17 Kasım 2020 Salı

SABAH SABAH

 




 

Günaydın:)


Nereden geliyor bu sabah tebessümü derseniz, ben genelde iyi başlarım güne. Özellikle moralimi bozacak bir şey yoksa, sakin sakin kalkar kahvemi hazırlar, odamı havalandırırım. Sonra da kedileri besleyerek, yazarak okuyarak yavaş yavaş açılırım. Bu yüzden, eğer erken saatte bir yere gideceksem, sırf sabah rutinimden azaltmamak için daha da erken kalkarım. Son günlerde öyle ilginç makaleler okudum ki, bu erken uyanma işini azıtıp gözümü sabah namazı saatine diktim, hadi hayırlısı:)

Güne neşeli ve erken başlama hali bende ışığın azalması gibi azalır saatler ilerledikçe. Öğleden sonra uykum gelir, hatta evdeysem uyuduğum da olur ve akşam yediden sonra enerjim neredeyse yarıya düşer.

Yazı yazarken de öyle olduğunu fark ettim geçen hafta. Özellikle dikkatimi toplayıp yazabildiğim saatler varmış. Açıkçası blog yazılarım nadiren o saatlerden nasiplenmiş.

2007 Yılında Külkedisi'nin teşvikiyle açılmıştı blog. Düzenli yazdığım zamanlarda pek çok güzel insanla tanışmama ve onların yazdıklarını okumama da vesile olmuştu. Sonra sonra her ne olduysa, neşemden ve hoşuma giden şeylerden çok çözümsüzlüğümü dile getirdiğim bir ağlama, mızmızlanma odasına dönüştü. Ne zaman zorlandığım bir duygu veya düşünceyle dolsam, gelip buraya kustum. Yazının rehabilitasyon değerini yanlış anlamış olmak bana epeyce vakit kaybettirdi. Yani kendim çaldım, kendim oynadım. Gerçekte ne yazmak istediğimi, yazıdaki potansiyelimi oluşturamadan, sınırlarımı keşfedemeden olası bir eserin üstünü kapatıyordum sanki.

İnsanın varoluş serüveninde türlü türlü  ve defalarca yaşanan uyanma hallerine bir yenisi daha eklenince, hep aynı müziği dinlemediğim gibi, ya da değişen mevsimlere uygun kıyafetleri seçebildiğim gibi, yazıda da blog ile günlüğümü, günlüğüm ile seyahat defterlerimi, defterlerle bir gün basılmasını hayal ettiklerimi ayırabileceğimi anladım. Hatta anlamakla kalmayıp, her birine farklı bir çalışma saati yaratmam gerektiğini gördüm.

Baktığımı görmeye karar verip yazıyla ilişkimi, yeteneğimi sorgulamak ve sınırlarımı genişletmek isteyince de, niyetime göre şekillenmeye başladı hayat. Tabii ki hiç şaşırmadım.

Son günlerde kendimi, geçmişini renkli renkli şifon örtüler altına saklamış yaşlı bir sihirbaz gibi hissediyorum. Başa çıkamadığım duygularımı, yenişemediğim terk edilişlerimi, yaslarımı, gözyaşlarımı öyle ustaca gizlemişim ki, neyi nereye koyduğumu, kimi nasıl yaftaladığımı, hatta ne hissettiğimi ciddi ciddi unutmuşum! Donmuşum. Uyumuşum. Hatta geçici körlük yaşamışım. Artık ne dersen.

Şimdi tek tek örtüleri kaldırıyorum ve görüyorum ki öykü içinde öykü var geçmişimde. Ah nasıl güzeller! Şimdiden üç klasör oldular. Aklıma geleni büyük bir keyifle yazıyorum. Anneme soracaklarımı kenara karalıyor, bana bir şey olursa neyin kime emanet edileceğini özenle not ediyorum.

Yeteneklerimle tanışıyorum. Yazmaktan bahsetmiyorum, saklamayı işaret ediyorum:) Müthiş bir saklayıcı olduğumu gülümseyerek kabul ediyor ve her örtünün altındakine hakkını teslim ediyorum.

Yaşamak biraz da yaşanmışlıklarla helalleşmekse eğer bunu yazı üzerinden keyifle yapıyorum. Tüm kararlarım ve kararsızlıklarım için kendime şefkat gösteriyorum.

Hayatla dansımın adımları bir bir, gün gün değişirken, istisnasız her dakikaya minnet doluyorum. Diyeceğim o ki sabah sabah blog yazarak kahve içmeyi yazının ısınma egzersizi olarak acayip seviyorum:) Kahvem bittiğine göre, başka bir örtüyü kaldırmaya gidiyorum.








Hiç yorum yok: