29 Temmuz 2010 Perşembe

ESKİLERDEN & ANDAN KARIŞIK:)



Timur'un ziyaretiyle başlayan süreç o kadar güzel bir geçmişe yolculuk oldu ki, ne yazarsam yazayım hissettiğimi ifade edemeyeceğim. Bunu biliyorum çünkü yazmanın gerçek bir paylaşım olduğuna dair derin şüphelerim var artık... (İçime şüphe tohumları eken hocama bu ilk hasat için şükranlarımı sunarım...)

Bazen, son üç yıl içinde blogda yayınlanan yazılarıma baktığımda - oysa ki, yazarken çok samimi olduğumu düşünüyordum- aralarında sadece iki üç tanesinde kendimi yakalayabiliyorum.

Yazı üzerinden anlamaya ve anlatmaya tutunmanın, kuyruğunu yakalamaya çalışan bir yavru kedi davranışından farkı olmadığını- en azından benim için - şimdi şimdi görebiliyorum. Değersiz mi? Asla! Bir peçete üzerine yazılmış telefon numarası da, eski bir müze biletinin arkasına iliştirilmiş notta, blogdaki günlük serzenişler ve hatta artık yaşamayan bir dilin şiirinin kazındığını taş tabletler de çok değerli. Sadece ölüler... Yazarken öldürüyoruz, öldürüyorum onları; anılarımı, anlarımı, duygu ve düşüncelerimi sırf onlardan kurtulmak ya da sırf onları ölümsüzleştirmek için yazıyorum. Oysa yazı ne anı ölümsüz kılacak bir iksir, ne de silebilecek kadar güçlü bir büyü. Yazı sadece "yazı". O kadar. Daha fazla anlam yüklemeye gerek yok.

Çoğu zaman müziğin yazıdan daha güçlü olduğunu düşünüyorum. Müziğin içinde kaybolmak mümkün, müzikte zihinsiz olmak olası... Oysa yazarken kelimelerin çoğu zihinden. Kalbin aralık kapısından kaçmayı başarmış bir kaç satır dışında hepsi geçmişten ve gelip gelmeyeceği belli olmayan meçhul bir gelecekten.

Tatilde sabah erken saatte kalkıp plaja indiğimde genellikle yaşlılar vardı etrafta. Su tertemiz, rüzgar ılık ve deniz muhteşemdi. İtiraf ediyorum, bir kaç kez elim kaleme kağıda gitti. Ama çok net bir şekilde gördüm ki, ya dalgaların oyununun bir parçası olacaktım ya da oyuna seyirci kalıp yazacaktım. Oynadım; yazmaya, anı öldürmeye, egoma yenilmedim. Nice anın katili olan ben, geçmişte içinde duramadığım binlerce anın telafisinin mümkün olmadığını sükunetle kabullenip, dalgalarla sallandım. Sallandım. Sallandım.

Deniz tutması gibi "an" tuttu beni. Son dönemde Nazlı Hoca ile yaptığımız meditasyonlardan birinde de böyle olmuştu; anın içinde kımıldamaksınız kalmak bana ilk kez, tam ve bütün hissetmemi sağlayacak parçaya hazır olduğumu fısıldamıştı. Hayatıma alamadığım tüm kadın ve erkeklerden bütün samimiyetimle özür dilerim. İçim tıklım tıklımdı, sizi buyur edemezdim. Yer yoktu! Geçmişten taşıdıklarıma "haydi gelenler var, sıkışın" mı diyecektim? O zaman herkese haksızlık olmaz mıydı? Bana haksılık olmaz mıydı?

Nihayet geçmişin hayaletleriyle barıştığım, en azından onları mutfakta görünce çığlık atmadığım bir sürece girdim. Artık gece rüyamda gördüğüm biri, öğleden sonra aradığında sadece sakin sakin gülümsüyor, bu keyifli bağın tadını çıkartıyorum. Anlam yüklemiyor, olmakta olanı şekillendirmeye çalışmıyorum. Geleni durdurmuyorum, frene basmıyorum ama gaza da basmıyorum. Ne gelirse AŞK'tan gelecek, bunu bilmenin tatlı huzurundayım.

Fincanları kapatıyor, telvelerde şekillenen kalbin sahibine gülümsüyorum.
















Bu “ Olma” çabası bir duvar oluşturuyor.
Çünkü sen zaten varlığını içinde taşıyorsun.
Herhangi bir şey olmak zorunda değilsin.
Sadece kim olduğunu anla yeter.
Hepsi bu.
Sadece içindeki gizli kimliğin farkına var.

27 Temmuz 2010 Salı

TIME TO PLAY

ANLATACAK ÇOK ŞEY VAR-MIŞ GİBİ GELİYOR. SONRA YOK-MUŞ GİBİ GİDİYOR. YAZMAKTAN YAŞAMAYA GEÇMEK KOLAY-MIŞ GİBİ GELİYOR AMA DEĞİL.BAZI ŞEYLER GECİKMİŞ GİBİ ALGILANIYOR, OYSA HAYATTA GECİKEN HİÇ-BİR-ŞEY YOK. İNSAN BUNU ZAMANI GELDİĞİNDE ÇOK İYİ ANLIYOR :) BU YAZDIKLARIM DA BİR ŞEY DER GİBİ OLUYOR FAKAT DEMİYORSA, ANLAMANIN ZAMANI GELMEMİŞ:))

MUCİZE NAMELER'DEN ...






26 Temmuz 2010 Pazartesi

Beri gel, daha beri, daha beri;
Bu yol vuruculuk nereye dek böyle;
Bu hır-gür, bu savaş, nereye dek?
Sen "ben"sin işte, ben "sen"im!..
Ne diye bu direnme böyle, ne diye;
Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye;
Topumuz bir tek kâmil insanız; bir tek!
Ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye?
Zengin yoksulu hor görür, ne diye?
Sağ soluna yan bakar, ne diye?
İkisi de senin elin, ikisi de.
Peki kutlu ne, kutsuz ne?
Topumuz bir tek inciyiz , bir tek!
Başımız da tek, aklımız da tek.
Ne diye iki görür olup kalmışız;
İki büklüm gök kubbenin altında, ne diye?
Sen habire gevele dur bakalım;
Habire usul boylu "birlik çam ağacı" de...
Sonu nereye varır bunun, nereye?
Şu beş duyudan, altı yönden,
Varını yoğunu birliğe çek, birliğe
Kendine gel, benlikten çık, uzak dur!
İnsanlığa karıl, insanlara, insanlarla bir ol!
İnsanlarla bir oldun mu, bir madensin, bir ulu deniz;
Kendinde kaldın mı, bir damlasın, bir dane!
Ama sen, canı da bir bil, bedeni de;
Yalnız sayıda çoktur onlar, alabildiğine...
Hani, şu bademler var ya, bademler gibi;
Ama hepsindeki yağ bir!
Dünyada nice diller var, nice diller;
Ama hepsinde "anlam" bir;
Sen kapları testileri hele bir kır;
Sular nasıl bir yol tutar gider;
Hele birliğe ulaş, hır - gürü, savaşı bırak;
Can nasıl koşar, bunu canlara iletir...

18 Temmuz 2010 Pazar

ÜSTADIN ŞAKİRDLE İLİŞKİSİ




Bir şakirdin üstad tarafından kabul edilmesi için zorlu imtihanlardan geçmesi gerekir. Evrensel düzeni garanti eden, şakirdin şakird olması, üstadın da üstad olmasıdır.Üstad, bilgisinden kaynaklanan belirli bir güce sahip olandır. Dhammapada der ki:"Su kemeri inşa edenler suyu diledikleri şekilde yönlendi­riyorlar, ok yapanlar oklara diledikleri şekli veriyorlar, doğra­macılar odunu biçimlendiriyorlar, hakîmlerse kendi kendile­rini denetliyorlar.

"NEYE EHİL OLMAK?


Zorluklara ve sınamalara karşı kendine hakim olmaya mı ehil olmak Geleneksel Hindistan'da, eğitimin tümü bu hakim olma olgusunun üzerine bina edilmiştir. Üstadına göre, her bir şakird gücün belirli bir biçimini geliştirmiş olur.Her tür "Hikmet, sahibine, şu veya bu konuya hakim ol­masının kaçınılmaz sonucu olarak kendine özgü gücünü ver­miştir. Hekim, hastalıkların ve ilaçların üstadıdır; doğramacı, odunun ve diğer malzemelerin üstadıdır; Din adamı, büyü sözlerinden ve ayinlerinden dolayı cinlerin ve Tanrıların üs­tadıdır. Bununla bağlantılı olarak, filozof-yogi kendi ruhu­nun, bedeninin, arzularının, tepkilerinin, tefekkürlerinin üs­tadıdır. Arzuların etkilediği düşüncenin hayallerini aşmış ki­şidir. O kesinlikle kaderin yetişemeyeceği bir yerdedir.Doğu'da, niteliği ne olursa olsun, hikmet titizlikle gizle­nen, nadiren ve sadece onu mükemmelce algılayacak yete­neğe sahip olan kişiye aktarılır. Belirli bir kapasiteyi temsil etmesinden öte, her şakird bununla birlikte nerdeyse sihirli bir güce de sahiptir. Hikmet, onu düzgün bir şekilde üstlen­meye yetenekli bir bireye aktarılır. Ehli olmayan bir ferde ak­tarılmasını hedefleyen bir öğreti felakete duçar olur."Buradan bir kaç sonuç çıkarabiliriz:-Bir yandan, herkes bir tür hikmete veya üstadlığa ulaşa­bilir. Üstelik Bhagavad Gita'nm öğretisi şunu söyler: Şakird hazır olduğunda üstad gelir. Bu da içkin bir adalete kavramı­nı belirtmektedir, herkes ihtiyacı olanı alır.-Öte yandan, taşı işlemek veya duygularını kontrol etmek için hikmet gerçek bir güç vermektedir."Üstada hizmet ederken ve ona sihirbaz, din adamı, mün­zevi, hekim veya çömlekçi işinde yardım ederken, şakird yavaş yavaş sürekli bir uygulamayla teknikleri öğrenir, oysa te­ori, kılavuzların derin araştırmasıyla tamamlanmış şifahî eği­timle öğretilir."Ancak şakird için gereklilikler böyleyse, ÜSTAD için daha hafif değildir:"Guru'nun ahlakına ve tutumuna gelince, öğretileri ve ha­yat biçimi arasında mutlak ve gerçek bir uygunluk bulunma­sı istenir; bu tür benzerliklerin, Batı'da ancak bir rahip veya bir papaz'da bulunması ümid edilir."Böylece ŞAKİRD üç fazileti geliştirir:


YÜREKTEN BAĞLILIK, ARAŞTIRMA, HİZMET


Bunlar şakirdte hareketin üçlü motorunu hızlandırırlar: İçsel bir ahengi tekrar yaratmaya çalışan nefs, ruh ve beden başka bir deyişle kalp, kafa ve eller; çünkü üstad, sahip oldu­ğu bir yeteneğine abartılı bir şekilde hayranlık göstermeden şakirddeki eksikliği tamamlamaya bakar.Eğer üstad-şakird ilişkisini doğal süreçle karşılaştırmak istiyorsak, şunu söyleyebiliriz ki üstad bahçıvandır ve şakird de tohumdur. İlk önce üstad tohumun cinsini, nereye ve ne zaman ekilmesi, nasıl sulanması gerektiğini bilmeli, yani şa­kirdin potansiyel olarak taşıdığı ağacı görmelidir.Tohum bahçıvanın eserine güvenmeli ve verdiği besini kabul etmelidir; bu da bilginin alınması karşılığında gösteri­len yürekten bağlılığı temsil etmektedir; sonra da gelişebil­mek için gerekli olan özü alabilmek için onu sindirmesi gere­kir; bu da ilkeleri sorgulamadan araştırmakdır; süreç tamam­landığında, hizmet, Epiktet'in koyunlarının yününe ve sütü­ne eşdeğer olan tohumun büyümesiyle belirlenir. Ancak özümleme kapasitesinin sınırlı olması sebebiyle, bir bahçıvanın tohumu her gün sulaması gibi bu süreç de her gün de­vam etmelidir.Üstad-şakird ilişkilerini kesen ve onu öğretmen-öğrenci ilişkisiyle değiştiren modern topluluklarda aralarında ilişki bulunmayan ve insanı parçalayan üç kurum meydana gel­mektedir: Kafası, kısır entellektüalizmli üniversiteler tarafın­dan; kalbi, dinî tarikatlar tarafından; elleri, onları robotlaştıran siyasî partiler tarafından alınmıştır. Böylece karşımızda bir varlık değil de sürekli çatışma içinde tükenen eksik üç parça bulunmaktadır

17 Temmuz 2010 Cumartesi


“Öteler,

özündeki boyutların yanında

sonsuzda bir zerre kadar bile mesafe tutmaz,

hem de yormaz.

Asıl sonsuzluk sen kendinsin,

kendindeki sonsuz seyahatlerdir seni yoran”

16 Temmuz 2010 Cuma

KUNG FU PANDA!


Yarabbim sen gözümü açan ustamı başımdan eksik etme. Sonunda Rapunzel değil, Alice değil, Küçük Kırmızı Balık hiç değil; bir panda olduğumu anladım! :)))) Yaw bu kadar şahane bir çizgi filmi ben nasıl kaçırırım? Lütfen bana artık Po der misiniz?

Namaste hocam

BİR ASHRAM GÜNÜNÜN ARDINDAN...

Başkalarını bilen zekidir
Kendini bilen, aydınlanmıştır
Başkalarını alteden cüsselidir
Kendini alt eden güçlüdür
Yok olmadan ölebilen, uzun ömürlü olur…
Bakın şu zengin giysililere
Şu keskin kılıç taşıyanlara
Doyasıya yiyip içenlere
İhtiyaçlarından fazlasına sahip olanlara
Buna hırsızların yolları denir
Bu yol değildir.
Bilen konuşmaz
Konuşan bilmez
Bütün geçitleri yasakla
Bütün açıkları kapa
Bütün keskinlikleri körelt
Bütün düğümleri çöz
Her şeyi birbirine kat
Sır olan niyet, işte buradadır
Sen ona yaklaşamazsın…
Yasaklar ve tabular ne kadar çoğalırsa
Halk da o kadar fakirleşir
Keskin silahların adedi çoğaldıkça
Düzensizlik de o kadar artar
Zeka seviyesi yükseldikçe
Garip şeyler de o kadar çoğalır
Yasalar çoğaldıkça
Hırsızların sayısı da o kadar kabarır…
Bilge kişi, yaralamadan tedavi eder
Kırmadan uyarır
Azarlamadan düzeltir
Kibirlenmeden aydınlatır…

Leo tzu

14 Temmuz 2010 Çarşamba

TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ



Tahir olmak da ayıp değil

Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp
değil,

bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek

meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken

meselâ denerken damarlarında bir serumu

ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin ama o bunun farkında değildir

ayrılmak istemezsin dünyadan ama o senden ayrılacak

yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?

Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık yahut hiç sevmeseydi

Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

MEM U ZİN


Cizre Beyi, Mir Zeynuddin'in Zîn ve Sitî adlarında iki tane bacısı vardı. Zîn, beyaz tenli, beyin can ciğeriydi. Bey onu çok severdi. Sitî ise esmer, selvi boylu biriydi. Tacdin, Beyin Divan Vezirinin oğluydu. Hikâyenin ana kahramanı Mem ise Tacdin'in manevi kardeşi ve dostuydu. Botan bölgesinde baharın müjdecisi olan Mart ayında (21 Mart Newroz) , eğlence ve bayram günlerinde çoluk - çocuk bütün Cizre halkı kırlara çıkar süslenirlerdi. İşte böyle bir günde Mem ile Tacdin kendilerine kızlar gibi süs verip ve kıyafet değiştirerek şenliğe katılırlar. Şenlik alanına vardıklarında erkek kıyafetli iki kişiyi görürler. (onlar Sitî ile Zîn'di) Onları görür görmez ikiside yere düşüp bayıldılar. Sitî ile Zîn bayan kıyafetli iki erkeği iyice süzerek onlar sezmeden kendi yüzeklerini onların parmaklarına geçirip oradan ayrılırlar. Mem ile Tacdin ayıldıklarında kendilerinin bezgin ve sersem onlduklarını görürler. Bu esnada Tacdin Mem'in parmağında, üzerinde Zîn yazılı mücevheri fark eder, Tacdin Mem'ın parmağına doğru elini uzatınca Mem de onun parmağında bulunan pana biçilmez ve üzerinde Sitî yazılmış olan yüzüğü görür. İkiside Sîti ve Zîn'in ne yapmış olduklarını anlarlar. Sitî ile Zîn dadıları olan Heyzebun'a anlatırlar. Dadıları bir hekim kılığına girerek hasta olan Mem ve Tacdin'in yanına varıp, Sitî ve Zîn'inde onlar gibi yandığını söyler ve yüzükleri geri ister. Tacdin yüzüğü geri verir. Fakat Mem 'bununla yaşıyorum' diyerek yüzüğü vermez. Mem ile Tacdin kalkıp arkadaşlarına durumu anlatırlar. Bunun üzerine Tacdin için Cizre'nin önde gelenleri Cizre Bey'inden Sitî'yi Tacdine isterlerler. Bey, Tacdin'e Sitî'yi verir. Böylece yedi gün yedi gece düğün yapılır. Aslen Botanlı olmayıp İran'ın bir köyünden (Merguverli) olan Beko, Bey'in kapıcısıdır. Tacdin Beko'yu hiç sevmez. Bey'e kaç sefer bu adamın kapıcılığa layık olmadığı söyler fakat bey: 'değirmenimiz onunla dönüyor. Köpekler de kapıcıdırlar' der. Beko, Bey'in Zîn'i Mem'e vermemesi için 'Efendim, Tacdin kendi tarafından Zîn'i Mem'e vermiş.' Bunun üzerine kızan Bey, 'and içerim ki; Zîn'i eş olarak Mem'e vermeyeceğim' der. Bey'in ava çıktığı bir günde Mem Zîn'i görmek için bahçeye girer. Mem'i gören Zîn birden yıkılıverir yere. Ava giden Bey, avdan dönünce Mem'i bir abaya sarılmış bir şekilde bahçede görür. Mem 'Beyim, biliyorsunuz ben hastayım canım sıkıldı gezeyim derken sonra kendimi burda buldum'der. Bey'in yanında bulunan Tacdin abanın altında Zîn'in saçlarını görür, durumu anlayan Tacdin Bey'i ikna ederek divana doğru götürür. Daha sonra eve gidip Sitî ve çocuğunu evden çıkararak, evi ateşe verir. Böylece Mem ile Zîn'in kurtuluşu için Tacdin evini feda eder. Emsali görünmemiş bir dostluk örneğini sergiler. Beko'nun oyunlarıyla beyle satranç oynamaya ikna edilen Mem başlangıçta ilk üç oyunu alır. Beko Mem'in iyi oynadığını görünce Mem'in yönünü Zîn'e doğru çevirir. Zîn'i görüp hayallere dalan Mem, Bey'e yenilir. Sevgilisinin Zîn olduğunu öğrenen bey Mem'in zindana atar. Bir seneye yakın zindanda kalan Mem, Zîn'in hasretine dayanamayıp ölür. Mem'in cenazesinin kaldırıldığı esnada Tacdin Beko'yu görüp öldürür.zin yapıştığı Mem'in mezar taşında canını verir. Bey, Zîn'i gömmek için Mem'in mezarını açtırarak Zîn'i sarktığı esnada şöyle seslenir: 'Memo! Al sana yar! der.

13 Temmuz 2010 Salı

ZEKA...


"... Zeka tamamen farklı bir boyuttur. Onun kafayla hiçbir ilgisi yoktur. Kalple ilgilidir. Akıl baştadır. Zeka ise kalbin uyanık olma durumudur. Kalbin uyanıkken, kalbin derin bir minnet içinde dans ederken, kalbin varoluşla uyum içindeyken, bu uyumdan yaratıcılık ortaya çıkar..."

12 Temmuz 2010 Pazartesi

GÜLE, GÜLE GÜLE...


YEMİŞİM GERÇEKLERİ!



bir arkadaşımın blogundan çaldım... ihtiyacım olmasa çalmazdım. gerçekten tam da hayal ettiğim gibi. kim kırmızı bir gökyüzünde japon balıklarıyla uçmak istemez ki!

11 Temmuz 2010 Pazar

KÜÇÜK PRENS.....


Küçük prens kendisini komşu asteroitlerin arasında buldu. Bu asteroitlerin numaraları 325, 326, 327, 328, 329, ve 330’du. Kendisine bir meşgale bulabilmek ve bilgisini artırmak için sırayla onları ziyaret ermeye karar verdi. İlk asteroitte bir kral yaşıyordu. Mor kumaştan yapılmış giysisiyle tahtında otururken, oldukça haşmetli görünüyordu. Küçük prensi görünce: “ Ah, işte halkımın bir üyesi “ dedi. “ Beni daha önce hiç görmediği halde kim olduğumu nereden bilebiliyor? “ diye düşündü küçük prens.Kralların dünyayı çok basit bir gözle algıladıklarını bilmiyordu. Krallara göre bütün insanlar, onların emirleri altında bulunan kimselerdi. “ Biraz daha yakına gel de seni iyice göreyim “ dedi kral. Nihayet emir verecek birini bulduğu için, oldukça kibirlenmişti. Küçük prens oturabileceği bir sandalye bulmak için çevresine bakındı, ama kralın kürkü bütün gezegeni kaplamıştı. Bu yüzden ayakta kaldı ve yorgun olduğu için de esnedi.“ Kralın karşısında esmemek görgü kurallarına aykırıdır, esnemeni yasaklıyorum “ dedi kral. “ Ama buna engel olamıyorum “ dedi küçük prens şaşkınlıkla. “ Uzun bir yoldan geldim ve hiç uyumadım.”“ O halde esnemeni emrediyorum “ dedi kral, “ yıllardır esneyen birini görmedim. İnsanların nasıl esnediğini merak ediyorum. Haydi, şimdi yeniden esne. Bu bir emirdir.”Küçük prens kıpkırmızı olmuştu. “ Beni korkutuyorsunuz. Artık esneyebileceğimi sanmıyorum “ dedi.“ Demek öyle. O halde arada bir esnemeni- arada bir de...”Sözünü tamamlayamadı, çünkü kızgınlıktan öksürmeye başladı. Otoritesine çok önem veriyordu anlaşılan. Emirlerine karşı gelinmesine hiç tahammülü yoktu. Ama aslında iyi bir kraldı. Bu yüzden de emir verirken insaflı davranıyordu.“ Bir generale martıya dönüşmesini emredersem ve general bu emre uymazsa suç onun değildir. İmkânsız bir şeyi yapmasını istediğim için, suç benimdir.” dedi.Biraz utanarak “ Oturabilir miyim? “ dedi küçük prens. Kürkünün eteklerini haşmetle toparlayan kral: Oturmanı emrediyorum “ diye yanıtladı.Ama gezegen bomboştu. Bu kral kimi yönetiyordu? Küçük prens şaşkındı.“ Efendim, “ dedi, “ lütfen size bir soru sormama izin verin.”“ Sorunu sormanı emrediyorum “ dedi kral çabucak.“ Efendim, burada kimi yönetiyorsunuz acaba? ““ Her şeyi. ““ Her şeyi mi? “Kral eliyle kendi gezegenini, diğer gezegenleri ve yıldızları işaret etti.“ Hepsini mi? “ diye sordu küçük prens. “ Hepsini.”Anlaşılan kendisi evrensel bir kraldı.“ Peki, yıldızlar emirlerinize boyun eğiyor mu? ““ Elbette. Emirlerimi derhal uygularlar. Karşı gelinmesine tahammül edemem. “Bu güç karşısında şaşırmadan edemedi küçük prens. Eğer bu güce kendisi sahip olsaydı, sandalyesin bile kıpırdatmadan aynı gün içinde yetmiş iki, hatta yüz günbatımını birden izlerdi.Terk ettiği küçük gezegenini hatırlayınca, birden kendini mutsuz hissetti küçük prens. Cesaretini toplayarak kraldan bir ricada bulundu.“ Gün batımını izlemek isterdim. Lütfen bana bu iyiliği yapın. Güneşe batmasını emredin. ““ Eğer bir generale kelebek gibi çiçekten çiçeğe uçmasını, ya da bir trajedi yazmasını veya kendisini bir martıya dönüştürmesini emretseydim ve general emrime uymasaydı, suç kimin olurdu? ““ Sizin.”“ Kesinlikle. Emirler, yerine getirilebilir şeyler olmalıdır. Otoritenin temeli mantıktır. İnsanlara kendilerini denize atmalarını emretmek, bir devrime yol açmak demektir. Ben emirlerime uyulmasını isterim. Buna hakkım var, çünkü mantıklı emirler veririm.”“ Gün batımı ne olacak? “ deye sordu küçük prens. Biliyorsunuz, sorduğu sorunun yanıtını almadıkça sormaktan asla vazgeçmezdi. “ Gün batımını izleyeceksin, bu emri vereceğim. Ama bilimsel yönetmeliklere göre, koşulların uygun olacağı zamanı beklemek zorundayım.”“ Peki, bu ne zaman olacak? ““ Hımm. Yaklaşık sekize yirmi kala civarında. Sen de emirlerime nasıl uyulduğunu görmüş olacaksın. “Esnedi küçük prens. Gün batımını beklemek zorunda kaldığı için biraz canı sıkılmıştı.“ Burada yapacak hiçbir şeyim yok. Bu yüzden yoluma devam edeceğim.”Emredebileceği birini bulmuşken kaçırmak istemeyen kral:“ Gitme, seni bakan yapacağım “ dedi.“ Ne bakanı? ““ A... Adalet bakanı! ““ Ama burada yargılayacak hiç kimse yok ki! ““ Bunu henüz bilmiyoruz. Krallığımı tam olarak gezmiş değilim. Yaşlı olduğum için yürümek beni yoruyor. Arabaya binmek istesem, burada araba için yer yok.”“ Ama ben gezegende hiç kimse olmadığını biliyorum “ dedi küçük prens. Bir yandan da emin olmak için başını eğdi ve gezegenin diğer tarafına göz attı. “ O halde sen de kendini yargılarsın “ diye yanıtladı kral. “ Kendini yargılamak diğer insanları yargılamaktan çok daha zordur. Kendini gerektiği gibi yargılayabilirsen, çok adilsin demektir. ““ Eğer kendimi yargılayacaksam, bunu her yerde yapabilirim “ dedi küçük prens, “ burada kalmama gerek yok. “ “ Hımm, “ dedi kral, “ eğer yanılmıyorsam gezegenin bir yerlerinde yaşlı bir fare olacak. Geceleri tıkırtılarını duyuyorum. Onu yargılarsın. Arada bir onu ölüm cezasına çarptırırsın, böylece hayatı senin ellerinde olur. Ama her seferinde onu affetmelisin. Çünkü yargılayabileceğin tek kişi o. ““ Ben hiç kimseyi ölüm cezasına çarptırmak istemiyorum ve sanırım kendi yoluma devam edeceğim. ““ Olmaz! “ dedi kral.Küçük prens kararını vermişti, ama yaşlı kralı incitmeyi de hiç istemiyordu.“ Sayın kralım, eğer emirlerinize derhal uyulmasını istiyorsanız, o halde uygulanabilir emirler vermelisiniz. Örneğin, bir an önce gitmemi emredebilirsiniz. Bence koşullar buna çok uygun.”Kral hiçbir şey söylemeyince, küçük prens bir an tereddüt etti, sonra oradan ayrıldı.Kral arkasından :” Seni büyükelçi yapacağım! Diye seslendi. Ses tonundaki otorite duyulmaya değerdi doğrusu...Küçük prens : “ Şu büyükler çok tuhaf “ dedi kendi kendine ve yoluna devam etti.
Yukarıdaki bölüm elbette Küçük Prens'den. Okumayan kaldı mı bilmiyorum. Ama okuyup anlayamayanların sayısını ortada... Tanıdığım herkese Küçük Prens'i, Momo'yu ve son iki yıldır yaşadığım, hissettiğim her şeyi küçük bir paket yapıp vermek isterdim. Bir umut, hayatlarında yeni bir başlangıç için yüreklendirmek isterdim... Bunun mümkün olmadığını biliyorum; yani kendileri istemedikçe... Yine de vazgeçmiş değilim.
Zaman, mutluluk, hayat ve ölümle ilgili bugüne kadar öğretilen her ne varsa silerek, yeni öğrendiklerimi satır satır not ederken, kalan ömrümü bir çocuk kadar oyuncu ve hayretler içinde geçirmeyi diliyorum. ARANIZDAN BAZILARI BENİ TERK EDECEK BİLİYORUM... Ve bazıları bana geri dönecek, bunu da biliyorum. Bunlara ne seviniyor, ne de üzülüyorum. Hepimiz için en iyisini diliyorum. HER GECE ETTİĞİM DUAYA -HOCAMIN ETKİSİNDE KALARAK- EKLİYORUM: ALLAHIM HAYRETİMİ ARTTIR!, ALLAHIM KALBİYLE GÖREN KULLARININ ARASINA AL BENİ VE HAYRETİMİ ARTTIR!

9 Temmuz 2010 Cuma

9 TEMMUZ 2010 SEN NE GÜZEL BİR SABAHSIN GÖREN GÖZLERE...


Yaz yağmurları hediye... O zaman yaz yağmurunu hediye ediyorum sana. Çık dışarı, içini dışını yıka. Cesaretini topla ve herkesi, herşeyi unut; sadece yıkan. Tertemiz ol ve yeniden başla. Benim sana bugün verebileceğim en güzel hediye bulutlar dolusu yağmur ve yeniden başlamanın, değişmenin sadece senin seçiminle mümkün olabileceğini hatırlatmak.


Uyan sevgili, uyan bugün senin doğumgünün olabilir...

8 Temmuz 2010 Perşembe

MİRAÇ


Bugüne kadar hiç Miraç Kandili kutlamadım, bundan sonra da kutlayacağımın garantisi yok. Ama bugün kutladım. Bugün deliliğimi, veliliğimin olasılığını, bedenimin ve ruhumun hala biçimlenebileceğinin farkındalığını, Külkedisi'ne yeniden sarılmanın duygusallığını, saf ve temiz olan yağmurun getirdiklerini, Aslı ile içilen kahvenin tadını, yeni limonlu sabunumun miiisssss gibi kokusunu kutladım. Taze üzümlerin damağımda bıraktığı tadı, saçlarımın ıslaklığını, caddede çocuklar gibi sulara bata çıka yürümenin keyfini, Erol Hocamın hala hayatta ve yanımda oluşunun şansını, bir aileye sahip olmanın ayrıcalığını, Burhan'la yoga yapmanın dostluğumuza kattığı yeni boyutu... kutladım da kutladım.


Bana doğru gelmekte olan her insanı, her olayı ve her değişimi açtım kollarımı bekliyorum. Eşşşek gibi korkarak ama tırnaklarımı içeri çekmiş, sakin kalmaya çalışarak bekliyorum.


Hu hu orada kimse var mı???

ZONKLAMA


Kalbim zonk zonk zonkluyor. Attığı günleri de bilirim; bu atmak değil, düpedüz zonklamak!


İlk okuldayken haftada bir gün beden eğitimi dersimiz olurdu; yağ satarım bal satarım ustam ölmüş ben satarım oynardık. Koskocaman bir çember olur, aramızdan bir çocuğun elindeki mendili arkamıza bırakmasını heyecanla beklerdik. Sonra da kimin arkasına bırakılmışsa mendil, ayağa kalkar ve bırakan çocuğu kovalardı!


Nereden aklıma düştü şimdi?


Ha zonklamaktan bahsediyordum ben di mi? Evet evet kalbim zonkluyor. Bana doğru gelmekte olan bir şey yüzünden değil, içimden çıkmak için herşeyi paramparça edecek kadar çıldırmış bir "şey" yüzünden. Ve ben korkuyorum. Ve ben aslında çok iyi biliyorum; bugün tutsam yarın çıkacak! Oysa garip bir ses "daha ne kadar tutacaksın? "diye soruyor. Ben de cevap veriyorum: "tutmayacağım ama nasıl bırakıldığını da bilmiyorum ki!"


Bu yüzden son aylarda üç ileri, beş geri mehter takımı gibi yol alıyorum. Bazen rüyalarla, bazen umulmadık karşılaşmalarla ve hatta hesaplaşmalarla o yağ satarım bal satarımdaki hali yaşıyorum. Hah buydu işte demek istediğim: ruhum kaçıyor ben kovalıyorum!


Kovalamasam kaçmaz muhtemelen ama ben daha bunu anlayamıyorum. Öfkeme, yorgunluk ve kırgınlıklarıma, çoğu zaman önyargılarıma yeniliyorum...


Yakında 37 yaşında olacağım. Bunun için çok mutluyum. Bu yaşımda hayatımın tam da burasında olan herkese o kadar minnettarım ki... Onların bana gösterdiklerini hala tam olarak anlayamasam da, çoğu zaman öfkeme yenik, yoldan geri düşsem de, aynanın bu tarafına geçebilenlerden olmak içimi rahatlatıyor.


Yağı balı satabilmek için, ustam henüz hayattayken ruhumu yakalamam gerektiğinin farkındayım. Hatta şarkıyı değiştirmem gerektiğinin de farkındayım: yağ satarım bal satarım Ustam yapar ben satarım:)))
İnsan ancak kendi kanından olanla kuruyor en suskun köprülerini...

6 Temmuz 2010 Salı

HOCAM BU SABAH FACEBOOK SEMALARINDA NE PAYLAŞMIŞ..


Kim seni bütünüyle, koşulsuzca kabul ederse değişmeye başlarsın. Onun kabulü sana böyle bir cesaret verir. Olduğun gibi kabul edilmen seni bütünleştirir, seni kendine güvenli kılar, seni kendin gibi hissettirir. O zaman beklentileri yerine getirmene gerek yoktur, sen olabilirsin. Bu yüzden sevgi bu kadar besleyicidir. Seni basitçe, sırf sevgi uğruna seven bir erkek ya da kadın bulabildiğinde, sevgi dönüştürür. Ansızın tüm üzüntü kaybolur; yüreğinde bir dans, bir şarkı bulursun." Osho

Aşık olduğun zaman, herşey güzel görünüyor; çünkü o anlarda, hiçbir koşul öne sürmüyorsun. İki insan koşulsuz, birlikte hareket ediyorlar. ancak ilişki yerleştikten sonra, birbirlerini kanıksamaya başladıktan sonra, koşullar dayatılmaya başlanıyor.'' Böyle olmalısın, şöyle davranmalısın; ancak ozaman severim.'' sevgi bir pazarlık konusuymuş gibi...

3 Temmuz 2010 Cumartesi

ÇOCUK

"... Bu yüzden ben, yaptığında yeniden çocuk olabileceğin belli meditasyonlar üzerinde ısrar ediyorum. Dans ettiğinde sen bir yetişkin kimseden çok bir çocuk gibisin.
Biraz saygınlığı olan adamlar hiçbir şey yapamadıkları için takılıp kalmış haldedirler; onlar saygınlıklarını riske edemezler. Onlar korkarlar. Onlar mutlu değiller. Onlar saadetin ne olduğunu bilmezler, onlar tam olarak canlı olmanın ne demek olduğunu bilmezler ama onlar saygıdeğerdir. Bu yüzden onlar, saygınlıklarına yapışır sonra ölürler.Onlar asla yaşamaz; onlar hiç yaşamaya başlamadan önce ölür. Hiç yaşamadan ölen pek çok insan vardır.


Benim meditasyonlarım seni saygıdeğer olmadığın zamana, çılgınca şeyler yapabildiğin zamana, masum olduğun, toplum tarafından bozulmadığın zamana, çocukluğuna geri götürür. Ben senin bu noktaya geri dönmeni ve oradan yeniden başlamanı isterim. Ve senin ahyatın budur. Saygınlık yada para bubi tuzağı gibidir. Onlar gerçek ödüller değildir. Onlara kanma


Saygıdeğerliği yiyemezsin ve parayı yiyemezsin ve prestiji yiyemezsin. Onlar sadece oyundur. Eğer sen yeterince zekiysen hayatını yaşamak zorunda olduğunu ve diğer şeyleri umursamaman gerektiğini anlayacaksın. Tüm kaygılar anlamsızdır. Onu kendine has bir şekilde sevgi dolu olarak büyük bir şefkatle ve büyük bir tutku ile büyük bir enerji ile yaşaman gerekir. Bunun için ne yapman gerekiyorsa yap!


Unuttuklarını öğrenmen gerekecek. Öğrendiklerini unutman, bu yanlış rotayı değiştirmen, toplumun sana dayattığı seni ikna ettiği, seni içine girmeye kışkırttığı bu yanlış yolda ilerlemeni durdurman gerekir. Kendi hayatının sorumluluğunu al; kendi hayatının efendisi ol. Sannyas'ın anlamı budur. Gerçek bir sannyasin başkalarının fikrini umursamayan, hayatını canı istediği gibi yaşamaya karar vermiş olan kişidir. Hayatını sorumlu olarak- kendinden sorumlu - yaşamaya başladığında, sadece kendini umursamazsın, başkalarının hayatını da umursarsın. Ama tamamen farklı bir anlamda.


Artık hiç kimsenin hayatına karışmama konusunda her türlü özeni göstereceksin. Sorumluluk budur. Hiç kimsenin hayatına karışmasına izin vermezsin ve doğal olarak sen de hiç kimsenin hayatına karışmazsın..."

TİMÜS...

Yorgunluk, bıkkınlık, vazgeçmişlik dolu ceplerim... Sokakta hala kirpinin bağırsaklarının asfaltta bıraktığı iz var. Ne Muse ile içtiğim çilekli süt, ne de onun bana aldığı birbirinden güzel hediyeler iyi hissetmemi sağlamadı. Çünkü iyi değilim. Sabah Nazlı Hoca’nın yaptırdığı meditasyondan sonra caddeye karışmak ve ardından içinde bir gram iletişim kalmamış evimin avaz avaz sessizliğine dönmek kabus gibi. Ama bekliyorum. Bu su, ağzıma burnuma dolmadan, kimbilir belki de boğulmadan, ciğerlerim yeniden suyla tanışmadan bitmeyecek sıkıntım.

Sessizlik... Yok sayılmak kocaman iki el gibi boğazımda. Bu derinlerde biriken öfke bana evliliğimi hatırlatıyor. Dolu dolu kavga edemeden, dolu dolu sevemeden biten bir evlilikten daha üzücü olan yarım yamalak sürüklenen aile ilişkileri. Yeterince sevilmeden büyümüş anne ve babanın çocuğu olmak ne zor bir seçimmiş…

Neden elime geçen fırsatları değerlendirip anne olmadığımı şimdi daha iyi anlıyorum; bu karmayı bir bebeğe taşıyacak kadar kalpsiz değilim ben. Öfkem, anne olmak isteğime karşı bilinçsizce salgıladığım bir antikor!

Pazartesi gününe kadar temizlenmek için yapabileceğim bir şey yok. Mucize yaratamam... Sadece müzik dinliyorum. Bir yandan onlara götüreceğim müziği, oyuncakları seçiyor ve oyun yazıyorum, diğer yandan da piyanonun iyileştirici sesine sığınıyorum. Ellerim timüsümde, parmaklarını klavye yerine kalbimin tam üzerinde kımıldatarak, onu iyileştirmeye çalışıyorum. Ne zaman ki kalbim iyileşecek, ne zaman ki sevmeyi öğreneceğim - hocam kesinlikle öğrenilebilir diyor - işte o zaman sıkıntım kalmayacak. Boğazımdaki el gevşeyecek, suçlamalara kulaklarım sağır olacak ve kendi içime dokunmanın hazzında kaybolacağım.

Ellerim timüsümde, müzik kulağımda… yirmi dört saat sonra en saf ve en temiz halimle başka küçük kalplere dokunacağım ana hazırlanıyorum...
Dün gece Haliç sefası sona erip, yatağıma ulaştığımda hocamı bir kez daha sevdim. Çünkü ben orada pereme nedir diye anlatmaya çalışırken, tam yanımızdan geçen kıçtan takma motorlu saltanat kayığı ne yapmaya soyunduğumu bir kaç saniye içinde anlattı! Ben "hadi kürek çekelim" diyorum, siz bana "mazot nereden alınır?" diye soruyorsunuz.. Saltanat kayığı kıçtan takma motorlu olmaz, olursa o kayıkta saltanat olmaz...
Beni neyin beklediğini anladım: kaçmadan, sıkılmadan mazot satılan yeri bilmediğimi söyleyeceğim. Akıl almak ya da satmak niyetinde olmadığımı anlatmayacak, göstereceğim. Kilidini kendim açıp kapattığım prangamdan memnun, kürek çekeceğim. Ne demişti İhsan Oktay Anar? "Susmak, belki de gerçeği anlatmanın tek yoluydu...."

2 Temmuz 2010 Cuma

ANONYMOUS



BANA OKLU KİRPİ DİYEN BİR ADAM VARDI YÜZYILLAR ÖNCE... HAKLIYDI, HAKSIZDI HİÇ ÖNEMİ YOK. ONU SEVDİĞİMİ DÜŞÜNÜRDÜM. HATTA ONUN DA BENİ SEVDİĞİNİ DÜŞÜNECEK KADAR İLERİ GİTMİŞTİM. BURADA KALDIM MI? ELBETTE KALMADIM. YILLARCA BAMBAŞKA HAYATLAR YAŞASAK DA BİRBİRİMİZ İÇİN VAZGEÇİLMEZ OLDUĞUMUZA İNANDIM. DÜŞÜNDÜM. YAZDIM. TEKRAR DÜŞÜNDÜM. HATTA DÜŞÜNMEKTEN HASTA OLDUM. BÜTÜN BUNLARI DA BELKİ UTANIR AKILLANIRIM DİYE DURMADAN YAZDIM. AMA AKIL DENİLEN ŞEY ORMANDAKİ KÖR DİLENCİYSE BENİM SUÇUM NE?


HAYAT BENİ HİÇ BİLMEDİĞİM BİR YERE DAVET EDİYOR. HOCAM "DAVETE İCABET GEREK" DER. ETTİM GİTTİ. MUTFAKTAKİ ELMALI KEK KOKUSUNA KOŞAN BİR ÇİZGİ FİLM KARAKTERİ GİBİ, SAF VE TEMMİZ OLAN KIRINTILARIN ARDI SIRA EMEKLİYORUM.


ŞİMDİ ŞİMDİ, DÜŞÜNE DÜŞÜNE BİR YERE VARAMAYIŞIMIN, SADECE HASTALANIŞIMIN SEBEBİNİ GÖREBİLİYORUM. DÜŞÜNMEK HİSSETMEK DEMEK DEĞİL. UĞRUNA YATAKLARA DÜŞTÜĞÜM ADAM İÇİN BİR KEZ İÇİM TİTREDİ Mİ? HAYIR. BUNU AŞIRI KONTROL SANMIŞTIM, OYSA ŞİMDİ ANLIYORUM Kİ, YAŞADIĞIM GERÇEK AŞK OLSAYDI TİTREMEMİ KONTROL EDEMEZDİM. KOSKOCAMAN OLDUĞUNU SANDIĞIMIZ PROBLEMLERİ ELİMİN TERSİYLE İTER, YÜRÜRDÜM. BÜTÜN BUNLARI YAPABİLİRDİM, EĞER HİKAYEYİ YAŞIYOR OLSAYDIM...


BİZİM YAŞADIĞIMIZ -YA DA YAŞAYAMADIĞIMIZ- KADİM BİLGİNİN ANLATTIĞI AŞK DEĞİLDİ, ŞEHİRLİ İNSANIN TUTUNMAK İSTEDİĞİ, KENDİNİ İÇİNDE ÖZEL HİSSETMEK İSTEDİĞİ ZAVALLI BİR ÇIRPINIŞTI. ÇIRPINDIKÇA BATTIK, BATTIKÇA BİRBİRİMİZDEN UZAKLAŞTIK. HAYAT AŞKTAN DEĞERLİYDİ. ÖLMEYİ GÖZE ALAMADIK! ALAMADIN. ŞİMDİ BAKIYORUM DA, İYİ Kİ ALMAMIŞSIN:)


AŞK-I MEMNU'YU SEYRETTİNİZ Mİ? BEN DÜN FİNALİNİ SEYRETTİM. KIZIN TABANCAYI GÖĞSÜNE DAYADIĞI SAHNEDEKİ OYUNCULUĞUNA BAYILDIM. AYNISINI YAŞAMANIN KIYISINDAN DÖNMÜŞ BİR KADIN OLARAK SÖYLÜYORUM, BİZ KADINLAR DİĞER KADIN TERCİH EDİLDİĞİNDE KAFAYI ÜŞÜTÜYORUZ. HELE Kİ ADAM "ASLINDA BEN SENİ SEVİYORUM AMA ONA VEFA BORCUM VAR" DİYORSA, İŞTE BU EN ŞAHANE "BEN DE CESARET DENEN ŞEYDEN ESER YOK, YENİNİN BELİRSİZLİĞİNE ATILMAKTANSA EVDEKİ DÜZENİMİ KORURUM DAHA İYİ" DİYE TERCÜME EDEBİLECEĞİMİZ BİR CÜMLE. TABİİ O LİSANI BİLİYORSANIZ... ( AKIL BURADA BİR TEK DAKİKA İŞE YARADI ASLINDA, KENDİNİ SEÇMEYEN ADAMI SEÇMEMEMİ SAĞLADI! )


YİNE DE BENİM BU TERCÜMEYİ YAPMAM YİRMİ İKİ YIL SÜRDÜ! AŞK ZANNETTİĞİM ŞEYİN TAMAMEN ZİHNİMİN BİR KURMACASI OLDUĞUNU YENİ ANLADIM. AŞK ÜZERİNE YAZMAK, İMKANSIZ AŞK HİKAYELERİNİN KAHRAMANI OLMAK... BUNLARIN HEPSİ HARİKA, AMA BUNLARIN HEPSİ EGO İÇİN. PEKİ YA GERÇEK AŞK? O NEREDE?


DÜŞÜNMEKTEN VAZGEÇİP, HİSSETMEMİ SAĞLAYAN SÜREÇ KONYA'DA BAŞLADI. BENİM ZIRHIMIN ERİDİĞİ YER KONYA. AŞK NEDİR DİYE SORDUĞUM YER ORASI... BANA AŞKIN BİNBİR YÜZÜ İLE İLGİLİ HİKAYELER ANLATAN YER ORASI...


BU SABAH EVDEN ÇIKARKEN, ASHRAMIN KAPISINI AÇIP ORADA BÜTÜN GÜN TEK BAŞIMA OTURACAĞIMI VE AKŞAMKİ HALİÇ GEZİSİNE HAZIRLANACAĞIMI DÜŞÜNÜRKEN, TAM SOKAĞIN ORTASINDA BİZİM KİRPİLERDEN BİRİ YATIYORDU! APARTMANIN BAHÇESİNDE YAŞAYAN, YAZ GECELERİNDE NEFESLERİNİ DUYDUĞUM İKİ GÜZEL YARATIKTAN BİRİ...


ÖLMÜŞ! BAĞIRSAKLARI SOKAĞA SAÇILMIŞ... BELLİ Kİ KARGALAR HEMEN ÜŞÜŞMÜŞLER LEŞİNE. BAKMAYACAĞIM DEDİM AMA O MİNİCİK YÜZÜNE BAKMADAN DURAMADIM. GÖZLERİNİ YUMMUŞ, KÜÇÜCÜK KAFASINI UYUR GİBİ BIRAKMIŞ ASFALTIN ÜZERİNE... HALA AĞLIYORUM. AMA KİRPİYE DEĞİL, BENİ BU KİRPİ MASALINA İNANDIRAN AKLIMIN YANILGISINA AĞLIYORUM. KALBİMİN BİR KEZ BİLE TİTREMEYİŞİNE, HAYATIMDA BİR DEFA BİLE AŞIK OLAMAMIŞLIĞIMA AĞLIYORUM.


KİRPİ ÖLDÜ NACİ; KİRPİ ÖLDÜ, BEN DİRİLDİM. BEN DİRİLDİM, SEN ÖLDÜN. ARTIK BU ŞEHİRDE SENİN İÇİN GÖZYAŞI DÖKEN BİRİ YOK. SENİN YARIM YAMALAK HİKAYENİ HASTALIKLI BİR ŞEKİLDE TAMAMLAYAN MASALLAR YOK. MASALDAN KAÇAN PRENSESLER YOK. ALTIN TAHTINDA HÜKÜM SÜREN KRALİÇELER YOK. ÜLKE YÖNETTİĞİNİ SANAN KRALLAR, KRALLARIN KÖR OLMUŞ GÖZLERİ DE YOK. BURADAKİ TEK GERÇEK KALBİ KÖR OLMUŞ BİR KRALDI, ARTIK BENİM İÇİN O DA YOK!


YAŞASIN YENİ KRAL!


1 Temmuz 2010 Perşembe

TERZİ



Bilgeye sormuşlar:"Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?" Terzimi severim," demiş. soranlar şaşırmışlar: "Aman üstad, dünyada sevecek o kadar kimse varken terzi de kim oluyor? Neden terzi? " Bilge şöyle cevap vermiş: " evet ben terzimi severim. Çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır. Ama ötekiler öyle değildir. Bir kez benim hakkımda karar verirler, ölünceye kadar da, beni hep aynı gözle görürler.



İnsan bazen kaybettiğinde kazanırmış. Dün kayıp sandığım her şeyin, herkesin aslında hiç bir zaman kazanç olmadığını bu kadar açık görebilmek gözlerimi kamaştırıyor!


Nadiren katıldığım davetlerde, beni son bir yılda tanıyanlarla, daha önce tanıyanların tepkilerinin ne kadar farklı olduğunu görüyorum. Birileri için kaybedilenler listesine adım kocaman harflerle yazılırken, bazılarının gözlerinde iri bir soru işareti olmaya devam ettiğimi görüyorum... Çok üzgünüm bende bu aralar pek cevap yok, şimdi soru sormak zamanı. Doğru soruyu sormadan doğru cevap gelmiyor.


Benimle kalmaya niyetli olanlar lütfen ellerine ne kadar ölçüm biçim aleti varsa alıp beni gün be gün ölçsünler diyeceğim ama nafile... Gerçek ölçüm kalple yapılır! Kalp dediğimiz şey ise karaborsa!


Yukarıdaki paragrafı bu sabah facebook sayfamda buldum. Bana yöneltilen yüzlerce sorunun cevabıydı. Ben de yazdım gitti.


Kimi tanıdığınızı sanıyor ve o tanıdığınız kadından ne bekliyorsunuz bilmiyorum. Ben bile yeni yeni tanışırken, size geçen yıl, on yıl, yirmi yıl önce verdiği sözleri tutamam. Kalbinizi kırdıysa onaramam, vaadleri varsa yerine getiremem... Unutun onu. Şimdi ölçüm zamanı, alın kalbinizi elinize ölçün. Tabii eğer bir kalbiniz varsa!