9 Haziran 2008 Pazartesi

Myndos Limanı'nda...


Mehmetus kadim dilin yüzlerce yıldır ustaca konuşulduğu adalara gitti geçen hafta, ben de tam o adaların karşısına... Aynı denizde yüzdük ama farklı duygularla. Pıst Mehmetus, gel de maceralarını anlat bakalım.
Mehmetus kendini uzonun sihrine kaptırmış ve de şangur şungur tabak kırıyor olmalısın Mikanos'ta! Helal olsun sana kardeşim. Ben tabak mabak kırmadım hatta adam gibi iki kadeh bile içmedim ya, Myndos'un limanında yüzerken hafiften sıyırıyordum galiba!

Uzun zamandır bu kadar sessiz ve huzurlu kalmamıştım. Tabii Sapanca'da da dinlendim geçen hafta ama orada yalnız değildim... Oysa Gümüşlük'de daha doğrusu adada gerçekten yalnızdım. Hatta ben bile yoktum. Kendimi içindeki böcek -akıl!- tarafından kısa bir dinlenmeye bırakılmış, deniz minaresi-ruh!- gibi hissettim. Tuz, su, güneş ve liman, gerisi de koca yalan!
Aylardan sonra ilk kez dışarıdaki sesizlikle içimdeki sessizlik eşitlendi. Su altında nasıl kulak açmak için doğru derinlik gerekiyorsa, demek ruh açmak için de böyle özel bir zamana ihtiyaç varmış. Açıldı mı? Eh, epeyce!

Kahveden Tavşan Adası'na kadar çıplak ayak yürüdüm. En son İstanbul'dan çıkarken avaz avaz çemkirdiğim, alındığım ve hatta bağırdığım herkesi ayakkabılarımın içinde bıraktım! Ayağımın suya değdiği an, geldiğim yeri de unuttum zaten. Adaya kadar attığım her adımdaki can acısının tadını çıkarttım. Tabanımdaki her taşı hissettim. Dokuz kat şiltenin altındaki bezelye tanesini hisseden prensesin masalını anımsadım. Sıradanlığıma üzüldüm tabii...

Deniz, Haziran ayı için inanılmaz ılıktı. Adada yüzecek iyi bir nokta bulmak adına dikenler ve cam kırıkları arasından dikkatlice geçip, istemeyerek de olsa bir çifti azıcık rahatsız ettim. Ama aslında onlarla hiç ilgilenmedim, zararsız olduğumu anlayınca onlar da beni görmezden geldiler. Kaç dakika suya baktım, ne zaman yüzmeye başladım gerçekten bilmiyorum. Gümüşlük'de bu kadar güzel bir su yıllardır olmamıştı. Ilık, rüzgarsız ve tek kelimeyle mükemmel!
Kuzen, kahvede beklediği için istemeyerek bile olsa sonunda çıktım denizden, biraz taşın üzerinde oturdum; inanılmaz güzellikte bir yeşil blog. Antik limandan kalan taşlardan. Benden önce binlerce yıl boyunca orada olmuş ve benden sonra da olacak olan taşlardan. Sanırım sadece taşı, denizi, limanı ve anı hissettim.

Beynim yok gibiydi, bütün hafızamı suya bırakmak isterdim ama yapamadım. Fakat hayal ettim; ne var ne yok torbaya doldurmuşum, ucuna da taş bağlamışım ve öylece gidiyor dibe! Amma hoş olurdu... Bütün bu zırvalarla eğlenirken güneşin bana dokunduğunu unutmak istedim, sırtımı ısıtsın diye iyice bıraktım kendimi.

Sonra, yeniden her taşın ayağıma batışını tek tek hissederek döndüm kahveye. Orada beni eski bir tanıdık ve miniminnacık bir bebek bekliyordu. Sürprizlerin en güzeli oldu bu. Bir zamanlar yani henüz epeyce gençken hiç acımadan yargıladığım, canını yakmaktan hiç çekinmediğim bir kadın ve iki ay evvel doğmuş dünya güzeli kızı vardı tam karşımda. Doğumun ve ölümün yüzü çok affedici. Anı kaçırmak hiç içimden gelmedi. Arkadaşıma sarıldım, onu ve güzel bebeği tebrik ettim. Tam bebekler hakkında düşünmeye başlamışken bu kadını karşımda görmek bana çok iyi geldi. Bu bebek de ona çok iyi gelmişti. Ben ilk kez onun aslında güzel olduğunu fark ettim. Bir bebeğin bir kadını temize çekebildiği gerçeğine yenildim. Yenilgime gülümsedim:))

Batı'da kahvemi içerken ve ardımda ışıldayan suya bakarken hızla geçen zamanı ve bizde bıraktıklarını düşündüm. Kendime biraz daha insaflı davranıp bu kavgada mola istemeye, Eylül sonuna kadar "zaman sonsuz", "ben ölümsüz" ve "her şey Gümüşlük'de olduğu kadar dingin" diyerek yaşamaya karar verdim. Bu da böyle biline.

Hiç yorum yok: