2 Ekim 2008 Perşembe

Bekleme Salonu Kabusu.


Fransızca bilmem, öğrenmeyi istemiştim fakat hiç başlamadım. Yine de hücre hafızamda yüzlerce Fransızca şarkı kayıtlıdır... Geçmişten gelen şarkılar...

Uzun zamandır geçmişi, kendi geçmişimi düşünmemiştim. Tıpkı geleceğimi düşünmediğim gibi. Geleneksel ve toplum tarafından takdir gören yoldan* saptım sapalı neredeyse hiç soru sormaz oldum gelecek hakkında. Zaten sorsam ne olacak? Kasandra geleceği biliyordu da ne oldu?

Ama sonunda dayanamadım; Symrna'da yaşayan bir kadın bana nereden geldiğimi ve adımın ne olduğunu anımsattı! Derin bir uykudan uyandırdı. Sanki yıllar önce ardımda kalan bir evde, eski eşyalar arasında unuttuğum kimliğimi verdi elime. Uzun uzun baktım, tekrar tekrar adımı heceledim. Neden bana Farsça bir isim verildiğini düşündüm. Adımın anlamını düşündüm. Adı kaderi midir insanın? Sonra sesler duymaya başladım derinlerden... Bana sesleniyordu biri ya da en hafifinden kafayı yemek üzereydim!

Zaman zaman kutulardan çıkan fotoğraflara, annemin hediyesi olan bileziğime, odamda asılı porselen çiçekli avizeme bakarken sezinlediğim her şey adımı tekrarlayan sesin kulaklarımda çınlamasıyla birlikte canlandı!

Bazen gündelik şeylere dalıp kendinizi unutursunuz; kilo alırsınız, saçlarınız uzar, cildiniz bozulur, bakışlarınız donuklaşır ve hatta yaşınız alır başını gider... Sonra aniden aynada biriyle karşılaşırsınız; "kimsin sen?" der gibi bakar. Siz de ona sorarsınız: "kimsin sen ?" diye. Ne güzel bir andır bu ya, kendini hatırlama anı! Salakça kaygılardan, başarısızlıklardan, sahte zaferlerden, gerizekalı erkeklerden, zevzek kadınlardan ve kendine söylediğin yalanlardan silkinme anı! Oh, derin bir oh çekersiniz, pek iyi gelir.

Tekrar bakarsınız aynaya, bir tek gözler tanıdık... Gerisi kocaman bir bilinmezlik. Bozuk para gibi harcamışsınızdır hayatı kimilerine göre. Öyle söyler geçmişin ve geleceğin turşusunu kuranlar!** Yorgun günlerinizde inanırsınız söylenene ama her dirilişinizde kaldığınız yerden devam edersiniz bildiğinizi okumaya. Yarısı gitmiştir hayatın, harcamışsınızdır. Kime ne?

Elinizdeki boş kavanozla kendi kendinize mırıldanırken sahneye biri girer, yüzünde garip bir tebessümle bir bardak su ikram eder: "İç, iç iyi gelir". Haklıdır. Susarsınız... Sudan bir koca yudum alıp, aynaya dönersiniz. Sırlıdır aynalar. Onlar da susar.

Nereden geldiğinizi anımsamak geleceğinize kesilmiş bir bilettir. İstasyonda kaybolmuş küçücük bir çocuk kadar şaşkınken, sizi bulunduğunuz noktaya getiren trenin peronuna dönmek - ki bu bir tek kelimeyle bile mümkündür - bundan sonra bineceğiniz treni seçerken rehberiniz olur. Eteklerinizdeki miskinliği silkeler ve gişeye doğru yürümeye başlarsınız. Şimdi yapılacak şey bir kent seçmektir.

Biraz daha zaman kazanmak - ya da kaybetmek? - için bekleme salonuna gidersiniz. Bu salonun kapısında kocaman harflerle yazar: Araf'a Hoşgeldin!*** Okuma yazma öğrendiğiniz güne düşman, ürperirsiniz... Kapılara, pencerelere ve aynalar takılır bakışlarınız. Tanıdık biriyle karşılaşmış gibi gülümsersiniz aynadaki aksinize. O da gülümser..

Kentler arasında seçim yapmak zordur... Altmış yaşında nerede ve kimlerle olmak istediğinizi pat diye söyleyebilirken, o zamana kadar harcamanız gereken yirmibeş yılla ne yapacağınızı bilmek çok daha zordur... Sanki cevap aynalardaymış gibi bakarsınız uzun uzun. Oysa aynalar sadece can yakar.

Salondaki dünya haritasının önünde durup, nerede yaşamak istediğinize karar vermek için sınırsız bir özgürlüğe sahipsinizdir. İlk kez, kendinizden başka otorite tanımayışınız ağır gelir. Sağa sola bakınırsınız, hiç değilse birisi fikrini fısıldasa, ya da filmlerdeki gibi ilahi bir işaret gelse diye hayal edersiniz. Gelmez... Gelmeyecektir. Kırılgan birşeye dokunurcasına elinizi harita üzerinde gezdirmeye başlarsınız. Belki eliniz biliyordur durması gereken yeri? Bilmez, o da bilemez.

Akıl ve kalp arasında gidip gelen varlığınızla ne kadar bekleyebilirsiniz o salonda? Ve beklemek aslında ertelemekten başka nedir ki aslında? Hayal kırıklıkları sizi gitmeye teşvik ederken, dostlarla tokuşturulan her kadeh ayrı bir prangadır yüreğinize. Onlarsız yirmibeş yıl... Daha iyi bir ülkede, daha iyi koşullarda, daha huzurlu yaşamak için? Yoksa tümden yitip gitmek için? Bilinmez...



*Evli, çocuklu, SSK'lı ve maaşlı!!!
**Zavallılar, bilmezler mi ki zamanın turşusunu kurmak mümkün değildir! Yoksa ben istemez miydim yedi yaşımın içine azıcık begonvil, birkaç zeytin, biraz deniz tuzu ve mandalin koyup saklamayı?
*** İnanışa göre güzel bir dağdır Araf, cennet ve cehennem arasında! Kararsızlık, askıda kalmak yeridir.

Hiç yorum yok: