31 Ocak 2011 Pazartesi

FIRTINA TAKVİMİ GÜNLÜĞÜ I


Fırtına takvimine göre yol almaya devam ediyorum. Gemide iki kişi kaldık. O ve ben. Aynı dalgaları dinliyor, aynı yağmurla ıslanıyoruz. Yine de farklı sesler duyduğumuza ve farklı yerlerimizin ıslandığına eminim. Ortak yönlerimiz var mı bilmem. Ben doğuştan denizciyim, O doğma büyüme savaşçı! Bazen kafam karışıyor, ikisi aynı şey mi acaba?
Bana göre kara ha göründü, ha görünecek. Ona kalsa bütün martılar yalancı! Bir şişe su kaldı, peksimetlerimizin çoğunu yedik. Ben balık tutamam. Tutsam yiyemem. Güneş battı. Fırtına öncesi sessizlik var küreklerimizde...
Hiç olmazsa geceleri uyuyor. Böylece bana karanın ne kadar uzak olduğunu ve guruldayan midemi düşünmek zorunda kalmayacağım saatler hediye ediliyor. Durmadan yol alıyorum ama kaç deniz mili gittiğimizi saymıyorum.
Aynı gecenin içindeyiz; birimiz derin uykuda, diğerimiz ayışığının koynunda...

ÖZLEDİM SENİ...

"... biliyor musun ben İstanbul'u çok seviyorum. Ama insanmış gibi; beni gözetleyen, ruh halime göre kah kucaklayan, kah kızıp kenara fırlatan bir insan. Bazen yakın dostum, bazen de kardeşim.. Hatta bende izi olan sokaklarında gezerken, en eski sırlarımı paylaştığım aşığım gibi seviyorum onu. Bu şehir başka şehirlere benzemiyor dostum..."
Dedim sana yazdığım satırlarda ve samimiydim. Özledim İstanbul'u. Aynı evde yaşayan ve birbirine dokunmayan insanlar gibiyiz; içinde yaşadığım şehre dokunmamak yordu, yıprattı. Kendimi kollarına bırakıp, uzun uzun sokaklarında yürümek, henüz bilmediğim hikayelerinde gözüm açık düş görmek istiyorum İstanbul. Sana yeniden dokunmak, Ayasofya'nın sütunlarına sarılmak, Nurbanu ile aynı çınarın altında serinlemek, Salacak'ta gün batırmak arzusundayım. Çarşıda kaybolmak, Blakerna'da dua etmek, Haliç'te ölümlülüğü seyretmek istiyorum!
Erguvanlarını özledim İstanbul. Adaları sarıp sarmalayan mimozalarını, soğuğumuzdan kaçan kuşlarını özledim. Lodosun da , poyrazın da en anlamlı olduğu şehirsin sen. Rüzgarın şehrisin. Kaç şehir vardır ki senin gibi sokakları yüzyıllar, binyıllar koksun? Kaç şehir vardır ki insanın kalbini avucunun içinde tutsun kah sıksın, kah bulutlara fırlatsın?
Özledim seni İstanbul. Özledim kendimi.

http://www.youtube.com/watch?v=lU7dY2ZgdnU



VEDAT SAKMAN ...
Gece dışarı çıkmayı hiç sevmem, hele ki İstanbul'da. Hele ki Beyoğlu'nda! Kalabalık, itiş kakış ve huzursuzluk hissi. Ama çıkıyorum, zira çıkılması gereken özel durumlar oluyor ya da içip dağıtılması gereken günler... Cumartesi gecesi böyle bir gece idi. Burhan'ın kırk bir yaşına sağlıkla, hayırla, uğurla girişini kutlamak için buluştuk. İyi ki de buluştuk. Bütün gün koli yapan ben, bildik bilmedik tüm kolileri unutum, iki saat sadece sahneye odaklandım. Odaklanmak zorunda kaldım, kaldık. Çünkü çok güzeldi her şey. Vedat Sakman'ın sadece müziği değil, müzik öncesi yemek yediğimiz mekanı da harikaydı bence. Harika derken, kime göre harika? Bana göre. Lezzetli bir yemekti. Rakı içmek için huzurlu, samimiydi atmosfer vardı. Zaten bir kaç masasıyla restaurant değil, yemek odası gibiydi mekan.
Sahne... Sahnede müzisyenler ve o bayıldığım bordo perde dışında hiçbir şey yoktu! Müzik yavaş yavaş ama güçlü bir şekilde kucakladı herkesi. Katılaşmış yüz ifademiz, kasılmış omuzlarımız usulca gevşedi. Hani müzik bir tür büyü diyorlar ya, kesinlikle katılıyorum. Sadece bizim masa değil, bütün konuklar aynı fikirdeydi muhtemelen.
Güzel bir geceydi. Muse hastalandığı için erken bitti! Oysa Sema'nın ve Tuna'nın bakışlarında "lütfen biraz daha kalalım cümlesi" vardı ki, benim gözlerimde de aynısı vardı!
Bu şehirde yapılası on şey listenize Vedat Sakman dinlemeyi eklemenizi öneriyorum. Çünkü hayat hızla akıyor... Üstelik başka bir başlangıca doğru son sürat bir akış bu.

29 Ocak 2011 Cumartesi

KAYBETTİĞİN BİR ŞEY İÇİN SAKIN ÜZÜLME; İYİ BİL Kİ, O KAYBETTİĞİN ŞEY, BAŞINA GELECEK BİR BELADAN SENİ KURTARACAKTIR... AY GECEDEN ÜRKMEDİĞİ İÇİN KARAN



Dün yeni evimizin parkelerini, lavabolarını seçmeyi başardık. İsveç Kralı azıcık uykuluydu ama o haliyle bile yeterince yardımcı oldu:) Asıl güzel tarafı da buymuş taşınmanın, yani manevi temizlik... "İlişkiler borsadaki kağıtlar gibi" benzetmesi yapmıştım bir zamanlar. Gerçekten de öyle. Evlenirken, boşanırken, ölümde, doğumda insanların gözünüzdeki değeri çok değişiyor. Bazıları için "hakkını verememişim şimdiye dek..." diye hayıflanırken, kimisi için de "vay be buna mıymış emekler..." diye üzülüyor insan. Bu yaşanmışlıklar her daim hayatında kalmıyor insanın; kalan da var, giden de. Tabii iz bırakarak.
Zor dönemlerde yardım almak konusunda ben hep çok şanslı olmuşumdur. Ve bu şansımı da yüzde seksen kendim yaratmışımdır. Hiç bir hediye gökten zembille inmiyor hayatlarımıza. Taşınmak da o hediyelerin bir kısmını alma anı aslında. İyi bir mimar bulabilmek, etrafınızdaki eşin dostun desteği, almak istediğiniz eşyalara uygun fiyatlara ulaşabilmeniz... vs vs. Bunların hepsi birer hediye. A bir de istemediğiniz halde gelen hediyeler var. Onların kabulü biraz zor... Yapmanız gereken benim denediğim gibi baktığınız noktayı değiştirmek. ( Nazmi Hoca amma haklıymış:)) O hediyeler karşınızdakinin gerçek yüzünü görmekle ilgili hediyeler. Nasıl mı? Yarım ağız "yardım lazım mı?" lafları mesela. Ya da "çok yoğunum ama ne zaman yardım lazımsa söyle lütfen" cümlesi. Bu hediyeler önce ok gibi yüreğine saplanıyor insanın. Sonra oh diyor içinden kazazede, oh ki ne oh. Ben bunu şimdi anlamasaydım kimbilir gelecekte bir gün nasıl bir süprizle karşılaşacaktım?
Attım tuttum ya sabahtan beri bana gelen hediyeler hakkında. Peki ben nasıl bir kağıdım borsada? Süprizliyim ben. Yardım istenmesini beklemem. Yapabileceğim, ucundan tutabileceğim bir şey varsa ve karşımdakine değer veriyorsam, gerekirse kendi önceliklerimden vazgeçecek kadar da salağım! Salaklığım anneme çekmiş. Kırılganlığım da anneme çekmiş:)) Keşke saçlarım, parmaklarım ve dudaklarım benzeseymiş ama kısmet; onlar babama çekmiş.
Ben kazazede, geçmişte yapılmış iyilikleri de, kötülükleri de unutmam, beslemem, bugüne gelmesinler diye kendi hallerine bırakır ve hocamdan aldığım ilhamla güne inanır, her sabahı yeni bir doğum sayarım. Ölü doğanı gömer, hayatta kalanla kahvaltımı ederim. Ben kazazede, bu taşınmadan edindiğim deneyimi, bir önceki taşınma deneyimimin yanına usulca koyar, kalbimin borsasında yükselen ve alçalan kağıtları sessizce seyrederim...

28 Ocak 2011 Cuma

"... herkes kendi değerini kendi biçermiş, hayat sitem etmeyince daha güzelmiş:)))
Doğunun Cadısı

27 Ocak 2011 Perşembe

YERYÜZÜNDEKİ MELEK


HER İKİ OMUZUMUZDA DA MELEKLER VARMIŞ. HANİ ŞU KATİPLER. BENİM DE VARDIR MUHAKKAK AMA BENDE İKİ KATİPTEN FAZLASI VAR... BURHAN VAR. BENİM GÜNAHLARIMI, YANLIŞLARIMI YA DA SEVAPLARIMI DEĞİL SADECE YAŞADIĞIM ANLARI YAZAN, YARGISIZ, İNFAZSIZ BİR MELEK. BENİM DOSTUM.
BURHAN HAKKINDA İÇİMDE KELİMELERDEN ÇOK DERİN, HUZURLU SUSKUNLUKLAR VAR. KELİMELER SANKİ, ARAMIZDA AYIP OLMASIN DİYE GİDİP GELEN ŞEYLER. HANİ UZUN UZUN SUSMAK OLMASIN DİYE. OYSA YANINDA KEYİFLE, HİÇ KONUŞMAMA HAKKINIZI KULLANABİLECEĞİNİZ BİRİDİR BURHAN.
BUGÜN ONUN 41. DOĞUMGÜNÜ. AYNI ŞEHİRDE DOĞUP, AYNI OKULDA OKUDUĞUMUZ İÇİN VE BENDEN VAZGEÇMEDİĞİ İÇİN ÇOK ŞANSLIYIM. ŞANSIMIN DA FARKINDAYIM.
BUGÜN ŞANSIMA, BURHAN'IN ANNESİNE VE BİZİ KARŞILAŞTIRAN KADERE SONSUZ TEŞEKKÜRLERİMİ SUNUYORUM.
İYİ Kİ DOĞDUN BURHAN!

24 Ocak 2011 Pazartesi

http://www.youtube.com/watch?v=prtEy37aScA


Odalar boşalırken tek tek, hiç kolay olmuyor gönlümün kırık olduğu anılara ve insanlara gülümsemek. Karşılaştığımız anlarda zoraki bir gülücük asılıyor yanağıma, çekiyor çekiyor yana doğru ve gülüyor"muşşş" gibi yapıyor dudaklarım. Bazıları inanıyor güldüğüme, ve bazıları inanmasa da neden bu zorlama gülüş diye sormuyorlar. Bana soru soramıyor insanlar. Korkuyorlar cevaplarımdan. Herkes içindeki öcüyü bende görüyor aslında, hepsi bu...Ya da gerçekten umursamıyorlar..
Odalar, dolaplar boşalırken Stella'nın dediğini yapıyorum; listeler çıkartıyor, az kullanılan veya yıllardır kullanılmayan eşyalarımı veriyor, atıyorum. Bazen çok zor oluyor... Özellikle babamın kıyafetlerini verirken boğazım acıyor. Sadece göz pınarlarımın değil, tüm yanaklarımın aylarca ağlamaya yetecek kadar yaşla dolduğunu hissediyorum. İçim dipsiz bir sarnıç. Artık bir yerden çatlasın istiyorum duvarlar, taşsın nereye kadar taşacaksa öfkem, kim boğulacaksa boğulsun!
Herkese kızgınım beni anlayamadıkları için. Bu taşınmanın sancısını; evimin değil, kalbimin odalarını boşaltırken çektiğim acıyı anlamadıkları için kızgınım. En çok da kendime kızgınım; anlatmayı başaramadığım için!
Kalbimin odalarını boşaltmak zor. Duvarlara astığım tabloların çivileri gibi, derin çivi izleri kalıyor yüreğimin odacıklarında. Fıskiye gibi kan sıçrıyor etrafa, gerçeği görmekte zorlanıyorum... Anı biriktirmenin, son kullanma tarihi geçmiş ilişkileri istiflemenin bedelini tek hamlede ödüyorum şimdilerde. Zaten taksit sevmem ki ben:)
Birgün kilo verirsem diye sakladığım kıyafetleri, ya merak eder bakmak istersem diye aldığım kitapları, haritaları bir bir paketlerken, birgün tekrarlanabileceğine ümitsizce inandığım anları da boşaltıyorum hayatımdan... Henüz hiç yaşamadığım, bilmediğim anlar için, henüz tanışmadığım insanlar için yer açıyorum kalbimin odalarında...
Yeni yemek odamıza karar verdik bugün İsveç Kralı'yla. Zar zor sığdırdık kutu gibi salonumuza:))) Ama çok güzel. Şimdi bu satırları, üzerinde yirmi beş yıldır yemek yediğim masadan yazarken fazlasıyla duygulanıyorum. Bu masada içilen şaraplar, Cahil Periler'in partileri, ilk sevgilimin bize yemeğe geldiği gecenin, nişan yemeğimin heyecanı... Bahçe ahalisi ile yaptığımız büyük toplantılar... Hepsi unutulmazdı. Yine de unutulmazlar. Onlar zihnimde, bu masada değiller ki!
Bütün bu karışıklıktan tek parça ve güçlü çıkacağıma inanıyorum. Kullanılmayan ilişkiler, eşyalar ve acı veren anılar olmayacak artık. Anlar biriktirmeyecek, anlar yaşayacağım. Melankolik ve aşırı hasaslaşan ruh halimin de, tıpkı mutlu zamanlarımda olduğu gibi ardında duracağım. Vedalardan, geride kalanlardan kaçamayız değil mi? Dün gece "bana cevap ver" diyerek açtığımda, Mesnevi'nin dediği gibi:
"...KAYBETTİĞİN BİR ŞEY İÇİN SAKIN ÜZÜLME; İYİ BİL Kİ, O KAYBETTİĞİN ŞEY, BAŞINA GELECEK BİR BELADAN SENİ KURTARACAKTIR... AY GECEDEN ÜRKMEDİĞİ İÇİN KARANLIKLARDAN KAÇMADIĞI İÇİNDİR Kİ NURLANDI, IŞIK SAÇMAYA BAŞLADI. GÜL DE O GÜZEL KOKUYU DİKEN İLE HOŞ GEÇİNDİĞİ İÇİN KAZANDI...

22 Ocak 2011 Cumartesi

SİHİRLİ KULEDEN AYRILIŞ.



Zamanın bir yerinde, uzak ülkelerin bize en yakın olanında dünyanın en güzel prensesi Eda Lisa yaşarmış. Kalbi kristalden, gözleri zümrütten ve dudakları yakuttanmış bu prensesin. Çok seveni varmış. Hatta o kadar çok seveni varmış ki, halk daima onu görebilmek için kulenin kapısında beklermiş. Bu dünyalar güzeli prensesin o çok sevenlerinden biri de ejderhasıyla yedi iklim dört bucak dolaşan, tek kusuru kalbindeki
kambur olan altın saçlı bir kadınmış.
Prenses ve bu kadın tam beş yıl önce karanlık ama çok karanlık bir gecede tanışmışlar. Kadın onu gördüğü anı hiç unutmamış. Bu bebek, Altın Saçlı Kadın için sevilmesi gereken güzel bir bebekten çok daha fazlasıymış. Bu bebek önceki hayatlardan gelen bir şifacıymış. Kadın ona ilk dokunduğunda anlamış bunu.
Anlamak? Belki de bütün kalbiyle inanmış demek daha doğru olur.
Aradan yıllar geçmiş. Bebek büyümüş, büyümüş. Kadın yaşlanmış yaşlanmış... Ama birbirlerine duydukları sevgi hiç azalmamış. Sadece, kadın anlamaya başlamış ki, prensesin önünde uzun bir yol var ve o her adımı izleme şansına sahip değil. Bunu farketmenin derin üzüntüsünü düşünmeye başladığı anda kuledeki odasına bir talip çıkmış. Peki, demiş Altın Saçlı Kadın, belki de uzaklaşmanın tam zamanıdır.
Ve kuledeki odasını soğuk bir kış günü boşaltmaya karar vermiş.
Çok zormuş taşınmak. Eşyalar sorun yaratmıyormuş. Onları tek tek silip, kağıtlara sarıp kutulara yerleştirmek en kolayıymış. Asıl sıkıntılı durum, bu odadan dışarı çıkamayacak olan anılara bunun nasıl anlatılacağıymış.
Altın Saçlı Kadın günlerce ağlamış. O kadar çok ağlamış ki, anılar sonunda pes etmişler. Çünkü biraz daha ağlarsa hep birlikte boğulmaları an meselesiymiş. İkna olan anıları son kez sevip okşayan Altın Saçlı Kadın, taşınmak için ona yardım etmeyi teklif eden, bu süreci yapa yalnız geçirmesine neden olan herkesten nefret etmiş. Prenses Eda Lisa hariç. Çünkü o küçücükmüş ve belki de henüz farkında bile değilmiş bu taşınmanın. Altın Saçlı Kadın bu evden bir tek onun anılarını koymuş kutulara. Bir tek Eda Lisa'nın kristal kalbi ve zümrüt gözleri varmış yeni eve gidecek eşyaların arasında.
Ve bir gece artık dökülecek gözyaşı kalmadığını düşündüğü bir anda kutulardan bazıları kımıldamış! Yataktan yavaşça doğrulmuş Altın Saçlı Kadın. hayatında ilk kez hareket eden bir kutu gördüğü için şaşkınmış. Ama korkmamış. Sadece ne yapması gerektiğine karar veremiyormuş. İşte tam o sırada biri pencereyi tıklatmış. Beklenmedik zamanların en sevilen mucizesi oradaymış! Üstelik yalnız da değilmiş. Prenses Eda Lisa ve ejderha gelmişler! Eda Lisa artık Altın Saçlı Kadın olmadan da ejderhayı çağırabiliyor ve ikisi birlikte zaman geçirebiliyorlarmış. Ve bu defa gerçekleşen mucizede büyük bir anlam varmış, zira prensesle vedalaşmak dışında hiç bir acısı yokmuş Altın Saçlı Kadın'ın...
Pencereyi açmış. Ejderha ve prenses yavaşça odaya girmişler. Altın Saçlı Kadın, yavaş yavaş duvarın kenarında duran anıları almış eline. Bunlar onun kırk senelik ömrünce hiç farkına varmadan biriktirdikleriymiş. Prenses ise zaten biliyormuş son beş yılda birikenleri ama , kadın ona, onsuz zamanları da anlatmak istemiş...
Altın Saçlı Kadının hikayesi çok hüzünlüymüş. Ejderha, o anlattığı sürece gözlerini hep pencerenin dışında kalan bir ağaca sabitlemiş. Ama prensesin gözleri, Altın Saçlı Kadının gözlerindeymiş. Bu da dünyanın tamamı demekmiş zaten. Zaten bütün masallar onun için değil miymiş?
Kadının hikayesi bittiğinde prenses eline bir makas almış ve anıları küçücük küçücük parçalara ayırmış. Daha sonra da onları eteğine doldurup balkondan boşluğa savurmuş. Eteklerini iyice silkeledikten sonra da Altın Saçlı Kadının gözyaşlarını silmiş minicik elleriyle. Onun ellerinin dokunduğu her yerde hayat yeniden gülümsüyormuş. Altın Saçlı Kadın, anıları özgür bırakan bu ellere minnettar, yanında götürmek istediği tek anı kutusunu göstermiş prensese. Prensesin kutusu ayrıymış tabii.
Birici kutuda şiirler varmış; kalbi bedeninin yüz katı büyüklüğünde, eski çağlardan bugüne sürgün edilen çok sevgili bir şovalyenin şiirleriymiş bunlar... Sonra resimler varmış; bu resimler Halikarnassos'da yaşamış, değeri az bilinen bir dosta aitmiş. Defterler çıkmış, mektuplar... Deniz kabukları ve küçücük ceviz kabuğundan bir gemi! Hepsini tek tek anlatmış kadın, prensese.
Sonra sıra ikisinin ortak anılarıyla dolu olan kutuya gelmiş. İlk kucaklama, ilk koku, kalplerin ilk heyecanı bu kutudaymış. Altın Saçlı Kadının kalbindeki lanetin kalktığı an bu kutudaymış. Bu an ve o anda kurulan bağ o kadar güçlüymüş ki, bunu ne bir mikroskop altında, ne de teleskopla görmek mümkün değilmiş. Bu gerçek ancak kalbiyle bakanlar*a görünebilirmiş. Üstelik değiştirilemezmiş, zira yaşanan anlar sonsuza dek yaşayanlara ait kalırmış. Çok ağlamış Altın Saçlı Kadın. Kolay değilmiş bir prensesten ayrılmak.
Prenses Eda Lisa onu sakinleştirmiş. Eğer gitmezse başka prenselerle tanışmasının zor olacağını anlatmış. Üstelik bu tam bir ayrılık sayılmazmış. Kule ile kadının taşınacağı yeni evin arasındaki mesafe ejderha için iki dakika, ölümlüler için 20 dakika ve birbirini seven kalpler için aslında hiç yokmuş!
Kadın ağlamayı bırakmış. Prensese sıkı sıkı sarılmış. Ona pembe bir menekşe bırakmış. Çünkü pembe kalp çakrasının rengiymiş. Çünkü pembe menekşe yaprağı mikroskop camı altında ejderha, prenses ve Altın Saçlı Kadının paylaştıkları anlar gibi parlıyormuş!
Mutlu Yıllar Majeste, ömrünüz uzun beşinci yaşınız uğurlu olsun!
* "gerçeğin mayası gözle görülmez, sadece yüreğiyle bakanlar onu görebilir" Küçük Prens

21 Ocak 2011 Cuma

NASIL TERCİH EDERSİNİZ?


Buharda pişmiş veya fırında kısık ateşte olsun. Yok yok en iyisi toprak çömlekte köze oturtulsun:)

Bu filmi iki defa izledim. Nedense hep ödünç alıp izledim. Cimriliğimden - MİDİR NEDİR:)) - almamışım kendime bir tane. Ama bugün Stella'ya söz verdim, bir ona bir de kendime alacağım yarın.

Ayrıca yeni evin tadilatı süratle devam ediyor. Bunca yıldan sonra bir ev için heyecanlanmak hatta ipin ucunu kaçırıp sabırsızlanmak şahane bir şey. Zaten bütün işaretler, eski evin içindeki herşeyin, herkesin anlattıkları, gitme saatinin doğruluğunu vurgular oldu.

Fayanslar dökülüyor duvarlardan, mutfak dolaplarının kapakları intihar ediyor durduk yere. Şofben ısıtmakla ısıtmamak arasında kararsız...

Kızlar mı? Onlar büyüdüler. Hatta o kadar büyüdüler ki artık buranın bir kule, benim Rapunzel ve onların da prenseslerim olduğuna hayatta inanmazlar. Üstelik okulda arkadaşları var. Heyecanları, ilgileri değişti:) Kısacası bu evde gerçekten işim bitti. Bütün işaretler "tam zamanı Elvan " diyor.

Bu akşam, 25 senelik evimden ayrılınca uzun süre bu sokağa dönmek istemeyeceğimi hissettim. Ne garip insan olmak...

20 Ocak 2011 Perşembe

http://www.youtube.com/watch?v=yz_R9-SIRGM&NR=1

Vallahi öyleymiş. Boşunaymış kavgalar, boşunaymış biri canına ettiğinde günlerce kasılmış omuzlarla dolaşmak. Bazen elime aynayı alıp "Elvan'cım günaydın!" demek geliyor içimden. Demiyorsam da zihnimde döndürüyorum bu sahneyi ve zaten böylelikle olduruyorum.
Kavgaya, itişmeye harcadığım enerjime şimdilerde çok yanıyorum. Unutmaya çalışırken ezilip büzülen kalbimin haline, dost bildiklerimin benimle işleri bitince nasıl kabalaştıklarını, nasıl kendi hayatlarına döndüklerini gördüğümde hissettiğim acıya yazıkmış. Buna da şükür. Ya hiç durmasaydım? Ya hayat bu kazanamadığım davalarla son bulsaydı?
Şimdi sarkacın diğer ucundayım. Bağırmanın beni sallayıp attığı yer suskunluk. Beni görmezden gelene, için için kıskanana, emeğim ve yapabileceklerim karşısında derin korkular besleyene cevap bile vermiyorum. Gülümsemek ve sıradan cümlelerle ilişkiyi sakin bir nefeste bırakmak en güzeliymiş. Dilerim bunu hep hatırlarım ve bunu bana öğretene şu an duyduğum kırgınlığın yerini tez zamanda minnet alır.
Hayatı hep istedikleri gibi yönetebileceklerini sananlar, benden size küçücük bir uyarı: öyle olmuyor:) Hayat tek iniş ve tek çıkış değil. Bitene kadar onlarca tepe ve onlarca çukur var inilip çıkılacak. Aynı ovada buluştuysak ya da bir süredir birileri tepede ve ben çukurun tam ortasındaysam bu böyle gidecek diye bir şey yok. Ama ben hayatın bilge cümlelerini hayata bırakıyorum, benim yaşamam lazım.
Bu hafta çok güzeldi. İçinde doğum, ölüm, yoga, alışveriş, heyecan, başlangıçlar ve sonlar vardı. Dolu dolu yaşanmışlığıyla benimdi. Susmayı deneyimlediğim bir haftanın tam ortasında kendimi kutluyorum. Nazmi Hoca'nın dediği gibi "dışarıdan gelecek bir onaylanmanın kölesi olmayacağım artık".

SUSMAK ÖZGÜRLÜKMÜŞ!

18 Ocak 2011 Salı

İLAÇ


Dün, bana şimdi yürümekte olduğum yolun üzerindeki halıları döşeyen arkadaşlarımdan biriyle buluştum. Uzun zamandan sonra görüşmek ve hatta görüşmekle kalmayıp gerçek anlamda hal hatır sormak iyi geldi.
Durmadan ve saatlerce konuşmamıza rağmen onun hali ve anlatmaya çalıştığı şey bana Suskunlar'ı anımsattı: "susmak, belki de gerçeği anlatmanın tek yoluydu..." diyerek bitmişti kitap. Arkadaşım da susmak istiyordu. Belki benimle aynı sebepten, ya da kimbilir benim anlayamayacağım bambaşka bir sebepten. Susmak istiyordu.
Veee bu şehir hiç susmuyor! Bazen sabahın erken saatlerinde azıcık susar gibi yapıyor ya, aslında hiç, hiç alçalmıyor uğultusu. İçinde yaşayanlarla birlikte durmadan kocaman bir kazan kaynatıyor zihnimizde. Mecidiyeköy ve civarını bu yüzden sevmediğimi biliyorum. Oradaki anlamsız gürültü bende baş ağrısı yapıyor. Manası olmayan sese midem bulanarak, miğrene benzer bir ağrı çekerek cevap veriyor bedenim. Ağrı? Acı? O, acı dedi. Evet! Muhtemelen acıyı algılıyor ama fiziksel olarak acı yaratamadığımdan ağrıya dönüştürüyorum.
İnsan zihni de şehir gibi ama herkesin zihni bir İstanbul değil; bazı zihinler Konya, Paris, Londra... bazıları güneyde bir kasaba... Kısacası herkes aynı uğultuya maruz kalmıyor. Kafasının içindeki konuşmalar herkesi bu kadar güçlü bir şekilde ele geçirmiyor. Bu yüzden kaçış İstanbul'dan olmamalı derken haklıydı. Aslında kaçış bile olmamalı. Sadece durmalı. Durmasına izin vermeli. Ama nasıl?
Bilmek daima işe yaramıyor. Bazen bilmek uygulamayı daha da zorlaştırıyor. İşte o noktada herkesi ilacı farklı, hatta herkesin her dönem kullandığı ilaç farklı. Bence aşık olmayı bu yüzden istiyoruz. Zira aşk, sesleri susturur. Artık ortada sadece kalbin sesi vardır. Zihin kenara çekilir, dış sesler uzaklaşır... Kulaklar sevgilinin sesinden başka her sese dalgındır. Aşk bu yüzden bizi ardı sıra çölllere sürükler, aptallaştırır.
Aranızda aşık olanlar varsa emin olun kıskanıyorum. İmreniyorum. Bir tek adama odaklanmayalı o kadar uzun zaman oldu ki. Hatta dürüst davranayım, bunu hiç yaptım mı ondan bile emin değilim. Benim zihnim sanırım hiç kenara çekilmedi. Bu yüzden kalbim hiç yüksek sesle konuşamadı. Oysa içimizde ve dışımızda duyulması gereken tek ses onun... Kalbimizin.
Dün arkadaşım susmak derken kimbilir neler vardı anlattıklarında... Ama o susmak, beni kendi kelimelerime getirdi. İyi ki de getirdi. Zira yazmak benim için düşünmenin en güzel yollarından biri. Zihnimi kusturup, bir süre için bile olsa mide ve baş ağrısından kurtulmanın, acıyı, ağrıyı ertelemenin yolu. Şimdilik ilacım yazmak ve çocuklarla yoga yapmak. Dilerim bir gün ilacım aşk olur hatta dilerim ilaca hiç ihtiyacım kalmaz:)

16 Ocak 2011 Pazar

www.hamilelerkulubu.com



Yeni yıl bereketiyle geldi. Yok canım tarıma başlamadım; sadece etrafımdaki kadınlar çoğalmaya başladılar:) Bu çok keyifli bir paylaşım, tabii insan tam olarak algılayamıyor ama havada peri tozu gibi birşeylerin uçuştuğunu hissetmek mümkün. Yani gerçek dünya diye dayatılan herşeyden daha anlamlı bir konu gelip, insanın hayatına hoopp diye yerleşiyor. Ben bunu sadece etrafımdaki hamilelerle hissedebiliyorsam, kimbilir onların durumu nedir?
Dün ilk defa hamile pilatesi dersine katıldım. Ders boyunca ve sonrasında devam eden konuşmalar sanki kafamdaki tıkalı kanallardan birini açtı. Pilatescadısı zaten işine bağlılığına, emeğine hayran olduğum bir dost idi ya, bu dersten sonra ona olan saygım daha da arttı.
Bir yandan dersi dinlerken, diğer taraftan doğumun bir hastalık hali olmadığını, nihayetinde kadının da bir memeli olduğunu çok net kavradım. Doğuma yüklenen onca efsane ve korku nasıl da öğrenilmiş! Çarkı besleyen zavallılarız yahu, hem de daha ilk saniyeden! İşin umut verici ve güzel tarafı bilinçlenmeye niyetlenmiş bir anne çocuğunun kaderini değiştirebilir!
Çocuk yogası, bana çocukluk yaralarımı sorgulama şansı vermişti. En dibe indim sanıyordum. Oysa hikaye daha da başa sarıyormuş... Taa o ilk hücrenin ikiye bölünme anına kadar... Hazır hayattayken, annelerinize sorun, size hamileyken nasıl bir hayatları olmuş? Acaba doğum nasıl gerçekleşmiş? Bu detaylar o kadar etkiliymiş ki, inanamazsınız! ( Jale, ilkel toplumlarda savaşçı veya avcı ihtiyacına göre doğuma yön verişlerini anlattığında, ağzım açık kala kaldım )
Hamile olmasanız bile Jale'nin dersine ve tabii hamile eğitimlerinden birine katılmanızı şiddetle öneririm. Çok etkilendim. Hayata bakışımda devrim yaratan aydınlanma anlarından biriydi diyebilirim. Bedenimi tanımaktan ne kadar uzak olduğumu, o iyi kötü bildiğimi sandığım şeyleri aslında hiç bilmediğimi, şehrin göbeğinde bir kafadan ibaret cahil cahil yaşadığımı farkettim. Cehalet derken, doğama karşı cehalet! Ki en acısı da bu, üç kitap eksik okusam ve yüksek lisans yapmasam da olurmuş. Ama bir kadının yaratım anı hakkında bu kadar bilgisiz olmak büyük kayıpmış...
Jale'nin dersi pek anlatılır gibi değil aslında, lütfen gidin ve yaşayın. Açıkcası ben ilk hamile eğitimine şimdiden kaydımı yaptırdım:)) Gerçi sınıfın bebeksiz tek kadını olmak biraz tuhaf bir tablo ya, kim bilir daha yol bitmedi ki!

15 Ocak 2011 Cumartesi

CANAVAR


Canavarların sadece sesi, bize saldırma ihtimali ya da çirkin yüzleri midir korkunç olan? Yoksa canavarların içlerinde sakladıkları korkuları sezer, bundan mı kaçarız hiç bilmeden? Belki de, o içindeki derin korkusudur bir canavarı canavar yapan. Belki aslında hiç istememiştir canavar olmayı... Kimbilir belki biri ondan korkmasın da bu sihir bozulsun diye bekliyordur, dua bile ediyordur? Belki de gece yalnız kaldığında aynalardan korkmasının sebebi budur... Çünkü bir tek gözleri ve gözyaşları ele verir canavarları. Derileri sertleşmiş, tırmakları uzamış, dişleri sivrilmiştir. Sadece gözleri değişmez...
Çok fazla canavar tanımadım. Tanıdığım bir kaç canavar ise hayatları boyunca evcilleşme hayaliyle yaşadılar. Bu hayal dudaklarından hiç dökülmedi ya, gözleri nakarat gibi tekrarladı durdu. Bakmadım!
Bu sabah canavarlardan, hatta içimde uyuyan en sinsisinden özür dilemek geldi içimden:) Canavarsız bir hayatımın da olabileceğine inandığımı yazmak istedim.

14 Ocak 2011 Cuma

TAŞINMA I

Ev eşyası almaya küsmüş kalbim, yeniden fayans seçmek, havlu rengi düşünmekle pır pır eder oldu:) Bu nabız beni umutlandırdı. Ya da var olan umudumu perçinledi diyelim. Değişim an be an hayatlarımızda; iş ki sürmekte olana boyun eğilmesin. Osho'nun dediği gibi: iki yoldan daima denenmemişi seçmek lazım. Cesaret'te böyle diyordu.
Yirmibeş seneyi paketlemek hiç kolay olmuyor. Ağlayamıyor, üzülemiyor, garip bir şekilde yabancılaşıyorum bazen. Benim değil sanki bu anılar... Benim değil sanki bu mektuplar... Yine de en çok mektuplardan etkileniyorum. Süre gelen yanlışları, tekrarında ısrarcı olduğum davranışlarımı orada yakalıyorum. İnsanlar değişiyor ama ders çığ gibi büyüyerek bana doğru geliyor. Benim dersim sevgi ile ilgili, artık biliyorum:) Mühürlenmiş bir kalbi iyileştirmek için döndüm bu hayata. Karşıma çıkan her insan ve beraberinde getirdiği kalp bu dersin bir parçası.
Taşınmak sadece bir evden değil, bir hayattan taşınmak aslında. Kendinden taşınmak, "değişmez bu" dediğin yargılarından, "değişime açığım" haline taşınmak.
Taşınmakla başlayan yolculuğumun evlenmekle sonuçlanacak finaline adım adım adım giderken; mektuplar, lavabolar, fayanslar ve artık vedalaşmam gereken herşeyle güzel bir dönem yaşıyorum.
Darısı dersini arayan tüm ruhların başına!

13 Ocak 2011 Perşembe

HÜRREM I


Bence şahaneydi. Diziyi seyretmeye başladım. Ama Kanuni hayranlığımdan ziyade Meral Okay nasıl yorumlamış diye merakımdan. Şimdilik iyi de gidiyoruz. Yapılan eleştirilere de çok gülüyorum. Atalarına bu kadar sahiplenen bir ulus görmemiştim! Hani o kadar ki, onlardan kalan kap kacak, eşya bir yana mimari eserleri kellemiz pahasına el üstünde tutarız. Çocuklarımıza asla İngilizce tekerlemeler öğretmeye çırpınmaz, onları caanım Klasik Türk müziğinin makamlarıyla sakinleştiririz. Geleneksel tatlılar, hele ki şerbet sofranın olmazsa olmazıdır di mi ya?
Beşyüz yıllık dokuma tezgahlarından çıkan kumaşları evimizde koyacak yer bulamaz, tarihimizi ise sular seller gibi biliriz! Açıldı ya bütün arşivler halka, sizin haberiniz yok mu??
Ayıp yahu. Bırakın da birileri bu terbiyesizliğe çomak soksun. Açalım gözümüzü de o adamların da tıpkı bizler gibi etten ve kemikten olduğunu kavrayalım. ( üzgünüm ama padişahlar sevişi, uyur, osurur ve hatta burunları akar... ) Bir yerden başlayalım bizi biz yapan o şanlı sürecin nerede can bulup, nelerle beslendiğini anlamaya. Zararın neresinden dönsek kardır:)
Ayrıca Hürrem bence on numara olmuş. Arsız ve cahil miydi bilemem ama etkileyici olduğu kesin. Kanuni ile aralarında başlayan neydi bilemeyiz o da kesim ya, devam eden muhakkak ki aşk idi. Yoksa koskoca sultan maymuna dönmezdi. Bence Kanuni'yi Kanuni yapan da bu aşktan aldığı güç idi. Senaryoyu ben yazsam tamamen buna odaklanırdım. Ayrıca hepimizin bildiği gibi Kanuni bir sadekardır ve kıyafete düşkünlüğü de saray halkının en önemli dedikodularından.
Diziyi eleştirmek yerine Meral Okay'ın hayal gücünü takip etmeyi seçiyorum. Osmanlı Sarayını otağ zanneden cahil halkımıza da gündelik saray hayatını anlatan bölümler kapak olsun. ( İsteyenler Yapıkredi Yayınları'ndan Metin And'ın 16. Yüzyıl Saray Hayatını anlatan kitabına da bakabilirler başlamak için ) Avrupa'ya gidince ağzı açık saray gezen zırtapozlar, merak ediyorum Topkapı'nın kapısını görmüşler midir? İnşallah bu diziyle başlayan polemikler bizim tarihe ilgimizi arttırır.
Ne demişler her şerde bir hayır varmış...

11 Ocak 2011 Salı

YOL UZUN, YOLCU KARARLI İSE SORUN YOK:)

Bugün herkesten ve herşeyden uzak, kendime yakın bir saat istedim hayattan. Aldım. Marinaya gittim. Hocam gelmemişti tekneye. Bir sandalye çıkarttım, uzattım ayaklarımı masaya. Çıt yoktu. Sadece karabataklar ve martılar arada bir yaygara yapıyorlardı. Onlara da ben aldırmadım. Aldırmadım derken, duydum ama içimi sakinleştirmemi engellemediler. Sanki duyduğum sesler benim bir parçammış gibi geldi. Ki çoğu zaman ellerim, kollarım, bacaklarım bile taşımak zorunda olduğum ve aslında bana ait olmayan yükler gibi gelirdi bana...
Neden sonra kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Vay be, ne çok olmuş bulutlara bakmayalı. Utandım! Sahi bu bulut kümelerinin isimlerini öğretmişlerdi okulda. Unuttum! Ah dedim içimden keşke bilgisayarımı getirseydim, oturur ne güzel yazardım birşeyler. Ama çok değil beş dakika sonra rüzgar bayrakları kımıldatmaya başladı ve ardından çarmık sesi ninni gibi geldi.... İyi ki yoktu kağıt kalem, iyi ki yoktu müzik veya okuyacak bir kitap. Karabataklar, çarmık, martılar birlik olup, bana bir oda orkestrası kurmuşlardı bile:)
Çok değil, bir saat kadar oturdum orada. Düşünerek bulamadığım ve hatta bugün düşünmediğim - aslında aklımdan hiç çıkmadığını bal gibi bildiğim - birkaç sorunun cevabıyla kalktım sandalyeden. Düşünmeyerek, kendime düşünmeme hakkını vererek, başarma gayretinden uzakken gelmişti cevaplar. Sonra Konya'yı aradım, dedeme hal hatır sordum, "huuuu" dedim. Ona dediğim "huuu" evrende yankılandı. Yani sana da "huuu" dedim. Duydun mu?
Şimdi evdeyim. Bir türlü gevşetemediğim omuzlarıma birazcık rahatlasınlar diye, "dünya güvenli bir yer, evren bizi destekliyor" diyorum. Ayrıca, değişime açtığım kalbime "atlas sendromu'ndan uzaklaşıyoruz, korkma" diyerek yatağıma doğru gidiyorum. Bu gece uyumayı umuyorum...

9 Ocak 2011 Pazar

SENİ ÖYLE DÜŞÜNDÜM Kİ...*



öyle düşündüm ki seni



aklımda sen öyle çok dolaştın



o kadar çok bahsettim ki senden



hayalini öyle çok sevdim ki senin



birşey kalmadı artık senden



gölge olmak hayal olmak kaldı



şimdi bana



gölgeden daha koyu bir gölge



senin o günlük güneşlik hayatına



ikide bir düşecek olan gölge
* Bugüne kadar duyduğum en güzel şiirlerden biri... Şairi Robert Desnos imiş.

8 Ocak 2011 Cumartesi

MÜCEVHER DENİZİ:)



Dün tesadüfen televizyonda bir kadın gördüm. Genç, esmer güzeli ve epeyce havalı bir kadın. Önce model zannettim. Ne sattığını anlayamadım! Mücevherlerden bahsediyordu. Yarım yamalak kitap bilgisiyle eski mezarları ve o mezarlarda bulunan takıları anlatıyordu. Sonra, bilmem neredeki bir el yazmasını nasıl aradığını, onu bulunca altı yıl onunla yatıp kalktığını anlattı. ( İçimden altı yıl bir kitapla mı? Bu güzelliğe yazık olmuş dedim! ) Bütün bunlar tamamdı bir yere kadar
fakat "zamana yenilmeyen tek şey mücevherdir" dediğinde, içimden "of ablacım ya, bunların hiçbiri sana oturmadı, eğreti kaldı kelimeler dudaklarında" demek istedim.
İnsanın zamanla kavgası bitmez. Ve tabii insanın cahilliği de bitmez. Keşke bende telefonu olsaydı da arayabilseydim Zeynep Hanım'ı ve diyebilseydim ki, "canım benim, Bizans diye koleksiyon yapmışsın ya, bak bakalım Bizans'dan kalan mücevherler nerede? Yok di mi? O yüzden sen ve Chanel ( bu arada Chanel adı altında çıkan koleksiyon berbat! Param olsaydı da almazdım ) ve daha niceleri mozaiklere bakarak bir tasarım yaratmaya çırpınıyorsunuz. Zira o ölümsüz dediğin ve zamana yenilmediğini düşündüğün kilolarca altın eritildi! Taşlar tek tek sökülüp Avrupa'nın dört bir yanına dağıldı. Bugün pek çok Avrupa soylusunun aile koleksiyonunda Bizans yağmasından taşlar var, doğru. Ama mücevherler değil. Latinler bu topraklardan Bizans hazinelerini çalarken, ruhu unuttular!

Neden mi? Ruh katliaminda Türkler çok daha iyidir de ondan!
Neyse dağılmayalım:) Zamanla yarışmak, zamanı yenmek falan da safsata. Zamanla ancak - ve başarabilirseniz en iyi ihtimalle - kafa kafaya gelebilirsin, o da hakkını vererek yaşarsan. Elin Hintlisi ve hatta bizim dervişlerimiz boşuna mı odalara, hücrelere kapanıp içeriye doğru bir yolculuk yapmaya çalışıyorlar? Çile odası denilen şeyi duydunuz mu sayın Zeynep Hanım? Hani o Hollanda'daki elyazmasına kadar uzanmış elleriniz ama Bizans'ın izini Ayasofya'nın sütunlarında ararken, acaba bu kentte yaşamış insanların elyazmalarına da baktınız mı?
Çok beleşçisiniz. Zaten kafeslemek istediğiniz kitle de sizden farklı değil. Benim ne düşündüğüm ise o kadar önemsiz ki! Nasıl olsa mücevheri bana satmayacaksınız. Zaten bende mücevher alacak olsam gelip sizden almam.
Benim en değerli mücevherim babamın anneme aldığı ve artık hayatta olmayan bir mücevher ustasına aittir, Franguli'ye. Ben çocukken hala dükkanı vardı Beyoğlu'nda ve her C.tesi vitrinine yapışırdım. Işıl ışıl taşlar beni büyülerdi. Aklıma hep deniz gelirdi vitrine bakarken. Ne tuhaf bağlantı değil mi? Ama Bardakçı'ya motorla gittiğimiz yıllarda sabahın tertemiz kokusunda denizin üzeri mücevher gibi parlardı. Bende kendimi mücevher denizinde yüzen bir prenses zannederdim! Kış gelip İstanbul'a dönünce, denize özlemimi Franguli'nin vitrinine bakarak giderirdim. Nedense İstanbul'un denizi öyle parlamıyordu... Ya da benim çocuk gözlerim için yeterli değildi:)
Franguli efsanesinden sonra ilgimi çeken vitrin olmadı. Takıya olan merakım o dükkanın boşaltılmasıyla bitti. Daha sonra aynı ailenin hala Atina'da bir dükkanı olduğunu duydum. Birgün yolum Atina'ya düşerse yine gidip vitrine bakmayı çok isterim. Gerçi artık mücevher denizinde yüzen prenses değilim bunu biliyorum, yine de anıları tazelemek zevkli şey:)
Bu şehirde geçmişi olmayan insanların, bilgisizce, ruhsuzca hazinemizden tırtıklamalarına çok içerliyorum. Şu yüzyılda İstanbul'un aldığı darbe emin olun Latin İstilası'ndan beter. Telafisi ise çok zor... Geçen yıl Sir ile gezerken yakaladığımız paha biçilmez anları düşünüyorum da, benim yazdığım üç beş satırın ve onun çektiği fotoğrafların Zeynep Hanım'ın ruhsuz koleksiyonundan daha değerli olduğuna inanıyorum. Evet biz para kazanmadık bu maceradan ama bizimle gezen bir avuç insanın şehre bakışında fark yarattık. Üstelik bunu çok çalışarak yaptık. Herşeyin para ile ölçülmesi çok acı.
Aldığınız eşyalara iki kere bakın derim; sorun elinize aldığınız taşa, kumaşa "senin ruhun var mı?" Bu şehirdeki esnafı yaşatın; Franguli gibi kaçmak zorunda kalmasınlar. Kıyıda köşede kalmış şapka dükkanlarına, hala elde dikiş diken mahalle terzilerine, esnaf lokantalarına bakın...
Yüz tane takınız olacağına, bir tane olsun ama onu yapan usta ile bir çay için, parmağınızdaki mücevhere anlam yükleyin...
Çok mu işiniz var? O zaman zamanla yarışmayın arkadaşım, bu yarışı kazanamazsınız:))

7 Ocak 2011 Cuma

RÜYADA KUCAKLAŞMAK....

Dün gece babaannem rüyamdaydı. Elbisesi, topuzu, yeleği... Gülüyordu. O kadar az gülerdi ki rahmetli, onu gülerken görmek rüyamda bile şaşırttı beni. Sımsıkı sarıldık birbirimize. Parmaklarımın, yeleğin motiflerine geçtiğini hissettim. Yünü, babaannemin sıcaklığını hissettim. Babaannem beni seviyor. Beni hala seviyor ve yanımda. Bu sabah bu duyguya teslim uyandım. Keşke o yaşarken de bu desteğini doyasıya hissedebilseydim diye azıcık mızıldandım...
Sevdiğini affetmek ne büyük özgürlük!

5 Ocak 2011 Çarşamba

SEVGİLİ BLOG...


Her tarafım ağrıyor. Aslında ben bunu çoktan yapmalıydım ya, beni durduran neydi Allah bilir! Malum geçtiğimiz Ağustos'da ashramda işler karıştığından bu yana sabah onbeş dakikayı bulmayan yoga çabalarım dışında fazla efor sarfetmemiştim. Şimdi, yeniden hareketlenmenin elbette bir bedeli var. "Sen beni ne zamandır kullanmadın, al sana ceza" diye ağrıyı esirgemeyen kaslarımın gazabına uğradım! Özellikle kollarım feci halde! Ama mecburum, ders sayım arttıkça çocuklar karşısında nefessiz ve enerjisiz kalmaktan tırsıyorum. Zira onlar çamura yatmaya ve kontrolden çıkmaya o kadar hazırlar ki, ipleri kaçırdım mı yandık demektir.







Özellikle soğuk havalarda çok zorlanıyorum. Gönlümde çorapları fora edeceğimiz sıcak günlerin özlemi var. Şöyle çimenlere yayıla yayıla yoga yapacağımız hafif serin sabahlar... Toprağa basarak yapılacak ağaç duruşları mesela. ( Eda, drama dersinde orman lafı geçince öğretmenine "size ağaç duruşu göstereyim" demiş. Çocukların yogayı sınıf dışına taşımaları beni çok heyecanlandırmaya başladı:))







Aslında düşünüyorum da, bizi ayakta tutan, besleyen bu özlemler mi?



Neyse, konuyu dağıtmayacağım. Bugün dersten sonra evimizin herşeyi İKEA beni bekler. Artık çok değiştim ben; eskiden kitap, ayakkabı falan alırdım, şimdilerde lavabo, perde, fırın arar oldum. Yıllar sonra yeniden ev telaşına düşmek açıkcası çok iyi geldi. "ev"lenme hazırmışım da haberim yokmuş:))







Bugün yoga çalışmamızda "nefes"le tanışacağız. Gerçi zaman zaman değişik çalışmalar yapıyoruz ama bu kez nefesi bir hikaye içine yerleştirmeden doğruca paylaşacağım çocuklarla. Bakalım neler olacak?