https://www.youtube.com/watch?v=jk4I0Y8SMd0
Biliyorsunuz, ya da bilmiyorsunuz, üç aydır iyileşmeye, nicedir yüzüne bakmadığım kendime, yeniden ulaşmaya çalışıyorum. Ağrılarımdan, kilolarımdan, uykusuzluğum, kronik stres kaynaklı nice ıvır zıvırım ve hayal kırıklıklarımdan azat edildiğim bir yaşamın peşinde yeni doğmuş bebek misali emekliyorum.
Bazı günler hayat su gibi akarken, ama şelale falan değil de daha ziyade çeşmeden orta ayar bir akış hayal edin, bazen de öyle sabahlara uyanıyorum ki saatler donmuş bir göl gibi yanağıma yapışmış oluyor!
Kimse bana ne işin var soğuk havada göl kenarında falan demesin lütfen, öyle işte.
Neyse konumuz İstanbul'un ısınmayan havaları ama aklını kaçırmış yeşilliği değil, bana o akmayan günlerde en lazım olan şey; müzik. Şehirde müzik kalmadı. Dinleyeceğimiz, dinlemeyi hayal edeceğimiz konserler artık yok. Biletini kovalamak ve davetiye için nefes tüketmek icab eden tek bir program yok. Vakıf ölmüş, müzik ve müzisyen adı altında müsamere tadında şeylerle keriz sakinleştiriyorlar... Üzüldüm, gerçekten üzüldüm. Zira Aya İrini bahçesinde gezmeyi, akşamın renkleri çökerken kiliseye girip günün son renklerini nişin ardındaki camekandan izlemeyi özledim.. Özlemişim. Bu akşamüzeri Purcell dinlerken fark ettim ki, gerçekten özlemişim.
Çünkü müzik ilaçtır. Neşeye, kedere, düğüne, cenazeye lazımdır. Güzel bir gömlek giyip, hele bir de konser öncesi bir kadeh beyaz şarabımı içip şu Purcell Amcamı Aya İrini'de dinlesem ne olurdu sanki?
Vah İstanbul, vah bahar, vah ki ne vah müzik....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder