8 Ocak 2011 Cumartesi

MÜCEVHER DENİZİ:)



Dün tesadüfen televizyonda bir kadın gördüm. Genç, esmer güzeli ve epeyce havalı bir kadın. Önce model zannettim. Ne sattığını anlayamadım! Mücevherlerden bahsediyordu. Yarım yamalak kitap bilgisiyle eski mezarları ve o mezarlarda bulunan takıları anlatıyordu. Sonra, bilmem neredeki bir el yazmasını nasıl aradığını, onu bulunca altı yıl onunla yatıp kalktığını anlattı. ( İçimden altı yıl bir kitapla mı? Bu güzelliğe yazık olmuş dedim! ) Bütün bunlar tamamdı bir yere kadar
fakat "zamana yenilmeyen tek şey mücevherdir" dediğinde, içimden "of ablacım ya, bunların hiçbiri sana oturmadı, eğreti kaldı kelimeler dudaklarında" demek istedim.
İnsanın zamanla kavgası bitmez. Ve tabii insanın cahilliği de bitmez. Keşke bende telefonu olsaydı da arayabilseydim Zeynep Hanım'ı ve diyebilseydim ki, "canım benim, Bizans diye koleksiyon yapmışsın ya, bak bakalım Bizans'dan kalan mücevherler nerede? Yok di mi? O yüzden sen ve Chanel ( bu arada Chanel adı altında çıkan koleksiyon berbat! Param olsaydı da almazdım ) ve daha niceleri mozaiklere bakarak bir tasarım yaratmaya çırpınıyorsunuz. Zira o ölümsüz dediğin ve zamana yenilmediğini düşündüğün kilolarca altın eritildi! Taşlar tek tek sökülüp Avrupa'nın dört bir yanına dağıldı. Bugün pek çok Avrupa soylusunun aile koleksiyonunda Bizans yağmasından taşlar var, doğru. Ama mücevherler değil. Latinler bu topraklardan Bizans hazinelerini çalarken, ruhu unuttular!

Neden mi? Ruh katliaminda Türkler çok daha iyidir de ondan!
Neyse dağılmayalım:) Zamanla yarışmak, zamanı yenmek falan da safsata. Zamanla ancak - ve başarabilirseniz en iyi ihtimalle - kafa kafaya gelebilirsin, o da hakkını vererek yaşarsan. Elin Hintlisi ve hatta bizim dervişlerimiz boşuna mı odalara, hücrelere kapanıp içeriye doğru bir yolculuk yapmaya çalışıyorlar? Çile odası denilen şeyi duydunuz mu sayın Zeynep Hanım? Hani o Hollanda'daki elyazmasına kadar uzanmış elleriniz ama Bizans'ın izini Ayasofya'nın sütunlarında ararken, acaba bu kentte yaşamış insanların elyazmalarına da baktınız mı?
Çok beleşçisiniz. Zaten kafeslemek istediğiniz kitle de sizden farklı değil. Benim ne düşündüğüm ise o kadar önemsiz ki! Nasıl olsa mücevheri bana satmayacaksınız. Zaten bende mücevher alacak olsam gelip sizden almam.
Benim en değerli mücevherim babamın anneme aldığı ve artık hayatta olmayan bir mücevher ustasına aittir, Franguli'ye. Ben çocukken hala dükkanı vardı Beyoğlu'nda ve her C.tesi vitrinine yapışırdım. Işıl ışıl taşlar beni büyülerdi. Aklıma hep deniz gelirdi vitrine bakarken. Ne tuhaf bağlantı değil mi? Ama Bardakçı'ya motorla gittiğimiz yıllarda sabahın tertemiz kokusunda denizin üzeri mücevher gibi parlardı. Bende kendimi mücevher denizinde yüzen bir prenses zannederdim! Kış gelip İstanbul'a dönünce, denize özlemimi Franguli'nin vitrinine bakarak giderirdim. Nedense İstanbul'un denizi öyle parlamıyordu... Ya da benim çocuk gözlerim için yeterli değildi:)
Franguli efsanesinden sonra ilgimi çeken vitrin olmadı. Takıya olan merakım o dükkanın boşaltılmasıyla bitti. Daha sonra aynı ailenin hala Atina'da bir dükkanı olduğunu duydum. Birgün yolum Atina'ya düşerse yine gidip vitrine bakmayı çok isterim. Gerçi artık mücevher denizinde yüzen prenses değilim bunu biliyorum, yine de anıları tazelemek zevkli şey:)
Bu şehirde geçmişi olmayan insanların, bilgisizce, ruhsuzca hazinemizden tırtıklamalarına çok içerliyorum. Şu yüzyılda İstanbul'un aldığı darbe emin olun Latin İstilası'ndan beter. Telafisi ise çok zor... Geçen yıl Sir ile gezerken yakaladığımız paha biçilmez anları düşünüyorum da, benim yazdığım üç beş satırın ve onun çektiği fotoğrafların Zeynep Hanım'ın ruhsuz koleksiyonundan daha değerli olduğuna inanıyorum. Evet biz para kazanmadık bu maceradan ama bizimle gezen bir avuç insanın şehre bakışında fark yarattık. Üstelik bunu çok çalışarak yaptık. Herşeyin para ile ölçülmesi çok acı.
Aldığınız eşyalara iki kere bakın derim; sorun elinize aldığınız taşa, kumaşa "senin ruhun var mı?" Bu şehirdeki esnafı yaşatın; Franguli gibi kaçmak zorunda kalmasınlar. Kıyıda köşede kalmış şapka dükkanlarına, hala elde dikiş diken mahalle terzilerine, esnaf lokantalarına bakın...
Yüz tane takınız olacağına, bir tane olsun ama onu yapan usta ile bir çay için, parmağınızdaki mücevhere anlam yükleyin...
Çok mu işiniz var? O zaman zamanla yarışmayın arkadaşım, bu yarışı kazanamazsınız:))

3 yorum:

guguk kuşu dedi ki...

zamanla yarışmak.... bana komik geliyor. belki de hantal bir boğa olduğum için hiçbir zaman acelem olmadı:D çevrem ve zaman zaman egom beni hızlanmaya zorladığında hep çıkmaza girip depresyona girdim hızlanmak yerine:D
zamanı yakalamaya çalışmak, yada onunla yarışmak benim için anlamsız. çünkü ben zaman kavramının bir yanılsama inanıyorum artık. onu yok saydığımda ona yetişmek gibi bir sorunum kalmadı. o bana yetişsin artık:D keyfime bakmaya çalışıyorum. bişey için en iyi zaman en çabuk olanı değil bunu öğrendiğimden beri huzurluyum.
gelelim o izlediğin vitrine...bir çocuk gözüyle hayal ettim de çok büyüleyici bir görüntüydü eminim.

Fortunata dedi ki...

Kimbilir Guguk kuşu, bakarsın bir gün Atina sokaklarında karşılaşır ve parmaklarımızda Franguli'nin yüzükleriyle tokalaşıveririz:))) Hayat!

guguk kuşu dedi ki...

ben konya sokaklarına da razıyım:D