30 Ocak 2009 Cuma

Aşk-ı Memnu

Sıkıntıdan televizyon kanalları arasında hoplayıp zıplarken, bir dizide kilitlendim dün akşam; Aşk-ı Memnu! Sahne şöyleydi: yıllar sonra eski sevgilisi ile karşılaşan kadın, olabildiğince sakin bir tavırla bir kaç kelime ettikten sonra, adamdan uzaklaşırken, kendisine "kimdi o?" diye soran çocuğa cevap verir: "eski bir hayal kırıklığı!"

Ne var bunda diyecek olursanız, aslında ilk kez duyduğum bir laf değil. Sadece ilk kez ne demek olduğunu anladım. Çünkü son aylarda etrafımdaki pek çok kadın için hayatlarındaki erkekler tam bir hayal kırıklığı! Ama nasıl oluyor ve bir zamanlar hayatımızın anlamı olan, bir an gelip hayal kırıklığımıza dönüşüyor? Biz bu dönüşüm sırasında, hangi virajda savrulurken kaybediyoruz yan koltuktaki şahsiyeti? Arabaya binerken aynı yere gideceğiz diye anlaşmamış mıydık?
Bilmiyorum, bilemiyorum.. Çünkü ben o kadar uzun süre dayanabilenlerden değilim. Ne zaman kendimi veya karşımdakini ilişkide hayal kırıklığı olarak algılasam, hemen kaçmayı ve sıfırlanarak yeniden başlamayı tercih ettim. Kendini son sürat giden arabadan atanlardanım ben.
Ya siz? Hala arabada mısınız? Elbette bu da bir seçim. O zaman arada bir hız kesip yan koltuktaki insana bakar mısınız lütfen; belki acıktı, belki midesi bulanıyor? Sadece yan yana oturuyor olmak vicdanınızı rahatlatmasın, ona borçlusunuz. Ondan sorumlusunuz. Çıkartın cebinizdeki haritayı ve kafa kafaya verin, hala aynı yere mi gitmek istiyorsunuz? Yola çıktığınız andan itibaren beklentilerimiz her virajda değişirken, ne kadar paralel kalmış hayalleriniz birbirine? Of of, uykum olmasa ne çok devam ederdim ama...

O sıradan dizi bana buna benzer şeyler düşündürdü. Araba bir ağaca toslamadan atladığım için çok şanslı hissettim kendimi. Ki ben uçurumdan atlamıştım ve paraşütüm de açılmamıştı! Velhasıl kıçüstü oturmuştum:))

Son olarak, bende büyük bir laf etmek isterim kendimce: Yıpranan her şey atılmalı. Buna duygular da dahil!














28 Ocak 2009 Çarşamba

Sebepler Değişmedikçe Sonuçlar Değişmez...

"Sebepler değişmedikçe, sen sebepleri değiştirmedikce, sonuçlar değişmeyecektir" diyor hocam. Belimin ağrısına bir de boynum ağrısı eklendi dediğimde ise yine aynı cümleyi tekrarlıyor... Ardımda bıraktığım işleri temizlemeden ileri bakamayacağımı... Bedenim bana bunu anlatmaya çalışıyormuş... Üstelik, gerçeği yüzüme çarpmak bir yana, boydan boya sıvıyor her yanıma! Ben ne mi yapıyorum, değiştirebileceğim şeyler için artık hareket etmek zorunda olduğumu nihayet kabulleniyorum! Yoksa daha fazla dayanamayacağım ağrılara.

Güven Hoca ( evli olmasaydı, şu dünyada evlenmek isteyeceğim tek adamdı... ) vardı okuldayken, "insanoğlu bir sabah kalkıp haydi artık homo sapiens olalım diyerek evrimde yol almadı, bu bir süreçtir" derdi. Benim içimdeki evrim de tıpkı böyle diye düşünüyorum, bir süreç. Biliyorum ki, bu sabahı diğerlerinden daha yaşanılası kılan büyük bir değişim yok hayatımda ve olmaması da gayet normal. Peki neden ben mucize bekler gibi, o her olumsuzluğun aniden silinip gidilebileceği sabahlara inanarak ömrümün ilk yarısını telef ettim acaba? Çünkü ben evrimden ziyade devrim istedim de ondan!
Buna o kadar inandım ki, sonunda bu inadımı kendime zırh yapmayı başardım!
Sonuç? Elde var hayatın kalan yarısı. Asıl soru "şimdi bu kalan yıllarla ne yapmalı?" Külkedisi'ne göre hayatı dostlar dışında bir sevgiliyle de paylaşmak lazım. Haklı tabii. Belki de etraftaki adamlara tekrar ve kati şekilde, alıcı gözüyle bakmalıyım:)) Sıkıntı da burada başlıyor zaten, ben baktığımı görmüyorum!
Bakar körüm ben. Hatta duyar, duymazım. Tıpkı Eda Liza* gibi, işime gelmeyen bakışları görmem, işittiğimde içime dokunmayan kelimeleri duymazdan gelirim. O kelimeler, kulağımın içinde umutsuz bir tur atıp çıkmaya mahkumdurlar.

Özetlersek, gözlerini kalbime diken, kelimelerini kalbime fısıldayan birine ihtiyacım var, daha azına değil. Adamın birini alıp, yavaş yavaş "ağamsın, paşamsın" diye pohpohlayarak yola getirip, sonra da bravo bana diyerek oturup, memnun olamayacağım çok açık! Bende o yetenek yok!

Bu durumda işler ne kadar zorlaşıyor farkında mısın? Sonra kızıyorsun bana huzurevi planları yapıyorum diye... Ama ama başka çare yok ki? Aaa pardon bir tane var aslınsa, Mehmetus'un yanına gidip serserilik yapmak. Sanki hayat yirmi yaşımda kalmış gibi tüketmek ömrü.. Olmaz mı? Yine mi firar sayılır? Tamam tamam, açıyorum gözlerimi ve kulaklarımı. Sadece deneyeceğim, benden fazla bir şey umma:)) O da sırf ağrılarımdan kurtulmak için!


*Eda Liza üç yaşında!


Önemli Not. C.tesi tam gün aşramda ücretsiz etkinlikler olacak. Kim bu Nazmi Hoca ve ne halt eder bu insanlar diyenleri bekleriz:

http://www.gurudwaraashram.com/ ya da www.nazmigur.com 'dan detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz.

25 Ocak 2009 Pazar

Karnenizde Kaç Kırık Var?

Neden onun hayatında vazgeçilmez olduğunuzu düşünüyorsunuz? Bence değilsiniz. Eğer dünyaya gelmesine sebep olmak ve temel ihtiyaçlarını karşılamak dışında bir çaba içinde değilseniz, ondan bir şey anlamamışsınız demektir. Size verilen bu inanılmaz hediyenin farkında değilsiniz demektir. Sıradan ve hatta vasatsınız...
En son ne zaman onun için bir mucize yarattınız? En son ne zaman hiç ummadığı bir anda onu kucağınıza alıp havalara fırlattınız? Yoksa çok mu şişmanlamış? Şişman çocuk mutsuzdur. Ruhunun açlığını, mutsuzluğunu yemekle gidermeye çalışır. Şişman ve mutsuz çocuk ise inanamayacağınız kadar hırçındır. Çünkü yalnızdır!

Bu durumda karne sizin. İçindeki tüm iyi notlar sizin eseriniz; demek ki ona somut başarılar için örnek olmayı başarmışsınız. Bravo! Ona hayatta onaylanmak için başarılı olmak gerektiğini öğretmişsiniz. Peki ya elle tutulup, gözle görülemeyenler? İnanç? Sevgi? Kendini onaylama? Seçimlerinden memnuniyet duyma, haz? Karnesinde bunlar için not verilmiş mi? Kaç almış aileniz samimiyetten? Geçmiş misiniz mutluluktan? Size kaç vermiş hayat anne baba olmaktan?
Bugün telefonda hüngür hüngür ağlıyor arkadaşım; "her boku var ibnenin evladının, yaptığı şımarıklık" diyor. Tatile götüreceklermiş ama sırf karnesi iyi diye, yoksa layığı dayakmış aslında. Kaç tane gözlük kırmış bir dönemde biliyor muymuşum? Her ay olay varmış okulda... Bıkmış. Köpek gibi çalışıyormuş ama takdir eden kim?
Çok üzüldüm. İçim sızlayarak dinledim. Sadece üzülmemesini söyleyebildim. Her şey yoluna girerdi yakında. Ne diyebilirdim ki? Benim çocuğum yok ki akıl vereyim. Sadece hissediyorum; yanlış yolda, tam da korktuğu gibi davranıyor oğluna. Eskiden konuştuğumuz gibi, kendi babası gibi davranıyor...
Bir çocuğun her şeyden evvel sevgiye ihtiyacı olduğunu bozuk plak gibi herkes tekrarlar. Ama doğrudur. Çocukların sevgi ve huzur dolu ortamlara ihtiyacı vardır. Yeterince beslenmemek gibi, yeterince sevilmemek de sorun yaratır gelişimlerinde. Yapılan klinik deneyler göstermiş ki, aynı miktarda yemek yiyen ve aynı miktarda enerji harcayan çocuklardan, sevilip kucaklanmayanların fiziksel gelişimlerinde bozukluklar belirmiş; kimi aşırı şişmanlamış, kiminin saçı dökülmüş, kiminin ise gelişimi iyice yavaşlamış...
Huzura duyduğumuz ihtiyaç anne karnında başlar. Çocuklar evcil hayvanlar gibidir, yaydığınız enerjiden anlarlar ne durumdasınız. Herkesi kandırabilirsiniz ama onları asla. Taa ki onlar belli bir yaşa gelip, sizin gibi mutluluk oyunu oynamaya başlayana kadar... O zaman roller değişir, siz üzülmeyin diye onlar da başlamıştır her şey yolunda oyunu oynamaya! İşte bu sizin eserinizdir! Dünyaya kendini kandıran, kendine söylediği yalanlarda boğulmak için kulaç atan bir canlı hediye etmişsinizdir! Hatanızı aktarmışsınızdır, korkunuzu bulaşmıştırmışsınızdır! Maneviyatını beslemediğiniz çocukların gideceği yer neresi sanıyorsunuz?
Uğruna dünyayı devirecek kadar sevdiğimiz çocukların tüm davranışları anne ve babalara aittir. O karneler sizin, okuldaki kavgaları çıkartan sizsiniz, şişman olan, huzursuz olan da sizsiniz. Siz mutlu olmadıkça, samimi davranmadıkça daha çok gözlük kırılacaktır tenefüslerde.
Kendi hayat karnenize bakın bu gece; kaç tane geçer notunuz var maneviyattan? Eminim çoğunuz okuldan kovuldunuz!




22 Ocak Rüyası.

Bunca zaman sonra buradasın, rüyamdasın! Ne bir öfke, ne de en küçük bir dargınlığım yok sana. Öyle yaşamamız gerekiyordu, biz de öyle yaşadık.
Yüzüme bak lütfen. Sadece özlemişim, çok ama çok özlemişim. Sana sıkı sıkı sarılmak dışında hiç bir isteğim yok. Ben bile inanamıyorum bu içimdeki duyguya.
Senin hiç bilmediğin bir evimizin kaleye bakan odasındayız. Önce gündüz, sonra Ay var gökyüzünde; turuncu, batmak üzere ve bulutlara saklanmış. Bize benziyor.
Pencereden bakıp, denize gitme hayalleri kuruyoruz. Aynı denizi mi düşlüyoruz? Şaşkınız, biraz yabancıyız hatta. Sen şişmanlamışsın ama yakışmış. Saçların ne kadar yumuşak; tuz kokuyor. Lütfen ağlama, birbirimize borçlu değiliz, her şey geçmişte kaldı. Bu sadece bir rüya... Benim rüyam.

Gece bizi örtüyor. Örtmek istediğimiz her şeyi örtebilir. Gece utançlarımızdan daha güçlü. Utanma artık. Sabah bu evden çıktığımızda herkes gerçeği öğrenecek! ( Ya da en azından ben bu gerçekle uyanacağım... ) Fakat hazır değilim ve ben hazır olmamak ne demek şimdi anlıyorum... Ama bu bir rüya...
Sadece özlediğimi itiraf edecek cesaretim olduğu için rüyamdasın. Yeni bir başlangıç için değil. Hadi git lütfen, benim uyanmam lazım. Yok yok dur, bir kere daha sarılmak istiyorum. Doğumgünün kutlu olsun.... Veremediğim tüm hediyeleri hayat versin sana...

24 Ocak 2009 Cumartesi

Çakal Carlos & Vahşi Kaplan.

Pazar günlerini severim. Bende ne Pazar, ne de P.tesi sendromu yoktur. Açıkcası hiç olmamıştır. Çünkü bizim ev hiç boş kalmaz, geleni gideni bol bir mekandır. Annemi razı edip koltuklardan ve duvarlardan kurtulabilirsek, iddia ediyorum çift kale maç yapacak sahalar yaratılabilir. Elbette evin ebatlarından ziyade hareketi sevmemizden kaynaklanıyor insan trafiğimiz.
Kimse alınıp gücenmesin ama bütün bu trafik içinde en favori yayalar Çakal Carlos ve Vahşi Kaplan.
Onları gayet yakından tanıyorsunuz ancak bu yeni isimleri nasıl kazandılar ve Pazar akşamımızı * nasıl şenlendirdiler o bölümü henüz bilmiyorsunuz.
Malum, hava hepimizi lodos balığına çevirdiği için denize falan çıkılmadı. Kahvaltı saatinden akşama yayılan bir yeme içme günü yaşadık. Tam, hay Allah kızları göremedik bugün derken, kapı çaldı! Bilin bakalım kimler gelmiş? Eda, Leyla, Agi ve Altuğ!
Altuğ bizimle kalamadı, onun mesai harcaması gereken iki koca bebeği daha olduğu için çabucak ayrıldı. Biz de kızlarla kaldık. Leyla ile aramızdaki aşk tam gaz devam ediyor. Tam Eda beni umursamıyor, artık iyice kendine döndü derken yeni bir sevdalım oldu sanırım. Her görüşmemizde minicik kollarıyla bana doğru koşup yüzünü göğsüme gömmesine deliriyorum. Fakat asıl eğlence kızların Prusya Kralı ile olan iletişimlerini izlemek.
Eve ilk girdiklerinde hemen onu soruyor Eda,"nerede?", sonrada hızını alamayıp odasına bakıyor. Bu Pazar da aynısı oldu. Ardından ne yapıp edip Egemen'i mısır patlatmaya ikna etti. Kızlar, kucakladıkları kocaman mısır patlağı çanaklarıyla salonun ortasındaki piknik alanına yerleştiler. Sevgi Hanım onları örtü üzerinde yemek yemeye ikna etmeyi başardı sonunda. Fakat ne kadar yalvardıysak da Eda Fransızca Dans etmedi! Merak edenlere hemen açıklıyoruz; pembe bir tütü giyer ve altın buklelerinizi bir öne bir arkaya savururken, A la vi, a la vu derseniz biz bu eyleme "Fransızca Dans" diyoruz:)))
Eda, naz yapmakla meşgul iken, Leyla karamelli çikolataların kaynağına doğru emin adımlarla ilerledi. Birer ikişer yürütülen çikolatalarla ilgili yegane sorun kağıtlarını açmaktı ki, o saniye epeyce hızlı davranıp bol miktarda çikolatayı ceplerine stokladığını anladık. Eh bu davranış Çakal Carlos adını beraberinde getirdi tabii. Unutmadan, Leyla'nın gülerek size doğru yaklaşıp kollarını açmasına her zaman güvenmeyin, bazen hızını alamayıp dişlerini geçirebiliyor!
Egemen ve ben onun bu seri hareketlerine katıla katıla gülerken, Eda'nın "hadi ben vahşi kaplan olayım, sen de köpek ol" demesiyle neşenin dozu yükseldi. Eda kükreyip, pençelerini gösterirken, ve ben de havlarken, annem Leyla ile olabildiğince gürültülü bir saklambaç oynuyordu. Takdir edersiniz ki epeyce ses çıkartmayı başarıyordu. Hani biri kapımıza gelse durumu nasıl açıklardık gerçekten düşünmek istemiyorum! Doğrusu, umurumda da değil:))
İşte böyle, artık Nasıl Fransızca Dans edebileceğinizi biliyorsunuz; sadece pembe bir tütü ve a la vi, a la vu:)) Şimdilik Dalyan Apartmanı Pazar günü maceraları bu kadar. Bakalım yarın neler olacak?
*Geçtiğimiz haftanın Pazar gününden bahsediyorum.

22 Ocak 2009 Perşembe

Geçmiş Zaman Olur Ki..

Sene bilmem kaç, mevsim kış. Muse, Zuhal Olcay'ın Siyah Beyaz Dinleti'sine bilet almış. İlk kez Oyun Atölyesi'nde bir şey seyredeceğiz, aslında hem seyredip, hem dinleyeceğiz:) Bizim için çok keyifli bir gece olacak çünkü ikimiz de Zuhal Olcay'ı çok beğeniriz. Daha doğrusu ben hayranıyım, Muse fanatik!

Salona giriyoruz. İlginç bir ikiliyiz; Muse, harika bir kadife ceket, şık bir gömlek ve blucin giymiş, Ben? Pippi gibi turuncu pembe çizgili çoraplar ve kot elbisemle akıllara zararım! Bir tek balonum eksik elimde! Halimize bakıp bakıp gülüyoruz. İki dosttan ziyade, Luna Park'a giden bir baba kız gibiyiz:)

Ve sahne! Of of of, en önde oturmanın keyfiyle gözlerimiz parlıyor. Zuhal Olcay, uzun siyah tuvaletiyle çok zarif bir giriş yapıyor. Mest olmuş vaziyette yapışıyoruz koltuklarımıza. Gözlerimizi ondan hiç ayırmadan, daha doğrusu ayıramadan, her şarkıyla birlikte zaman tünelinde olmadık odalara uğramaya başlıyoruz. Bir süre sonra Muse'u yarı yolda bırakıyorum ve Zuhal Olcay'la beraber mırıldanmaya başlıyorum Yalnızlar Rıhtımı'nı. Şarkı bitiyor ve tam ben gidip boynuna atlayacakken perde iniyor. O, muhteşem bir bordo tuvaletle yeniden göründüğünde ben hala toparlanamış vaziyetteyim. Bu kadın çoook güzel!

Şarkılar tokat gibi devam ediyor; bir sağdan , bir soldan; "...çünkü ayrılık da sevdaya dair, çünkü ayrılanlar hala sevgili...", beklerim bir tango borcun var bana" ...,"bugün günlerden ayrılık yıllardan hüzün, hiç güneş gün olmuyor, uzaksa yüzün..." vs vs...
Oyunculuğunun getirdiği inanılmaz bir avantajı kullanıyor, her şarkının içine giriyoruz. Önce topuzunu dağıtıyor; kızıl bir denizde kulaç atmaya başlıyoruz beraberce. Küçük Bir Öykü Bu albümünden Yalnızlığım geliyor yorgun kollarımıza. Bu öldürücü darbeyle beraber, daha fazla ısıramayacağım dudaklarımı azad ederek en alaturka halimle ağlamaya başlıyorum. Umurumda değil artık nerede olduğum, etrafta kimlerin oturduğu... Neyse ki Muse var yamacımda ve iyi ki var. *
Bütün bu beklenmedik yükselişin suçlusu Zuhal! Çünkü sahneye kurduğu salıncağa oturup, gözlerimin içine bakarak anlattıkları o kadar canımı yaktı ki, biri beni eşşek sudan gelene kadar dövse bu kadar sızlamazdı yüreğim. Ben ilk defa o gece bir kadının gözyaşı dökmeden de ağlayabileceğine tanıklık ettim. Bütün o şarkıların ve birbirinden güzel kostümlerin arkasında göz göze geldiğim kadın, avaz avaz ağlıyordu. Üstelik tek damla göz yaşı dökmeden! Neden onu sadece ben görüyordum?

O gece, kadın olmak ve erkek olmak arasındaki farkı açıkca hissettim; Muse şarkılara kapılmıştı, ben ise Zuhal'in gözlerinden taşan melankoliye. Bir çift kahverengi göz, uçsuz bucaksız labirentlere sürüklemişti beni. Her şarkıda sıkışıp, her şarkıda inledi kalbim. İçindeki fırtınaya, sahnesini dalgakıran yapan bu kadına ilk kez o gece yakınlık hissettim. Üstelik sadece kadın olduğu için. Sadece o kocaman kahverengi gözlerindeki acıyı anlayabildiğim için. Hayatımda belki de ilk defa o gece erkeklerle paylaşamayacağımız şeylerin ayrımına vardım; aynı şeye ağladığımızda bile yaşlarımız farklı yerlere akıyordu.

Şimdi yeni bir albüm çıkarmış; "Aşkın Halleri". Muse, Pazar günü kahvaltıya getirdi. O kadar iyi geldi ki, o günden beri iştahım kapandı! Sağolsun! Döndür çevir dinledim bugün. Daha önceki albümleriyle kıyaslamak istemiyorum elbette ama emin olun bu da hiç az değil. Olmuş mu? Bence olmuş. Hele hele dördüncü ve sekizinci parça pek leziz olmuş. Tam Saadet'le** karşılıklı söylenecek kadar tatlı olmuş..

Şu alemde Sezen'in sözlerini ve Zuhal'in de gözlerini tek geçerim. Kadın milletinin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir gezegenimizin tarihinde. Bunun en muhteşem sahnesini de bu iki teyzede bulursunuz. Zuhal ve Sezen'i sevmeyeni defterden silerim vallahi, acımam:))
*Yıllar önce Saadet'le beraber Rumeli Hisarı'nda Sezen dinleyip ne güzel dağıldığımızı anımsıyorum. Hisardan çıkıp bir de üzerine içince beş parasız kalmış ve eve vapurla dönmüştük! Ah Saadet ah çok özledim seni...
** Saadet hayattaysan dön bana lütfen! Çok pişmanım!

21 Ocak 2009 Çarşamba

Yavan Hayatlar, Yetersiz Baharatlar.

"Bana iyi gelen bir şeyi neden terk ettim?" Bütün gece bunu düşündüm. Sonunda açık açık gördüm tabii; ben bunu hayatım boyunca yapmıştım! Korkularım ve olumsuzladığım gelecek değil ise, nedir ki bana bunu yaptıran?

Londra'dan neden döndüm ben? Oysa hayatımın en huzurlu uykularını orada uyumamış mıydım? Hem o ülkede istediğim her şey yok muydu? Sanat, tarih, nehir, uçsuz bucaksız yeşillikler ve keşfi yıllar sürecek olan binbir renkli kocaman bir hayat. İstesem bile sıkılamayacağım kadar zengin bir hayat. Ama battı bana rahat! Mutlu olmayı göze alamadım, bu benim seçimin diyerek, önüme serilen şeye kollarımı dolayamadım. Kendimi feda etmek ve ailemi bahane ederek eve dönmek daha güvenli geldi. Bir seçim yapıp sorumluluğunu taşıyamayacak kadar cesaretsizdim. Oysa ben, orada ve tam o anda mutluluğu göze alabilseydim, eminim pek çok hayatı epeyce değiştirebilecektim. Ama mutlu olmayı seçmektense, geleneksel olana sığınmak daha güvenli geldi. Kendi hapishaneme kendim girdim kuzu kuzu!

Mutluluğumuza ve huzurumuza neden çomak sokarız? Hangi korkudur insanı kendinden kaçak kılan?

Dün akşam yoga dersinde Meral ile biraz sohbet etme fırsatım oldu. Geçen aylarda katıldığım derslerde ne kadar hoş bir kadın olduğunu düşünmüştüm ama hiç konuşmamıştık. Bu korku meselesini o açtı aslında. Ben örttüm, o açtı!

Ben ki etrafımdaki herkesi "denenmişi boşverin, asıl denemediğimizde olabilir tüm sırlar" diyerek, risk almaya teşfik ederken, kendim bu söylemin neresinde duruyordum acaba? Neden bana iyi gelen şeyleri terk etmek ya da en iyi haliyle ertelemek eğilimindeydim?

Yoga. Bal gibi de iyi gelmişti bana, fakat ara verdim. İş, sağlık, mesafe ve buna benzer onlarca bahaneyle erteledim durdum. Sonuç? Sadece sağlığım bozuldu! Uyuyamaz hale geldim. Sürekli zihinde olmak ve her zırvalığı akılla çözmeye çalışmak beni yedi bitirdi. Belimin ağrısından nefes alamaz hale geldim. Hayata, akışa ve kendi isteklerime teslim olmadığım tüm dakikalar boyunca savruldum durdum.

Ya siz? Bana farklı bir durumda olduğunuzu söylemeyin. Bize öğretilenler o kadar baskın ki, yanımızdan geçip giden asıl hikayemizin kokusunu aldığımızda genellikle epeyce gecikmiş oluyoruz. O zaman canımız kımıldamak ve güvenli olanı bırakmak istemiyor. Riskli bir mutluluktansa, bildik bir mutsuzluğun kollarında yuvarlanmayı tercih ediyoruz. Türlü bahaneleri baharat yapıyoruz yavan hayatlarımıza. Sadece oyalanıyoruz... Oyalanarak ise en kıymetli şeyi kaybediyoruz: Zaman!

Peki neden şikayet ediyoruz? Seçimleri yapan biz değil miyiz? Biz değil miyiz kendimiz yerine diğerini/diğerlerini seçen? Onların önceliklerinden geri kalanlarla avunmaya çalışan da biziz... Bu yetmediğinde ise önümüze gelene yüz tekme oyunu oynar gibi, herkesi suçlayan kim?

Sezmekle, bilmek arasında önemli bir fark var. İçimdeki korkuları bilirdim, kararlarımdaki kaypaklığı da bal gibi görürdüm ama asaletime hiç yakıştıramazdım dillendirmeyi. Şimdi kaftanımı serdim aşrama, yoga yapıyorum yeniden. Tacım ve asam, krallığımın hazine odasına kaldırıldı, bir sonraki emre kadar onları görmek bile istemiyorum. Şimdi canım sadece yere uzanmak ve korkularımdan kurtulmak istiyor. Bana iyi gelene teslim olmak, yanımdan geçen ve yaşamaya cesaret edemediğim hayatın tadına bakmak istiyorum; tadı iyice kaçmadan evvel!




18 Ocak 2009 Pazar

Gerçeğin ve Değişimin Sancısı.

Yazdığım her satırın etrafımdaki birilerine dokunuyor olmasını gerçekten çok seviyorum. Bunu hayal etmek bile heyecan verici. Zaman zaman kelimeleri kötüye kullandığımı da itiraf ediyorum. Nihayetinde ermiş değilim ben, elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Fakat bazen öfkeme, yenişemeyişime ve daha pek çok kurtulmayı umduğum kötü huyuma boyun eğiyorum.
Bu hafta güzel tesadüfler sonucu, blogumu okuyan insanlarla tanıştım. İçimi ilk kez garip bir duygu kapladı; onlar beni tanıyorlardı ama ben sadece samimiyetlerine ve gülen yüzlerine uyumlanarak sohbete katılmakla yetiniyordum. Kötü hissetmedim. Sadece S. Yemni'nin "edebiyat soyunmaktır" cümlesi yankılandı kulaklarımda. Yıllar önce katıldığım bir kazıda kamp alanının ortasında duş almakta ne kadar zorlandığımı hatırladım.

Tanrım, hayatımın kabusu olmuştu yıkanmak. İlk üç dört gün denizle idare ettim. Ama tuzlu kalmayı çok sevmeme rağmen, sonunda derim tatlı su için inlemeye başlayınca havlumu ve şampuanımı kapıp, kampın tam ortasındaki duşun önünde sıramı beklemeye başladım.

Tahta bir platformun üzerinde iki duş vardı. Onların az ilerisinde ise iki tahta sandalye. İki kişi yıkanırken, diğer bekleyenler biraz denizi, biraz da yıkananları seyrediyorlardı. Hatta sohbet ederek yıkanmak bir tür gelenek olmuştu aralarında. Tabii ekibin neredeyse tamamı Amerikalı olduğundan, onların hayatında ciddi bir değişiklik değildi bu sistem. Zaten örtünmeyi, saklanmayı seven insanlar sayılmazlardı. Hem mayo vardı üzerlerinde, kimse çıplak değildi ki.

Nedense elimi kolumu kaldırıp saçımı yıkamaktan acayip çekindim. Kendimi hiç tanımadığım insanlara striptiz yapıyor gibi hissettim. Gerçekten zorlanıyordum. İşin ucunda, yabani ve müslüman olarak garipsenmek de vardı. Zaten, kamp alanında şalvarla dolaşmam beni onların gözünde doğulu bir dansöz yapmıştı bile! Oysa ben sadece biraz örtünmek istiyordum.

Neyse ki herşeyin bir kırılma noktası vardır; aradan geçen bir haftanın sonunda hem yıkanıp hem sohbet edenlere katılmıştım bile. Hatta ilerleyen zamanlarda kendimi bile hayrete düşürerek, kampa görevli gelen eski sevgilimi dahi umursamadan yıkanmayı başardım. Bütün bir kamp görmüştü banyo seromonimi, ondan kaçacak değilidm ya!

Şimdi aynı duygu yazarken sarmaya başladı içimi. Adını vermek istemediğim biri, eski sevgililerimin de blogumu okuduklarını söylemişti. Bence sakıncası yok, hatta güzel bir durum aslında. Demek ki birbirimizde bir iz bırakmışız ve hala bir başka boyutta da olsa alışverişimiz sürüyor. Pek çoklarının başaramadığını başarıyoruz. Üstelik sadece yazı aracılığıyla.

Beni asıl düşündüren yabancılar; şahsen tanımadıklarım.. Alçalıp yükselen ruh hallerimde yazdığım, anlık heyecanlarla ballandıra ballandıra anlattığım onca şeyin içinde gerçekten beni görüyorlar mı? Görüyorlarsa da bunun sakıncası var mı? Ya da ben aslında görülmek mi istiyorum? Ne hissediyorlar? Gülüyorlar mı? Duygulanıyorlar mı?

Ne kadar karışık değil mi? Mesela ben J.Winterson ve S.Yemni okurken onları kitapta yakalıyorum! üstelik bu acayip hoşuma gidiyor. Sadece yazı üzerinden tanışıyoruz fakat neredeyse sohbet ediyoruz! Sanki bana yazdıkları yüzlerce mektubun derlenmesi gibi kitapları. Kişisel tarihlerini, çocukluklarını, hatta en derin tarmvalarını bir takım kurguların ve anlamı güçlendiren ustalıklı metinlerin arasında sunuyorlar. O metinlerde, zamandan ve mekandan taşıp, bana doğru ılık ılık akan bir şeyler var. Bunu seziyorlar. Beni değilse bile; benden uyandırdıkları hissi biliyorlar. Muhtemelen yazmayı bağımlılık haline getiren de bu.

Toparlarsak, şimdi yani şu an için ellerimi nereye koyacağım konusunda zaman zaman zorlandığımı itiraf ediyorum. Ama yine de biliyorum ki, blog yazarak başlamanın en büyük avantajı okuyanların tepkilerini hemen alabilmek.
Bu durumda inanıyorum ki yani inanmak istiyorum ki, şimdi beni inceden inceden tedirgin eden izlenme duygusu, zaman içinde en hoşlandığım ve bağımlısı olduğum bir yaşam şekline dönüşecek.

Okuyan olmadıkça yazmak istemeyeceğim, eskiden köşe bucak sakladığım satırları, daha çok insan okusun diye neler yapabilirimi bulmak için kafa patlatacağım. Böylece Kuzey Kutbu'nda yaşayanlara ulaşabileceğim! Onları ne kadar çok merak ettiğimi öğrenecekler!

Yazı, bence insanlık tarihindeki en önemli buluş! Ayrıca benim tarihimde de en önemli buluş.

Bu gece Külkedisi'nin yazdıklarını okurken ağladım. Kendimi onlarca döşeğin altına saklanmış bezelyeyi farkeden evsiz prenses gibi hissettim. Haftalar sonra sadece Külkedisi'nin evinde uyuyabilmemin sırrı da bu olmalıydı; onun varlığının katıksız gerçekliği. Samimiyetinin kostümsüzlüğü. Beni en çok düşündüren cümleleri, bir çocuğa sunar gibi şefkatle fısıldayışı...
O, içimden geçirip ard arda sıralayamadığım karmaşamı satırlara dizmiş, kendi deneyimleriyle bezemiş yazısını! Tanışıklığın büyüsünü elbette azımsamıyorum. Bir ressamın atölyesine girmek, bir yazarın kütüphanesinde gezinmek, hayatına tanıklık etmek elbette algıyı derinleştirir. Buna itirazım yok. Fakat anlatım yeterince güçlüyse ve ardındaki duygular "gerçek" ise bence bu, birbirini kelimeler üzerinden tanıyan insanların arasında, gerçek dünyayı hiçe sayan köprüler kurabilir.
Bugün sayabildiğim kadar köprü var içimdeki kanallarda, bir gün sayamamayı diliyorum. Yazı büyülüdür, en az gerçek kadar!

16 Ocak 2009 Cuma

Küçük Evler Geniş Kalpler.

Rapunzel, Külkedisi'nin Malikanesi'nden bildirir...
Külkedisi'nin yeni evindeyim. İlk kez kendi anahtarımla açtım kapıyı ve ilk kahvemi de az evvel yaptım. Beni bekleyen yoğun bir haftasonu öncesi biraz dinlenmek, biraz da hayatımdaki karmaşa hakkında vızıklamak için geldim bugün. Yanmda yeni pijamalarımı, diş fırçamı ve canıma okuyan bel ağrımı da getirdim! Zaten ne zamandır seksenlik teyzeler gibi inleyerek oturup kalkmayı olağan algılamaya başladım. Neyse, yürüyüşe ve yogaya güveniyorum, bu ikisi her daim psikosomatik sancılarıma iyi gelmiştir:)
Size biraz evden bahsetmek istiyorum. Bu evi ilk gördüğümde kendime inanılmaz kızmıştım, nasıl olmuştu da ev almak gibi ciddi bir kararında onunla beraber sonuna kadar her eve bakmamıştım? Tüh! Nasıl adam olacaktı bu dört duvar? Hem baş belası kiracılarla nasıl uğraşacaktı benim naif dostum? Of of of.
O gün suratımın şekli değişmesin diye çok uğraştıysam da elbette endişemi gördü Külkedisi. Ama elimde değildi ki, çok güzel şeyler istiyordum onun için. Mümkün olsa sıkılmasın ve üzülmesin istiyordum. Fakat olan olmuştu, ev alınmıştı bir kere. Ve ben aradan geçen zamanda, yıllar önce Bodrum'da satın aldığım minicik evi hatırladım. Zaten hiç unutmamıştım ki...
Annem evin kapısından girdiği anda yüzünü ekşitmişti! Kardeşim satıldığı güne kadar bir kez olsun memnun olmadı! Ama ben ilk görüşte vurulmuştum. Ev Karaada manzaralıydı! Hem azıcık zorlayınca İstanköy bile görünüyordu.Yani denize bakarak kahve içecektim. Bence geri kalan her şey detaydı!
Detaylardan birinin öldürücü bir yokuş olduğunu söylemeden geçemeyeceğim! O yaz taksiye verdiğimiz para evlat acısı gibiydi!
Evin, bildik anlamda eve benzemesi için haftalarca uğraştım. Rahmetli kocam da epeyce yardım etti bana. İnşaatlardan taş ustaları çaldık, günlerce onlara börekler pişirdim. Yeter ki gelip işi bitirsinler diye kürtçemi bile ilerlettim. Neyse ki bir önceki yaz Hakkari'deydim de üç beş kelime öğrenmek çok işime yaramıştı. Ustalar fayanslar ve şömine ile cebelleşirken ben Koçtaş ve benzeri mekanlara abone olmuştum. Bir oda bir salon eve harcadığım mesai inanılır gibi değildi.Ne manyaklıklar yaptığımı anlatmaya kalksam yazının sonu gelmez. Mesela, Yalıkavak'dan raflar taşıyıp olmadık yerlere kütüphaneler ekledik! Pazardan perde ve dantel alıp oturup onları diktik!
Bütün eşyalar yerleştiğinde ve en son hasır bir lambayı* mutfağa asıp, şömineyi yaktıktan sonra, dünyanın en mutlu insanı olmuştum. Yeniden kök salmıştım! Annemin ve babamın seçtiği eşyalara kendi beğenimi de ekleyerek harika bir iş başarmıştım!
Şimdi, bu evde Külkedisi'nin işten dönmesini beklerken bütün bu yaşanmışlıkları düşünüyorum. O da bu evi gezdiğinde, muhtemelen benim göremediğim bir ışığı sezmişti. Ve şimdi etrafa bakıyorum da, gerçekten huzurlu ve ferah bir ev olmuş burası. Daha önceki gelişlerimde kalabalık ve gürültüden pek algılayamamıştım ama şimdi çok doğru bir seçim olduğunu anlıyorum.
Trene ve sahile yürüyüş mesafesinde olması, bu sebeple sokaklarının mis gibi deniz kokması muhteşem bir şey. Ayrıca mahallede en az üç balıkçı ve iki de ekmek fırını var! Bugün İstanbul'da kaç ekmek fırını kaldı ki mahalle aralarında? Bizim yok mesela. Neyse ki Josefine açıldı da bakkal amcanın ekmeğine muhtaç değiliz!
Bu evin sahibine iyi geleceğine eminim. Hatta bana da iyi geleceği kesin. A, belimin ağrısı azaldı sanki:))
* O lamba benim için acayip kıymetliydi, çünkü babamın bekar evinden annemle yerleştikleri ilk eve transfer olmuştu ve o dakika benimdi!

13 Ocak 2009 Salı

İç Deniz Haritası .

Dizlerinin üzerine bıraktığım haritaya bakmadın bile. Oysa, o benim iç deniz haritam. Fakat sen her zaman olduğu gibi görmüyorsun. Gözlerin harita okumak üzere eğitilmemiş, bunu anlıyorum. Sırf bu nedenle sana harita okumayı öğretiyorum.
Dinle:
Şu, mavinin açık tonlarıyla gösterilen yerler kalbime yakın sığ sular. Orada aklın direnişiyle karşılaşabilirsin ve emin ol salmanın dibe sürtmesine an kalmıştır! Hemen uzaklaş. Unutma; bu haritada yapman gereken en önemli şeylerden biri sığ sulara dikkat etmek. Aynı rengi en derin, en koyu lacivertimin ortasında da görebilirsin. Daima hazırlıklı olmalısın. Senin için dört tane kardinal bıraktım sığlıklara; kuzey, güney, doğu ve batı kardinalleri. Onlar sana ne yapman gerektiğini söyleyecekler. Kulaklarını aç ve dinle.

Derin sularda korkmana gerek yok; ceketinin cebine bir pusula ve bir iskandil koydum. Pusulanla kerteriz alabilirsin yıldızlardan, dağlardan. Fakat sakın mevsimin ne olduğuna bakmayı ihmal etme. Aklın kıyılarından uzaklaşmak bir aşık için çok tehlikelidir; bu yüzden gece seyri boyunca yıldızlara güven. Kocaman kocaman balıkçı tekneleri ve şilepler seni korkutmasın, silyon fenerini yak ve sakince yol al.

Sana birbirinden güzel fenerler ve fenerlerin şifrelerinde mesajlar bıraktım. Oku, okudukça kendini daha iyi hissedeceksin. Bu bizim aramızdaki bir alfabe; denizin ve denizcinin. Unutmadan, dipte ne olduğunu merak ettiğin zaman iskandili sallandır, sana en beklenmedik zamanda bir sürprizim var.

Sakın rüzgarlardan korkma, bol bol liman var iç denizimde. Öfkemin şiddeti bir an için seni ürkütürse, direnme lütfen; vur camadanı ve hemen en yakın limana sığın. Savaşmana gerek yok, rüzgar senin düşmanın değil, ben de değilim. Nasıl olsa hiç bir fırtına sonsuza dek sürmez. Amacım seni yok etmek değil. Her yüzümü gör istiyorum.

Haritayı kaybetme. Tek kopyası sende. Ben bile orjinalini bulamıyorum, onu ikimiz için de korumalısın. Şimdi tekrar bak ona, beni görebiliyor musun?

11 Ocak 2009 Pazar

Geçmişe Methiye Düzmekten Sıkıldım!

Bugün yılın en soğuk günüydü ve ben
camiinin taş avlusunda donmak üzereydim. Ama donmadım; hiç tanımadığım ya da yıllardır cenazeden cenazeye görüştüğüm insanlar tarafından kucaklanmak, öpülmek kalbimi ısıttı.

"Ben seni bir yaşındayken Emirgan'da kucağımda taşımıştım" diyen kır saçlı yakışıklı amcalar, "aaa, ne kadar büyümüşsün" diyerek yüzümü avuçları arasında sıkıştıran dünya tatlısı teyzeler ve çaktırmadan bekar mıyım, evli miyim öğrenmeye çalışan sevimli kayınvalide adayları... Hepsi çok içtendi.

Bir ay içinde, aynı insan topluluğuyla ikinci kez cenaze evinde buluşmak garip bir sosyalleşme olsa da, hoşuma gitti. Bambaşka yerlerde gezindi aklım, kalbim...

Aslında ben düğünleri pek sevmem, hele nezaketen davet edilmiş insan kalabalığı ile dolu olanları hiç sevmem. Açıkcası kendi düğünüm dışında eğlendiğim bir düğün de hatırlamıyorum. Doğum derseniz, doğurmadığım için nasıl bir his bilmiyorum. Sadece Agi, beni Budapeşte'den arayıp, yarım saat evvel Leyla Nora'nın doğduğunu söylediğinde, sanki öz kardeşimin bebeği doğmuş gibi sevinmiştim. Hayatımda ilk defa o zaman sevinçten ağlamıştım.Yani insanların sosyal bir canlı olarak boy gösterdikleri iki aktivite hakkında tüm deneyimim bunlardan ibaret diyebilirim.

Fakat şimdi görüyorum ki, cenazelerle ilgili algımda son aylarda epeyce değişlik oldu. Artık daha iyi anlıyorum aile olmak ne demek; ağlarken gülmek, birbirini yeniden keşfetmek... Araya giren yılları yok sayarak kucaklaşmak, şakalaşmak...

Uzun zamandan sonra ilk kez, evlenmek ve aile kurmak üzerine içimde bir kıpırtı hissediyorum. Elbette bu konuda bir şey yapacak değilim, bir evlilik programına gidip koca aramayacağım ama hiç olmazsa kalbimin ve hayatımın kapılarında beslediğim timsahları evcilleştireceğim ve bir daha kimsenin kafasından aşağıya kaynar yağ kazanları boşaltmayacağım.

Yılın son ayında, ani bir şekilde aramızdan ayrılan dayımı tanıyamadığım için hala çok üzgünüm, yine de onun çocuklarıyla oluşmaya başlayan bağ için seviniyorum. Bugün ölen yaşlı kadın için de üzgünüm; onu fazla tanımasam da bana yaşattığı deneyim için müteşekkirim. Meğer ölümler ve ölüler de hayatlarımızda iz bırakabiliyorlamış. Bu demektir ki P. Özer haklıymış; ölüm bir son değil, sadece henüz tanımlamakta zorlandığımız bir geçiş.

Hayat böyle bir şey, her zaman kazanmıyoruz ama aslında gerçek anlamda hiç kaybetmiyoruz. Her kazanç nasıl içinde kayıplar barındırıyorsa, her kayıpta da umulmadık kazançlar var. Her şey görmeye hazır olup olmamakla ilgili.

Dediğim gibi, sanırım anladım ben 2008 yılının mesajını; benim olmayanı bırakmam gerektiğini söyledi; ciğerim söküle söküle bıraktım. Hayallerine gerçek karıştır, iyice çırp dedi; çırptım. Şimdi, yeni yaptığın kurabiyeleri fırına koyabilirsin diyor; koyuyorum. Hayatımın yönünü geçmişten geleceğe çevirdim; iskandil sallandırdım içime - ve senin içine - ama bir yere dokunmadı, dokunamadı. İpi kestim mecburen.. Biliyor musun, beni hiç tanımadığın bir köşe yazarını okur gibi okumana artık gücenmiyorum. Çok şey öğreniyorum senden ve öğrendikçe daha da uzağa savruluyorum.

Bu gece kalp pusulam kuzeyi, kaderim yeni hikayeleri gösteriyor. Beklemeyi bıraktım; yaşamayı seçtim. Artık sitem yok, satır aralarında "Ömrümün İsteği" demek yok. Çünkü "o" benim geçmişim, şimdi geleceğime yatırım zamanı. Üzgünüm... Hiç olmadığım kadar kırgın ve üzgünüm. Ama geçecek; hiç bir duygu nihai değildir.*

Dün sabah vapur sarayın önünden geçerken anneme ve martılara baktım. Gülümsedim; benimle bu manzarayı seyretmemeyi tercih edene ilk kez kızmadım, sadece seçim yapmıştı. Ve beni seçmemişti. Bu kadar basitti! Onun gerçekliğinde bir rüya kadar siliktim. Peki ben neden anlamakta bu kadar zorlanmıştım? Neden birlikte seyredilemeyen manzara için kurmaca yazılar yazıp durmadan kendi içimi kanatmıştım? Neden sımsıkı yummuştum gözlerimi gerçeklere? Nasıl ben hayatta bazı durumları ve insanları tercih etmeme hakkına sahipsem, elbette aynı haklar diğerleri için de geçerliydi.

Hayatın bana getireceklerine hazırım. Uzun süre komada yatıp, tam fişi çekilecekken hayata dönen biri gibiyim. Dönmek zorundaydım çünkü hayat "hazır mısınız Elvan Hanım, devam edebilir miyiz?" demiyor. Ya da benim öncelikli olduğunu düşündüğüm bazı işleri yoluna koymamı beklemiyor. Onun bir akışı var ve hızı bana bağlı değil...

Beni göze alamayanlara karşı beslediğim olumsuz hisleri terk ettim bu gece, bana gülümseyenlere açtım gönlümü. Benim mucizem bu uyanıştan doğacak. Beni seven ve beni göze alan birileriyle tanıştım bile:)), bunu gerçekten hissediyorum. Ve ben bütün bu beklenmedik gelişmeleri, umutsuz bir hikaye için geri çevirmemem gerektiğini, ömrümün kısalığını kavradım. "Yazmamışlar Kaderimi Kimseyle" söylemine son veriyorum. Hatta 2010 yılında anne olurum belki? Hayat!

Virgilius'un dediği gibi birini tutkuyla ve hayatı zindan edercesine sevip, sonra yerlerde sürünmek yerine, sakin sakin sevmeyi öğrenmeliyiz. Sağol Virgilius, yazının zamanlaması bana çok iyi geldi; son beş yılım kaldığını hatırlatman tokat gibi olsa da, dibine kadar doğruydu ve kulemden sallandırdığım iskandile aşk hiç değmemiş meğer!

Ölenlere ve yaşayanlara, anılara ve hayallere, hatta hayal kırıklıklarıma ve beni göze almayanlara teşekkür ederim. Eğer bütün bu hikayeler olmasaydı, gelecek de olmazdı. Geleceğimi şekillendiren tüm yaşanmışlıklara selam olsun :))

Kimseye kin ve öfke beslemediğim, başta kendim olmak üzere tüm insanları olabildiğince anlayışla karşılayabildiğim olgun tavırlarla, akıllı ve hazzına varılan bir yıl olacak inşallah. Ne dersin Külkedisi umut var mı? Sence yoga bizi kurtarır mı?:))


*J.Winterson.





10 Ocak 2009 Cumartesi

Öte Yanda İndirim Var.


Yeterince hassas olmadığım düşünülebilir... Kimbilir belki de gerçekten değilimdir. Ama altı ayda altı ölü, taş olsa çatlatır insanı. Son zamanlarda cenazelerde eskisi gibi gözyaşı dökemeyen ben, nedense bu defa daha bir farklı hissediyorum. Sanırım camii yüzünden; çünkü Beyazıd Camii bana ölümden çok yaşamı esinleyen mekanların tam ortasında ve kocaman...
Binlerce öğrencinin ve değerli akademisyenin yüzyıllardır önünden gelip geçtiği sessiz bir tapınak. Taşlarında yüzlerce eylemin enerjisini saklayan bir görkem. Bir zamanlar duvarlarının dibinde, çınarın gölgesinde ünlü şairlerin çayını yudumladığı eşsiz anıt. Sakın ola abarttığım düşünülmesin. Bir ölünün uğurlanmak isteyebileceği en güzel yerlerdendir Beyazıd Camii. Hani sahafa yakın, çarşı esnafına yakın, az ötemizde üniversite, tam karşımızda deniz... Bir ölü daha ne ister? Bilmem, hiç ölmedim ki! Yarın öğle namazında soracağım. Umarım cevap vermez!

8 Ocak 2009 Perşembe

Kişisel Tarihime Darbe Midir Bu Olanlar? Yoksa Ben Paranoyak Mıyım?

Günlerdir ülkedeki herkes gibi gazete ve televizyona yapışmış bir şekilde yaşıyorum. Ben ki yaklaşık sekiz senedir neredeyse kitap ekleri dışında hiç gazete okumam, sabahı zor ediyorum ne oldu diye merakımdan. Tabii, biliyorum ki kediyi merak öldürür... Yani bana hiç iyi gelmiyor gazetelere bakmak. Her gece yarın bakmayacağım diye kendime söz verip yatıyorum ama sabah ilk işim kapıya bırakılan gazeteye koşmak oluyor.

Yazan her haberde şahsıma yönelik bir tehdit algılamaya başladım ne zamandır. Bütün olan bitenlerin merkezinde ben varım ve hiç bilmediğim bir planın piyonu olarak hiç haketmediğim kadar hırpalanıyorum diye düşünüyorum. Eğer bu son yazdığım cümle aklımdan zorum var izlenimi uyandırdıysa üzgünüm. Çünkü asıl bütün olan bitenlere rağmen paniğe kapılmadan yaşayanlara şaşırıyorum ben. Bana kalırsa asıl onların akıllarından zoru var. Sahi yeni paralarımızı gördümüz mü? Baksanıza kimler var üzerlerinde? Tanrım!

Gayet tedirginim ve hemen hemen herkes gibi inanılmaz huzursuzum. Dün, evde seyretmediğim dvd kalmış mı diye ortalığı karıştırırken Persepolis'i buldum. Nedense büyük bir hevesle almış ve hep, ha bugün ha yarın diye izleyi ertelemiştim. Oturdum seyrettim. Nasıl mı buldum? Bayıldım! Ama korkudan. Felaket tellalı olmakla suçladığımız insanların haklılık payını azımsamamak gerektiğini bir kez daha anladım. Benim içgüdüsel bir şekilde huzursuzlandığım her şeyin bu animasyonda yeri vardı. Türkiye İran mı oluyor? Bilmem... Olmuyor değil mi?


Korkmalıyız. Bizim bir Mesnevimiz de yok! Nicedir kalbimiz bile yok. Kimsede merhamet duygusu kalmadı. Hayatım boyunca tanıdığım en hassas insan olan annem bile haberleri seyrederken yemek yiyebiliyor! Ekrandan geçen çocuk cesetlerine ve ışıl ışıl bombalara bakarken, sıcacık evimizde birlikte olmanın ve güvende olmanın suçluluğuyla da olsa, bunu yapabiliyor... Ayrıca ekonomiden pek anlamam ama anlayanların söylemlerine bakılırsa inanılmaz bir dış borcumuz da var. Yani? Durum vahim. Bu gidişle İran'dan daha beter günler bekliyor bizi.

Hala "her yönetim kendi adamlarını kollar elbette, bakın amma güzelleştirdiler şehri, yardım ediyorlar açlara vs vs..." diyenlere hiç sözüm yok. Günü gelince benim yerime de onlar giyer çarşafı!

Tam Persepolis bitip televizyona baktığımda, Yalçın Küçük götürülüyordu! Biri bana şu Ergenekon'un tanımını yapabilir mi lütfen! O, gazete ve televizyonlardan tanıdığımız, iyiliği kötülüğü tartışmaya açık olan kocaman kocaman adamların yaka paça bilinmeze doğru sürüklenmeleri beni inanılmaz korkutuyor. Ya bir dostumu da alır giderlerse, ya bir akrabam kayıplara karışırsa diye kabuslar görmeye başladım.

Gözümün önüne seksenli yıllarda yaşadığımız karartma geceleri geliyor. Annemin, beni evimizin hemen arka sokağındaki okula götürürken bile elimi ne kadar sıkı tuttuğunu anımsıyorum. Sonra, gaz sobamız için yakıt bulamadığımız ve Ajda Pekkan'ın "Petrol" şarkısıyla ağlanacak halimize güldüğümüz zamanları hatırlıyorum... Korkularım hortladı sanki. Odamın duvarlarında gölgeler görmeye başladım yeniden. Ve hayatımda ilk kez bir çocuğum olmadığı için memnuniyet duyuyorum!

Şimde de Gazze'ye karşıyoruz! Kim takar bizi acaba? Doğuda hiç uğruna ölen onca insan yetmezmiş gibi bizim ne işimiz var Gazze'de? Ben niye bütün bunları anlayamıyorum? Bir sabah İsrail'in tepesinin atıp bombalarını üzerimize yağdırmayacağını garanti edebiliyor mu devletim bana? Baksanıza Lübnan'a ha girdiler ha girecekler! Ben göremeden yerle bir edecekler Beyrut'u ( blogdaki ilk iki kare Beyrut'dan, fazlası için google arama yapın ve bakın nasıl güzel!)... Amerika bizden Bağdat'ı çaldı, şimdi İsrail Beyrut'u mu yakıp yıkacak? Bir litre petrol, on gram altın için mi bunlar? Yoksa bor mudur dertleri? Ya da bize açıklamadıkları başka bir maden daha mı var kaynayan topraklarda?

Sanki doğuya ait kültür mirası bilinçli olarak yok ediliyor... Bizi, doğuluları haritadan silmek istiyorlar! Savaşlarla saraylarımızı yıkıp, tüketim çılgınlığımızdan faydalanarak dilimizi, kıyafetlerimi yozlaştırıp bize kimliğimizi unutturabilmek için sinsi sinsi hayatlarıma sızıyorlar. Direnenlere ne mi oluyor? Soru soranlara ne mi oluyor? Gömüyorlar!

Türkiye ajan kaynıyor diyorlar. Acaba benim arkadaşlarım arasında da ajan var mıdır?* Babası teşkilattan emekli arkadaşlarımın yanında dikkatli konuşurken, şimdi hiç mi ses çıkaramayacak mıyım? Acaba bu yazdıklarımı rahatsız edici bulup bir sabah bizim eve de gelirler mi? Ya da bilgisayarlarımızdaki mailler ve telefon konuşmalarımız hakkında gerçekten dinlemede olan bir Tübitak ekibi var mı? Biri bana cevap verebilir mi lütfen!

Önce bizi yakın tarihten itelediler, şimdi sonuçlarına katlanmamızı istiyorlar. Neden iki güzel kadını süsleyip püsleyip Osmanlı tarihi hakkında konuşturmak yerine tam da boğazımıza kadar sorulara gömüldüğümüz şu günlerde, geçtiğimiz yüzyılın meselelerini anlamamız için programlar yapılmıyor? Yapmazlar tabii, planın işleyişini alt üst eder bu ve benzeri girişimler. Öyleyse boşuna yazıp çiziyor niceleri. Olan olacak; korkunun ecele faydası yok!



*Üniversiteden çıktığımdan bu yana hiç bu huzursuzluğa kapılmamıştım...

One Master One Way.

İçimin kara sularında "ıssız ev" hali devam etmekte. Annemin evde olmadığı, Prusya Kralı'nın ise koridorda hayalet misali, parmak ucunda dolandığı sakin günlerimi Leyla ile parkta el ele gezerek, hava yağışlı olmazsa denize çıkmayı umut edip ama nedense hevesli birini bulamayarak (sözüm teknesi olan ama üşenen arkadaşlaradır:)), ölü diller ve de dinler hakkında okuyarak, daha da önemlisi belimin ağrısına çare arayarak geçiriyorum!

Bugün öğleden sonra değerli Purusya Kralı ile mutfakta laflarken de buna benzer bir şey söyledim yani "belim fena halde ağırıyor" diye mızıkladım. O da "Facebook'da yogaya dönüyorum demişsin, zaten gitmiyor muydun, hayırdır" dedi. Ben de "pilatese gidiyorum, yogaya ne zamandır gitmedim" dedim. Arkadaş aldı yürüdü oradan "kaç tane hocan var senin?" Cevap "yelken, yoga, pilates..." Bomba cevap: "ama olmaz ki; one master, one way!

"İşte budur! Demek ki bütün başıma gelenlerin sebebi ilgimin pek bir dağınık olmasıymış. Tüh ya, ben nasıl bunu anlayamadım:)) Velede bak, bir yandan tost yaparken, arada bana laf giydirdi.

Şimdi geldik mi işin acılı tarafına, ben hangi hocamı seçeceğim? Pilates yapmazsam hayatta huzur bulamam; hazır bacaklarımdaki yağ oranı azalmışken ve kollarım tarihinin en güçlü günlerini yaşarken olmaz! Denize çıkmazsam öleyim daha iyi. Rüzgara tapan biri olduğumu hatırladığımdan bu yana hayatım güzelleşti. Ruhum huzur buldu. Bundan da vazgeçemem. E uyku uyuyabilmem için mutlaka yogaya dönmem lazım... Hem Nazmi Hoca masaj yapmazsa bu bel asla düzelmez.


Ben işin içinden çıkamadım. Ayrıca yazmaya ara vermek de benim sonum olur. Tabii çizim işini de aksatamam! Of ya. Kim benim hocam yahu? Ayrıca bütün bu hocalara ihtiyacım var. (Hazır yeri gelmişken, kendimi "Yedi Hocalı Hürmüz" ilan etmemin tam zamanı:)) Pilates ve yoga bedenimi ayakta tutmazsa yelken yapamam. Yelken yapamazsam yarışlar ve Kuzey Denizi de yalan olur. Denize çıkıp kafamı rahatlatmazsam zaten ya kalp krizinden, ya da beyin kanamasından tez zamanda ölür giderim.O zaman ne olacak? Hocaları bırakalım da bi koca bakalım desem, etrafımdaki bütün kadınlar kocalarından şikayetçi! Yani çözümün bir adamda da olmadığı besbelli. Nihayetinde o da gezegendeki ölümlülerden biri, bana yardım edemez ki! Kelin ilacı olsa başına sürer:))

Yani benim için tek yol yok maalesef. Hayatım boyunca da olmadı. Bana tek hobi yetmedi, bir tür film izlemeyi ya da bir tür müziğe gönül vermeyi beceremedim. Kıyafet seçerken bile ruh halime göre değişir ne alacağım; bir gün acayip klasik bir ayakkabıyı alırken, ertesi gün en olmadık renkte bir terlik seçebilirim. Mesela örnekleri daha anlaşılır kılabilmek adına; Haziran'da Aya İrini'de karşılaşabiliriz, yazın ilerleyen günlerinde köprü altında bir lokantada, kimbilir?
Arkadaşlarım bile birbirlerine benzemezler. Hani arkadaşını söyle sana kim oduğunu söyleyeyim lafı vardır ya, benim bir akşam yemeği davetime katılsanız kafanız allak bullak olur! Her biri ayrı güzelliktedir dostlarımın; ama ne yüzleri, ne eğitimleri, ne de seçimleri birbirine benzer. Bir tek ortak noktaları vardır: ben!


İşin aslına bakarsanız yeni yeni anlıyorum ki, ben sadece kalbim konusunda istikrarlıyım; onu verdim ve geri almadım.

Hayatım boyunca - biraz sıkıcı olsalar da - hayranlık duymuştum istikrarlı insanlara ama son iki yıl içinde gördüm ki tamamı olmasa da çoğu ciddi şekilde hastalanmışlar.. Aldıkları kararları sorgulamayı bırakmış, akıntıda sürükleniyorlar. Farklı bir şuursuzluk ama şuursuzluk işte... Artık muhtemelen sormuyorlar kendilerine hayat ve mutluluk hakkında. Neyi iyi yapıyorlarsa onunla tatmin olmaya şartlanmışlar... Elde ettiklerinin yeterli ve elbette mükemmel olduğuna inandırılmış hayatlarında, soluksuzlar ve farkında değiller. Diğer tüm seçeneklere sımsıkı yummuşlar gözlerini. Çoğu maneviyatını kaybetmiş ya da kaybetmek üzere şeytanla flört etmeye başlamış! Bu durumda one way bazen no way olabiliyor...

İki yıl önce müzik festivalinde ünlü bir piyanistle* sohbet etme şansı yakalamıştım. Çok yalnızdı, mutsuz görünüyordu. Uğruna özel hayatından vazgeçtiği, adını müzik tarihine yazdıracak ve ona inanılmaz bir ün getiren işinden neredeyse nefret eder gibiydi. Heyecansızdı, yorgundu ve sanırım geç kalmıştı... Çalışmaktan yaşamaya geç kalmıştı... Bunu bir gün onun cümleleriyle yazmak istiyorum. Çünkü bazen kazandığımızda kaybettiğimizin** en güzel örneklerinden biriydi... Yüzde yüz başarı, bedeli mi? Sürprizsiz hayat!

Bütün bunları neyi seçeceğimi bilemeden, ya da aklım sıra aynı anda birden fazla seçim yaparak harcadığım zamana karşı kendimi aklamak için yazmıyorum. Hem geçmişi ve geçmişte yaptığımız seçimleri aklasak paklasak ne olacak? Önemli olan, şu anda elde ne var ona bakmak lazım. Öyle değil mi?

Sadece, yazarken yüksek sesle düşünebiliyorum ve işin diğer yüzünün de farkında olduğumu anlıyorum. Kaybettiğinde kazananlardan olmayı diliyorum:))



* Hiç evlenmemiş, seyahat etmekten sıkılmış - ki, en büyük hobisiymiş - ve o kadar uzun yıllar Avrupa'da yaşamış ki artık nereli olduğu belli değil... Fransızcası Türkçesinden daha iyidir muhtemelen!
**İnsan bazen kazandığında kaybeder, "Aşkın Gücü". İzlenilesi filmlerdendir.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Issız Ev :)

"Issız Adam" filmini izlemedim, bu nedenle şu an itibariyle "ıssız" kelimesini kullanarak ve filmi alet ederek yazdığım her satır tamamen filmden bağımsızdır. Film burada sadece yazımın, etrafında dönüp dolaşacağını şahane bir malzemedir:))

Sabah Agi'nin telefonuyla uyandım. Leyla ile yürüyüşe çıkacaklarmış, beni de davet ettiler. Apar topar giyinip fırladım. Agi, Leyla, ben ve vivi* Fenerbahçe Parkı'nda harika bir yürüyüş yaptıktan sonra eve döndük. Ailecek kahvelerimizi de içtikten sonra, annem ve kardeşim az evvel çıktılar. Kadıköy'de teyzemle buluşup "Issız Adam" filmini izleyecekler. Elbette kardeşim izlemeyecek filmi. Aynı karanlıktan geldiğim bir insan olarak, onun bu filme girmeyeceğinden adım kadar eminim. Sadece kızları sinemaya yerleştirip, dönüşte eve getirecek. Ve tabii bana dvd alacaklar di mi? Lütfen!!

Ben? Ben, "ıssızım" bugün. Okumak, yazmak, bol bol kahve içip müzik dinlemek için loş ve de boş, gri bir gün var elimde.. Fakat uzun süre gri kalmaz benim saatlerim, biraz sonra yavaş yavaş boyamaya başlarım dakikaları.

Müzik olarak "Duru Zamanları" seçtim, yazmak için iyi bir fon oluyor bana. Nedense her dinlediğimde aklıma onlarca an ve insan geliyor... Cenco ile kısa süren ve tadı damağımda kalan çalışma hayatımız, geçen bahar bizim evde hazırlanan rakı sofrasında Burhan'a "Aklım Hep Sende" şarkısıyla takılmalarımız, ardından N. K. ile eş zamanlı olarak aynı albümü döndür çevir dinlememiz... Oooo bitmez bu hikayeler... Bayılır içiniz!

Benim asıl aklıma takılan, şu "Issız Adam" filmi neden bu kadar tuttu acaba sorusu. Ne dersiniz? Ben gerçekten merak ediyorum. Efendim herkes kendinden bir parça buluyormuş filmde. Mübarek sinema filmi değil, yedek parça dükkanı!Elbette bir filmi teknik olarak eleştirecek seviyede sinema bilgisine sahip değilim ama sağdan soldan duyduklarıma göre senaryoda sadece ve sadece, eski bir albümün gölgesinde epeyce silik ve marazi bir aşk hikayesi var. Bu mudur yüzlerce insanı sinemaya çeken?
Zaten hayatlarımız trajik hikayeler silsilesi. Bizzat kendimiz yaşamasak bile etrafımızda dönüp duran o kadar fazla umutsuz aşk var ki... Sırf bizim sokakta bile aşk yüzünden tırlatan üç kişi tanıyorum ben! Üstelik sinema dili olarak bir yere götürmeyen ve şarkısı beni acayip güldüren bir film var elimizde!

Şarkıda "anlamazdın, anlamazdın, kadere de inanmazdın" diye bir bölüm var ki gerçekten bana komik geliyor. Kadın, adama dosdoğru mankafa diyor yahu! Zaten biz;kadınlar ve erkekler, aynı türün iki farklı cinsi değil de, ayrı iki tür olduğumuza göre - yani mecaz olarak, iletişimsizliğimize gönderme yapmak adına diyorum:))- normal değil mi adamın anlamamış olması? Anladığımız ve bizi anlayan adamları sevmeyiz ki biz. Anlayana kadar garibanın ebesini beller,olmadık sorular sorar, kurcalar ve delirtiriz. Sonra da "ha tamam anladım ben bunu" der, başka bir hastalıklı abi ararız:)) Yani genel geçer davranış budur:))

Filmin karelerini bilmem ama şarkıda düpedüz aba altından sopa gösteriliyor adama. Zavallıya "anlamazdın anlamazdın" diyerek, bilge kadın tarafından aleni bi şekilde "senin kafa basmıyor canım" mesajı iletilmesinin yanı sıra "günahım boynunda" denip, bi de "ben olmasam da mutlu ol" gibi iyi niyetimsi bir şey sıkıştırılıyor. Hiç inandırıcı değil! Niye mutlu olsun benden sonra? Olmasın! Ayrıca "kalbim boş değil.... yeniden severim " gibi laflar da var ki, abinin de pek umurundaydı. İster sev, ister sevme, adam gitmiş zaten! Alooo, kime diyorum:))

Yahu lütfen azıcık akıl fikir arkadaşlar. Adam ıssız, bakışları da bi tuhaf zaten , iki kelime de edememiş. Belli ki ifade güçlüğü yaşayan birisi. Kızı da telef etmiş. E be kadın, adama hayat vurmuş zaten, bi de sen geçip karşısına "anlamazdın anlamazdın" diye neden tekmeliyorsun? Anlasa ya da anlasan aşk olmaz ki; evlenir barklanır, on yıla kalmaz daralırsınız!
Hem zaten yukarıdaki fotoğraftan anlaşılacağı gibi bu abi pek sosyal bir canlıya benzemiyor. Paçaları sıvayıp, deniz kenarında romantizim yapan adamdan ne hayır bekliyorsun? Adam dediğin sen böyle sahneler yaratmaya çalıştığında mızıklamalı ki olay çıksın ve ilişki şenlensin!!

Benim "Issız Adam" filmi hakkındaki, - izlememiş ve izlemeyecek bir şahsiyet olarak - söyleyeceklerim bundan ibaret. Aslında bu "ıssız" kelimesinden saatlerce türetip, sırf şarkının sözleriyle sabaha kadar sayıklardım ama daha fazla baymayayım sizi. Zaten kardeşim muhteşem sesime dayanamayıp kaçtı, bari sizi kaybetmeyeyim:))

Bütün bu hafife almalardan - ki ruh halimden mesul olan hava durumudur :)))- sonra filmi hala izlemek isteyenler var ise aranızda hodri meydan.. Bişi anlayan olursa bana da anlatsın lütfen!



*Vivi, Leyla'nın su matarasının adı:))

3 Ocak 2009 Cumartesi

Lingua Franca

Dün Erol Hocam ve Orhan Abi (bu kelimenin ağabey diye yazıldığının farkındayım ama gerçekten yoruyor beni!!!) ile İstanbul Yelken'deydim. Ne zamandır böyle güzel bir sohbetin ortasına düşmemiştim. Sanırım sırf bu nedenle benden en az yirmi yaş büyük bir sevgili isteyebilirim. Yani şöyle sabahlara kadar sohbet edebileceğim, hatta anlattıkları karşısında gözlerimi kocaman kocaman açıp, sessizce dinlemekten gayrı kımıldayamayacağım adam gibi bir adam. Ama nerede? Yok ki! Var da biz mi almıyoruz sanki.

Şaka bir yana gerçekten inanılmaz bir öğleden sonra geçirdim. Ne zamandır hocamla dertleşmeyi, denizi ve sarayımı seyrede seyrede kahve içmeyi özlemişim. Hem de ne özlemek! Eh bütün bu güzelliklere Orhan Abi'nin derya deniz bilgisi, görgüsü ve beyefendiliği de eklenince hayat aniden nasıl güzelleşti ve tadına doyulmaz oldu bilemezsiniz.

Neden kalmadı ki bu adamlardan? Hani çok şey midir istediğim; üstü başı temiz pak, özü sözü bir, görmüş geçirmiş, egosunu yenmiş. Ve hala yakışıklı! Yani tamam, seksi diyemeyeceğim ama basbayağı yakışıklı adamlar işte. Eminim çok değil on yıl önce karıları telaş içindeydiler, amanın biri gelip çalar mı diye! Fakat marifetli hanımlarmış ki, bu abiler hala evli ve torun torba sahibi insanlar.

Gelelim asıl konuya. Kulüp şahane olmuş! Deniz eskisi esyaların arasında deri koltuklarda oturmaya bayılıyorum! Yaş ortalamasının elli oluşu sebebiyle, azıcık huzurevi tadı varsa da, bu durma şimdiden alışmak lazım. Malum bizde çoluk çocuk yok. Sonunda gideceğimiz yer orası:))

Dünün en önemli sohbet konusu elbette her zaman olduğu gibi deniz ve yelkendi. Geçenlerde tersaneye bir tekne gelmiş kuzeyden. Orta yaşlı bir çiftmiş sahibi. İnsanlar tam benim hayal ettiğim seyahati ters yönden başlatıp buraya kadar inmişler! Üstelik çok uygun rakamlara! Düşünün; Norveç kıyılarından çıkıp, şöyle bir Baltık Denizi turu atarak, Avrupa'daki kanallar boyunca süzüle süzüle inmişler Karadeniz'e! Vaybe!

Hocamın söylediğine göre bazı kanallarda köprüler açılmadığı için böyle bir gezide yelkenli kullanışlı olmayabilirmiş. Yani hareketli salma ve yatırılabilir yelken de mümkün tabii ama ne gerek var o kadar kasmaya? Hem zaten pek harika bir yelkenci sayılmam ben ama dümende gayet iyiyim ve bu gayet yeterli olacak bizim için.

Şimdi hayal ediyorum; gözlerimi kapadım, başladım tekne alışverişi yapmaya. Malum tekneyi alacak değiliz, o kadar paramız yok! Hocam kiralarız dedi de o sebeple hemen kapadım gözlerimi. Önce koşarak Helly Hansen satılan bir mağazaya dalıp kendime en sıcak tutan içlik ve tulumu alıyorum. Ardından kalorisi yüksek ve pişirmesi en kolay yiyeceklerle ilgili bir liste ve yola çıkacağımız mevsime göre, indiğimiz marinalarda giyebileceğim minimum kıyafet işini çözüyorum. Sonra ayaklarımı sürüye sürüye kuaföre gidip saçlarımı kısaltıyorum. Malum su çok kıymetlidir teknede ve bir ay boyunca sadece uğradığımız marinalarda uzun uzun yıkanma şansımız olacak.

Ben bu ıvır zıvır işlerle uğraşırken hocam rotayı çıkartıyor. Ben de o rotada neler varmış bir bakıp, gezilecek yerlerin listesini yapıyorum. Ayrıca yola çıkmadan evvel F. Braudel'in tüm Akdeniz kitaplarını yanıma alıyorum ki, tutacağım seyir defterinde bana ilham versinler! Yarabbim hayali bile ömrümü uzatıyor!

A, unutmadan Orhan abi acayip bir kitaptan bahsetti adı: The Lingua Franca In The Levant. Bu kitap yüzyıllardır Akdeniz'de ticaret yapıp, savaşan insanların ortak diliymiş. Daha önce bir kez daha bu konu hakkında konuşulmuştu ama böylesine önemli bir eser olduğunu bilmiyordum. Meraklıları gidip Denizler Kitapevi'ne sorabilirler. Ben daha bakamadım ama bu seyahatten evvel gidip bir tane alacağım kesin!

Düşünsenize, birbirlerini hiç tanımayan ve bambaşka kültürlerden gelen bütün bir Akdeniz havzası insanları, yani daha doğrusu denizcileri aynı dili kullanmışlar! Osmanlısı da, Cenevizlisi de , Kuzey Afrikalısı da bu sayede anlaşabilmiş! Ancak bu dilin sağladığı iletişimle kültürler arasında alışveriş mümkün olmuş!

Zamanda yolculuk yapıp, bir Venedikli tüccarın gemisiyle liman liman gezebilmeyi ne çok isterdim.... Kimbilir, belki de bir önceki hayatımda fazlasıyla gezdiğim için hala kök salmayı reddediyorum? İnsan karmaşık bir canlı!

İşte böyle, hayalimi paylaşmak istedim. Hani bu yıl gidemedim diye sanılmasın ki Kuzey Kutbu'na yolculuğumdan vazgeçtim. Asla! Evet, fena halde belimin ağrıdığı doğru ama daha fazla spor yapabilirim ve yelkensiz de gidebilirim. Elim kolum hala tutuyor şükür!

1 Ocak 2009 Perşembe

Önce Kaybet, Sonra Peşine Düş!


Bazen sokakta kolsuz , bacaksız insanlar gördüğümde hemen hemen herkes gibi " Tanrım, ne kadar şanslıyım" diye düşünürüm bencilce. Bencilce ? İnsanca belki de... Kaybetme ihtimalinin sızısını hissederek, sahip olduğuna minnettar kalarak... Ama kime?

Oysa bugün, yani yılın ilk gününde güzel bir kahvaltı ve kahvenin ardından caddede yürüken ve - Gazze birbirine girmişken bile tıpkı diğer savaşlarda ve katliamlarda olduğu gibi lay lay lom gezen, alışveriş yapan - mutlu(!) azınlığı seyrederken içimdeki derin boşluğa takıldı gözlerim, içimdeki derin anlamsızlığa. Manevi kaybıma. İşte tam o an, yanımdan geçen insanların yüzlerindeki tatminsiz ifade tokat gibi şakladı zihnimde. Bedenim yürümeye, dudaklarım bildik kelimeleri tekrarlamaya devam ederken, zihnim uçtu gitti uzaklara. Çoook eskilerde kalmış mutlu zamanlara...

Neydi ki yeni olan bugün? Savaşlar devam etmiyor muydu? Herkes anlamsız ve amaçsız hayatlarından sıkılmışlığını alışveriş ve abidik gubidik hobilerle yenmeye çalışmıyor muydu? Mutsuz çocuklar, zorlama ilişkiler cenneti değil miydi ortalık? Sevdiklerimiz işsizlik yüzünden depresyonda değiller miydi? Tüm hastalarımız şifa mı bulmuştu bir geceden sabaha? Ne olmuştu da biz yeni bir güne uyanmıştık? Ben bu sabahı diğerlerinden ayıracak ne yapabilmiştim hayatımda?

Bütün bu soru bombardımanı devam ederken, dudaklarım ezberlediğim cümleleri sıralıyordu dostuma: "üzülme canım, bak herkes derin bir mutsuzluk içinde. Hem biz ne kadar şanslıyız; güzel bir yerde yaşıyoruz, sağlıklıyız, elaleme muhtaç değiliz... Geçecek... geçecek tatlım..."

"Yooo" diyordu aynı anda, kuyruğunu kesip , boynuzlarını kırdığım şeytan: "yalan söyleme Elvan, geçmeyecek! Sen başlatmadığın sürece bir değişim olmayacak!" İşte o şeytan bana bu satırları yazdıran. Yazıyorum, çünkü o şeytanın bir zamanlar meleğim olduğunu anımsadım. Beni, yürüdüğüm caddedeki onlarca insandan ayıran ve hayatın anlamına çok yaklaştığım zamanlarımı hatırlattı bana. O dakikadan beri hayatımın sihirli sahnelerini ayıklamaya çalışıyorum darma dağınık olmuş akıl çekmecemden. Bir tane buldum desem inanır mısınız? Hem de daha caddede yürümeye devam ederken...

Aniden cadde, toprak bir yola dönüştü, tüm arabalar yok oldu. Durmadan tekleyen emektar Willys* içinde Victor ve ben vardık. Kendimi Dağbelen köyüne gittiğimiz güzel bir kış gününde, o en sevdiğim pazen elbisemle** gördüm. Yanımda Victor, omuzlarımda Gülben'in ( Victor'un annesi ) siyah üzerine pembe çiçekleri olan örgü şalı vardı.

Gülben bir kaç hafta evvel aniden felç olmuştu. Doktorlar B12 eksikliği demişlerdi. Oysa Victor doktorlarla aynı fikirde değildi ve annesinin vejeteryan beslenmesiyle bu durumun alakası olduğu fikrine tamamen karşıydı. Hatta bir ara durumu o kadar kötüleşmişti ki Gülben'in, mide kanaması geçirip hastaneye kaldırılmıştı. Yine de inadından vazgeçmemişti Victor.

Ben, kan vermekten, iğneden, serumdan deliler gibi korkan ben, kan vermek durumunda kalmıştım ona. Victor hala o anı anlatıp, "biz kardeş olduk artık" diyerek kahkahalar atıyordu.

Jeep, derme çatma bir köy evinin önünde durdu. Fatma Teyze karşıladı bizi. Oğlu yatalak ve gerizekalı olan bu yaşlı kadın, o iki büklüm haliyle bahçedeki ocağında inanılmaz lezzetli ekmekler pişiriyor. Victor ve ben işte bu ekmeklerden almaya geldik. Fatma Teyze bize ekmek ve peksimet verecek. Çünkü Victor'un lokantasında*** yalnızca bu ekmekler çıkartılıyor müşterilere.

Zamanımız yok, Gülben'e kısa bir süre Monica göz kulak olduğu için hızlıca eve dönmeliyiz. Ekmek torbalarını kucaklıyorum, sıcacıklar hala. Fatma Teyze'nin çorba teklifine, hiç istemeyerek "başka sefere" diyerek çıkıyoruz bahçeden. Ardımızdan ayağını sürüye sürüye geliyor, gözüm mavi lastikten çiçekli ayakkabılarına takılıyor: "bari şu domatlardan (domates) alıverin gari". Uzattığı iki küçük domatesi alıyorum. Öpüyorum yanaklarından, mis gibi odun kokusu sinmiş tülbentine.

Dönüş yolunda torbadan peksimet çıkartıyoruz. Elimizde peksimetler ve domateslerle kış güneşinin altında hafif üşüyerek yol alırken, Victor "işte Elvan, hayatın anlamı" diyor, domatesi göstererek ve ben de cevap veriyorum gülerek "peksimet ve domates!". Ama aradan geçen yıllar boyunca ben bunu unutuyorum....

Eve döndüğümüzde Hatçe Nine bahçesinin duvarından mandalina uzatıyor bize. Hatçe Nine Victor'un kapı komşusu. Eski püskü bir evde oturuyor alkolik oğluyla. Ama o, inanılmaz barışık hayatının trajedisiyle; diktiği bitkileri, oğlunun içip kenara yığdığı bira şişeleriyle çevrelediği bir bahçesi var! Kahverengi ve yeşil şişelerle çevrilmiş bu bahçenin güzelliği akıllara zarar! Onun alkolle mücadele şekli bu! Hatçe Nine asla söz söyletmiyor oğluna. Ben onu çok seviyorum. Onun, hayatın "tü kaka" dediği bir hikayeyi, bireysel bir masala çeviren gücünü seviyorum.

Avluya girdiğimizde bizi Fransuva ve kızı karşılıyorlar. Onlar Victor'un Fransa'nın bir dağ köyünden gelen gezgin arkadaşları. Bütün akşamı ve geceyi hep beraber mutfakta geçiriyoruz. Gülben tam karşıdaki odada yatıyor. Pişirdiğimiz yemekleri ve Fransuva'nın yaptığı cevizli çörekleri onun olduğu odaya taşıyıp beraberce yiyoruz. Herkes mutlu. Oysa Gülben çok hasta... Victor bir bebek gibi bezliyor ve besliyor annesini. Ben hayatımın aşkından ayrılmışım, Görkem Victor'u terk edip Avusturalya'ya dönmüş. Lokantanın inanılmaz bir borcu var. Bu kocaman Rum evini ısıtmakta zorlanıyoruz... Herşey feci. Ama mutluyuz. Masamızdaki tüm hikayelerle barışık ve huzurluyuz. Olmak istediğimiz yerdeyiz yani tam bedenimizin içinde, anda ve zamanda!

Bütün bu anlatıklarım yaşadığım ama nedense bir yerlerde benden uzaklaşmış ve itelenmiş zamanlardan kalan sihirli sahnelerindendir ömrümün. Hepsi, o karman çorman akıl çekmecemden çıktılar. Bana bunu yapan ise caddedeki insanlar. Sigara içen, yerlere tüküren, ceplerindeki para ile kendilerini hayatın hakimi sanan, aslında hiç planlamadıkları bir yaşamı sanki her şey kontrol altında ve tam da istendiği gibiymiş gibi caka satarak yaşayan zavallılar... Hepsine haykırmak istiyorum, bu değil gerçek demek istiyorum ama gücüm yetmez ki...

Ben onlardan biri oldum mu? Yooo olmamışımdır, olduğuma inanamam. Ben paranın gücüne hiç inanmadım ki. Peki o zaman nerede ve ne zaman yaşamak istediğim hayatla, yaşamamı istedikleri hayat arasında kayboldum?

Bilmiyorum... Bu kaybolma o kadar canımı acıttı ki, neyi kaybettiğimi bile unuttum. Oysa bugün gerçekten yeni bir şey oldu, bana yeni bir yıl geldi, anlamını kaybettiğim hayatımın peşine düşmeye ve ona yeniden anlam kazandırmaya karar verdim. Ailem de dahil olmak üzere, başkalarının beklentileriyle kendi isteklerim arasında harcanan zamanı noktalamak istediğimi, çünkü bu durumun ne onlara ne de kendime yaramadığımı gördüm.

Bütün bunların anlamı çok basit: kendimi, en çok beğendiğim zamanlara geri dönmek ve orada unuttuğum kimliğimi yeniden kazanarak önüme bakmak, hatta yeniden bir Willys tepesinde hayatın anlamını, kendi hayatımın anlamını yakalamak adına bir maceraya davet ediyorum!

P.Özer'in dediği gibi "Ölüm bir son değil, ben ondan korkmadıkça" ve H. Altınçekiç'in muhteşem yeni yıl mesajındaki gibi "neden korkuyorsun ki değişimden? Tırtılın ölüm dediğine Tanrı kelebek diyor!"



*Bu markayı Bodrum'un eski zamanlarını bilenler hatırlayacaktır. Komik bir jeep idi Willys. Bodrum-Bitez ve Bodrum-Gümbet arası yolcu taşınırdı onlarla. Bizim Willys ise Victor'un babasından kalmaydı. Gerçekten Allahlıktı!!

** Kumaşını Bodrum pazarından almıştım, o elbisenin adı "mutluluk elbisesiydi". Hala saklarım, hala inanırım bir gün giyeceğime.

*** Vejeteryan beslenmenin bu kadar moda olmadığı yıllardan bahsediyorum. O zamanlarda kimse ne otçul olmaktan , ne yogadan, ne de benzeri şeylerden neredeyse hiç bahsetmezdi. Bir tek vejeteryan lokanta yoktu yurdumda.

Oysa Victor doğuştan vejeteryan bir adamdır, kendisi anne sütü dışında hiç bir hayvansal gıda tüketmemiştir ve hala hayatına gayet sağlıklı bir şekilde devam etmektedir. Kıskandırıcı ama gerçek:))