oyalanıyoruz... Oyalanarak ise en kıymetli şeyi kaybediyoruz: Zaman!

Peki neden şikayet ediyoruz? Seçimleri yapan biz değil miyiz? Biz değil miyiz kendimiz yerine diğerini/diğerlerini seçen? Onların önceliklerinden geri kalanlarla avunmaya çalışan da biziz... Bu yetmediğinde ise önümüze gelene yüz tekme oyunu oynar gibi, herkesi suçlayan kim?

Sezmekle, bilmek arasında önemli bir fark var. İçimdeki korkuları bilirdim, kararlarımdaki kaypaklığı da bal gibi görürdüm ama asaletime hiç yakıştıramazdım dillendirmeyi. Şimdi kaftanımı serdim aşrama, yoga yapıyorum yeniden. Tacım ve asam, krallığımın hazine odasına kaldırıldı, bir sonraki emre kadar onları görmek bile istemiyorum. Şimdi canım sadece yere uzanmak ve korkularımdan kurtulmak istiyor. Bana iyi gelene teslim olmak, yanımdan geçen ve yaşamaya cesaret edemediğim hayatın tadına bakmak istiyorum; tadı iyice kaçmadan evvel!




1 yorum:

simla müderrisoğlu olgun dedi ki...

süper sorular var içinde...herkesin cevaplaması gereken..(en azından kendi içine cevap vermesi gereken...)

belki cevaplarımı yazıma saklarım...

saoll..düşündürdüklerin için..

: )