27 Ağustos 2016 Cumartesi

BOOK OF ROSES

 
 
 
 
 
Etiler'den yayaya düşman bir yokuş iner Bebek sahiline. Perşembe günü doktorumun tavsiyesini dinleyerek yürüyüş yapayım dedim ve öyle iyi oldu ki... Arabaların hoyratlığına hiç takılmadan yavaş yavaş yokuş aşağıya yuvarlanmaya başladım...
 
 
 
Böylece ne zamandır unuttuğum  bir şeyi yaptım; şehrin en güzel yürüyüş yolundaydım! Bebek'den başladım, Ortaköy'e kadar yürüdüm. Ayakkabılarım azizlik etmeyeydi, biraz mola verip kumpir yiyecektim. Kısmet değilmiş. Tüh, Beşiktaş'a da bi şey kalmamıştı.
 
Gökyüzünün renkleri çok güzeldi. Yağmur bir yağdı, bir durdu. Islandım ama güneş hemen kuruttu. Denizi, evleri, boğazda yüzen çocukları seyrettim. Nasıl cesurlar!
Hatta aşıkları ve belli ki bu kıyıyı yıllarca adımlamış eski zaman kadınlarını gördüm. Takılar, ayakkabılar, şemsiye...
 
 
 
Bazen ayrıntılara gülümsedim. Bunu buraya yapan işçinin ellerini, emeğini düşündüm. Acaba yemek arasında boğazı seyrediyor muydu? Bu asla içinde oturup bir kahve içemeyeceği bina için çalışırken, bir an olsun suya bakmanın hazzına ermiş miydi? Yoksa iş sadece ekmek parasında mıydı?
 
 
 
Müzik yoktu yanımda, sadece sokağın sesini dinledim. Azıcık da rüzgar. Balıkçıların oltalarından kaçtığım anlar oldu. Annemin hayatıma kattığı şahane fobilerimden; oltanın yüzüme gözüme takılması ihtimali!!
Hiç durmadım. Oturmak istemedim. Yemek molası vermiş kuşları gördüm. Vay be dedim, boğazda yemek yiyorlar, hem de bedava! Orhan Veli bunu görmeliydi... Peynir ekmek değil ama kırıntı bedava!
 
 
 
Akıntının suyun yüzeyinde yaptığı oyunları seyrettim. Bazen durup daireler çiziyor sonra o dairesel hareketlerle hızlanıp, uzaklaşıyordu. Uzaklaşıyor muydu??
 
Suyla aksam gitsem oyunu oynadım.
 
 
 
Bir zamanlar beni çok heyecanlandıran güzel şehrime baktım da şükürler olsun dedim, aşk yavaşlıyor... ve belki de böylesi çok daha iyi; zira damarlar boyunca hiç molasız yol alan kan, hep aynı hızla aksaydı, hiç kimse bu tazyikli akışa dayanamazdı...
 
 

Hiç yorum yok: