Fırtınada yola çıkmışım. Cesaretim cehaletimden. Dünyaya gelmemek için çok direnmişim ama babamın duaları ve annemin azmi karşısında Cemaziye’l –i Ahir’in 11. günü atmosfere düşmüşüm. Yıl 1393.
Doğum anındaki yıldızlar insanın kaderini belirler der doğulu bilgeler. Buna pek inanmam. Fakat beklenmedik bir fırtınanın ortasında, feleğin çarkına sıkışmış ve kaderin dümenini tutmaya çalıştığım o dakikalarda, inançlarımı yeniden sorguluyordum. Kadere inanmaya başlıyordum…
Adım Fortunata. Yaşım 35.
Annem anarşisttir. Babam tüccardı. Sadece bir kardeşim var. Uzaklarda yaşayan benden gizli…
Çocukluğum, kendi iç denizlerinde çırpınan ebeveynlerimin sağa sola sıçrattıkları sularda, kayık yüzdürerek geçti. Bu yüzden denizciliğimin tarihi çok eskilere dayanır.
Kardeşim ve ben, boya kalemlerimiz ve masal kitaplarımızla, uçsuz bucaksız bir mandalin bahçesinde büyüdük. Öğrendiğim her harfe karşılık, boya kalemlerimi tek tek kaybetmeye başladığımda, kelimelerle de resim yapabileceğimi keşfettim. Sonraki yıllarda kardeşim bir sol anahtarıyla flört etmeye başladıysa da o ikisi hiç bir zaman evlenmediler...
Kardeşim ve ben, boya kalemlerimiz ve masal kitaplarımızla, uçsuz bucaksız bir mandalin bahçesinde büyüdük. Öğrendiğim her harfe karşılık, boya kalemlerimi tek tek kaybetmeye başladığımda, kelimelerle de resim yapabileceğimi keşfettim. Sonraki yıllarda kardeşim bir sol anahtarıyla flört etmeye başladıysa da o ikisi hiç bir zaman evlenmediler...
Kayıplarım daima keşiflerime yol açtı. Asla kaybettiğimin peşine düşmedim.
Zaman zaman evimize giren ve olur olmaz eşyalarımızı yürüten birileri vardı sanki… Bir gün gelip babamı da aldılar. Ne boya kalemlerimden, ne de babamdan bir daha hiç haber gelmedi. Onu bazen görüyorum ama rüya aleminde emirler çok açık: benimle buraya gelmesine izin yok.
Annem hala kendi iç sularında dalıp çıkıyor... Çok saçı var, kurutmuyor. Hasta olacak diye korkuyorum.
Aşk geçti üzerimden. Denizcilerin, değişen iklimlere güvenerek, yıllardır takvimlerde görünmeyen bir fırtınayı yok saymaları ne denli büyük bir hataysa, benim aşkı yok saymam da en az o kadar ölümcüldü...
Ve biri gerçekten öldü.
Ben!
Peki nasıl öldüm? Baştan anlatıyorum:
Gün ışığında olimpik havuzlarda geçen hayatım, geceyle beraber karanlık bir okyanusa süzülürdü. Aslında karanlıkta yüzmekten çok korkardım. Bu yüzden, gece boyunca, başıma taktığım şapkanın ampulünü hiç kapatmazdım. Tıpkı madencilerinkine benzerdi şapkam ama bir farkla; ben maddeye inanmam. Bu ampul benim ruh sigortamdı. Nasıl, bir deniz feneri yakınından geçen gemilere doğru mesajları göndermekle yükümlüyse, ben de ruhumu bu karanlık sularda olur olmaz tehlikelerden korumakla yükümlüyüm diye düşünürdüm.
O gece ampul söndü. Yedek pilim yoktu. Zaten hiçbir zaman da olmamıştı. Bazı şeylerin yedeklenmemesi gerektiğine inanırım; Aşk gibi. Hem yedekli yaşamak sürprizleri baltalar… Sürprizsiz hayat, ölüm uykusu gibidir.
Bana doğru yaklaşanın kim olduğunu göremedim. Çok karanlıktı. Ama kokusunu aldım. Uzun süre önce, kapatıldığı kasadan firar etmiş bir kelime ciniydi gelen. Kulağımı yakan nefesiyle, aşk hakkında bir cümle fısıldadı ve kaçtı! Ruhumu ondan koruyamadım... Her kulacımda beni takip eden inatçı sözcüklerinden kaçamadım. Gün ışıyana kadar yanımda kaldı kelimeleri...
Yenildim.
Işıksız geceyi takip eden, zifiri karanlık aylar boyunca “bir çocuk doğurabilirdim” diye hayıflandım. Uykuya sığındığım kısacık zamanlarda o hiç tanımadığım bebeği kokladım. Oysa benim sancılarımdan ölü bir aşk doğdu sadece...
Bu sabah, kucağımda o karanlık geceden kalan kelimeler ve üzerimde sarı mayomla güneşe teslim olmuş yüzüyorum bahçedeki havuzda. Başımda saçlarımı acıtan dar, mor bir bone var. Balıklar kaçışıyor tenime sinen yalanın kokusundan. Kokuyor içimdeki kelimeler… Hemen çıkıyorum sudan. Çok utanıyorum balıklardan.
Kadınlar güneş kremi sürüyorlar kavrulmuş omuzlarıma. Annem şemsiyenin altına sürüklüyor çillerimi. Çocuklar kokumdan huzursuzlanıp, buruşturdukları yüzleriyle, usulca uzaklaşıyorlar benden. Neden?
Hatırlıyorum!
Akşam oldu. Odamdayım. Gizli gizli takvime bakıyorum pikemin altında. Kardeşim bunu bir saplantıya dönüştürdüğümü düşünüyor ama kafasının üzerinde yağmur bulutuyla dolaşan talihsiz çocuk benim. O bunu hiç anlamıyor. Oysa takvim hala işliyor; önümde fırtınalar var... Hissediyorum!
Bugün Mevsimsiz Soğukların ilk günü. Hava durumu raporu okuyan kadın hafta sonuna kadar sıcaklar artacak diyor. Onun içinde kokuşan kelimeler yok… Onu takip eden bir takvim de yok.
Ne şanslı biri...
SEN (SORROW)
Adım bu benim. İsmimi o verdi. Ruhum zaten onun. Sadekarım. Doğduğum ve büyüdüğüm şehrin hikayelerine kulak tıkayarak, daha kötüsü içimdeki masala sağırlaşarak yaşamanın son noktasındayım. Babam çok hasta. Annem yıllardır Akdeniz’in eski bir liman kentinde sürgün.
Kırk bir yaşındayım. Ne Ali Baba ve Kırk Haramilere, ne de diğer masallara inanmam. Çark Dönümü Fırtınası nedir bilmem, ağzımdan çıkan kelimelerin koktuğunu da ilk kez o söyledi.
Oysa sadece aşığım; hem altına, hem de altın saçlı kadına.
Karım bizi biliyor. Ona eski bir aşk hikayesi anlatmıştım ama sürmekte olanı gizledim. Şu an, klavyenin üzerinde dolaşan parmaklarıyla bana ses olan kadını seviyorum. Hep sevdim. O ise, benden kurtulmak için aslında bir tekini bile söylemediğim kelimeleri ekrana döküyor. Çaresiz izliyorum. Bana cesaretsiz diyor, sadakatsiz diyor.
Evet, ben bunların hepsiyim ve Aşık!
İki kış önce kapısına gittiğimde ne hissettiğimi hatırlamıyorum. Ona göre sarhoştum, bana göre Bardül’aczin etkisinde... Önemi yok. Bildiğim tek şey; o gece, gün ışıyana kadar kızıl bir denizde yüzdü ruhum.
Lale mevsiminden Kırlangıç Fırtınası’na dek onsuz kalabildim. Uzun zaman , hayalinin gölgesinde, nefessiz uykulara yattım. Yüzüme dökülen saçlarını parmaklarıma doladım. O tuhaf gecelerde sırtıma batan çiviler mi vardı, yoksa sırtım dikenlenmiş ve bir kirpi mi olmuştum, hiç anlayamadım. Onun gözünde işe yaramaz bir diken yumağıydı varlığım, ne zaman yakınlaşsak canını acıttım…
Çark Dönümü Fırtınası’nda savrulduk! Başlatan bendim, bitiren O. Bevarih Rüzgarları’na teslim oldu hikayemiz. 306 gün geçti.
Aramıyor.
O (DESTINY)
Aralarına girmedim. Ben geldiğimde o yoktu. Varlığını hep hissettim fakat evimin çatısını uçuran o ilk fırtınaya kadar hala emin değildim yaşadığından. Doksan bir ay önceki Kırlangıç Fırtınası…
Hiç yüz yüze gelmedik. Ama bakışları hep kocamın gözlerinin içindeydi. Bazen beni oradan izlediğini hissederdim. Sanki alaycı bir ifadeyle gülümsüyordu. Kötü biriydi muhtemelen. Dedim ya, hiç tanışmadık.
Ne mi yapıyorum? Son on beş yıldır her sabah erken saatlerde uyanıp, oğlumla beraber yuvamızın duvarlarına sorumluluk tutkalı sürüyoruz. Bir yıl önceki Çiçek Fırtınası’ndan bizi koruyan da bu tutkal olmuştu.
Biliyorum, uzun zamandır üçümüz birlikte nefes alıyoruz; o, ben ve kocam. Artık düşünmüyorum. Çünkü kocamı seviyorum. Onu mutlu etmek için yıllardır bu madende en saf altını arıyorum. Bazen gecelerce uyumadan çalışıyorum. Fedakarlığım onu büyülüyor. Büyüyü hep taze tutuyorum.
Hayattaki tek arzum kocama, onun saçlarını unutturacak kadar parlak bir altın sunabilmek. Şimdi Soğuk Mevsimler’den geçiyoruz…
Yine gelecek hissediyorum.
Yine gelecek hissediyorum.
BEN
Yedinin üç katı sessizlik… Hayatlarımızın tamamı bir tek ışıksız geceye hapsolabilir mi? Etten ve kemikten kafeslere kapatılan vahşi hayvanlar ne kadar zapdedilebilir? Uykularımı yiyorsun, ruhumun kanında yüzüyorsun.
Bazen biri ölmüş gibi hissediyorum. Sen ölmüşsün, ben ölmüşüm. Biz ölmüşüz. Her yalnız kalışımda, her canım yanışında böyle hissediyorum; biri ölmüş gibi… Hatta sanki tam da o anda ölmüş ve ben cesedin altında soluksuz kalmışım gibi!
SEN
Karımın madenden dönmesini bekliyorum. İşlemem için altınlar getirecek bana; parlak turuncu hazinem! Senin dönmeyeceğindense eminim. -Emin miyim? Yoksa umutsuzca diliyor muyum?- Hayaletimi kapından sokmadın… Gölgem reddedilişinin şaşkınlığıyla aylardır içine kapandı… İttiğin bedenim yalnız uyumuyor! Ruhum nerede çok iyi biliyorsun…
Takvimi yırt. Karaya çık. Bizi bul.
O
Artık ne oluyor bilmiyorum. Sormuyorum. Benim olanı korumak dışında hareketsizim. Kramp girmiş kalbim ve solunum cihazındaki ilişkimle mutluyum. Huzursuzum. Katil olduğumu fısıldıyor erguvanlar, ama kimi öldürdüğümü söylemiyorlar…
Bazen gün ortasında uyuyakalıyorum. Rüyamda kızıl bir ormanda yürüdüğümü görüyorum. Ağaçların ruhları sarıyor etrafımı. Kiraz çiçekleri uçuşuyor üzerime. Ayaklarımın altında yabani çilekler var; kan gibi bulaşıyorlar bileklerime. Kırlangıç Fırtınası zamanıymış...
Onun soluğu var havada, gölgesi göz kapaklarımda. İyi biri olamaz. Hissediyorum!
BEN
Hayattayız; Çaylak Fırtınası’ndan hepimiz yarım, kırgın ve İncinmiş çıktık… Aşk mı bu boşluğun adı? Yoksa hiçliği anlamak için mi bu uçurumda sallanıyorum?
Benim adım Fortunata. Hayatımın tam ortasında kadere ve şansa inanmayı öğreniyorum. Ömrünü fırtına takvimine göre yaşamış biriydim. Şimdi, bu beklenmedik fırtınanın ortasında şaşkınlığımla vedalaşıyorum. İçimdeki limana yaklaşıyorum.
Kitaplar teslimiyeti anlatıyorlar; direnmemeyi ve izlemeyi. Öğreniyor muyum? Bilmem. Yaşlarımı izliyorum, yaslarımı uğurluyorum… Sırf, içinde kendinden bir iz bulabilmek için acımasız bir cerrah gibi kesip biçtiği kalbimin yırtıklarını dikiyorum. İçimle uyumlanıyorum, rüzgarla uyumlanıyorum. Geçmişle uyumlanıyorum. Geleceğe yer açıyorum…
Bazen kabus görüyorum. O geliyor; Sadekar. Elinde altın iplikler var, kolları tıpkı bir örümceğinki gibi uzun, hızlı ve simsiyah. Bütün bedenim felç olmuş gibi yüzüne bakıyorum. Gözleri gözlerimde. Elindeki makarayla yavaş yavaş etrafımda dönmesine izin veriyorum. İplik bitip durduğunda artık onu göremiyorum.
Altın kozanın tırtılıyım ben, asla kelebek olmuyorum.
SEN
Artık başka çarem kalmadı. Onun için savaşamam. Benim için savaşmasını isteyemem. Onu hepimizden korumalıydım. Özellikle de kendimden. Başka çarem yoktu ya da çare aramaya gücüm yoktu.
Aşka ihanet eden aşığım ben.
Az sonra uğruna savaşmadığım kadının, başka insanlarla yaşadığı hayatı gizlice seyredebilmek için buz gibi ekranın önünde olacağım. Senin sadece sezinlediğin ama asla emin olamadığın anlar bunlar. Buradayım, ekranın tam ardında.
Kelimelerle hançerlediğin ölüyüm ben. Artık beni öldüremezsin!
O
Bir anlamı yok hayatımın. Ya da nihayet anlamlı. Ne zamandır fırtına takvimi dışında yaşıyoruz. Sorumluluk tutkalını bütün kapı ve pencerelere bol bol sürdük oğlumla. Buz gibi esen Poyraz dışında hiçbir tehdit yok yuvamızda. Hüsun Fırtına’sı sadece eski bir tarih ajandalarımızda.
Fırtınadan korkan adamın limanıyım.
BEN
Devran döndü, Zilhicce geldi. Sonunda anladım. Bana biçtiğin rolü ilk günden reddetmiştim. Çünkü aşkı hassas terazide ağlatan, ağırlığınca altına satan sarrafsın sen. Senin terazinde birkaç gramlık bir et parçasıydı kalbim. Anladım…
“Sevmek, bazen sevdiğine ihanet etmektir” demişti adam, anlayamadım...
Rüya:
Şişmanlamışsın, bedenin kocaman. Sana sarılamıyorum. Karaköy vapur iskelesinden Kabataş’a doğru yürürken sokaklar karanlık, liman kahvelerin kokusu ve seni ardımda bırakmanın keskin acısı var sol avucumda. Yavaşça parmaklarımı gevşetiyorum, dizlerimin bağı çözülüyor. Kuzey rüzgarı tutuyor elimden; saçlarını ağaçlara, gözlerini denize, imkansızlıklarla mühürlediğin her şeyi Altın Boynuz’un çamurlu sularına savuruyorum.
Gün Dönümü Fırtınası’ndan ellerim boş, omuzlarım hafiflemiş olarak çıktım. Hiç beklemediğim bir anda çağlar ötesinden gelen aşık, bana aşkı anlattı. Zamanın ezeli ve ebediliğinde göz göze gelmenin derinliğini sezdim! Beni hiçbir zaman seçmediğini bilmenin huzuru var uykularımda.
Sen, benim hazinemdin. Şimdi sandığı açtım, usul usul üfleyen Kuzey rüzgarına bıraktım anılarımızı.
Zemheri Fırtınası’nda yiten sevgiye; rasgele!
Zilhicce 1430
* Hiç bitmeyeceğini ve asla nokta koyamayacağımı sandığım bu hikayeyi, otuzbeş yıllık derin uykuma ve uyanışıma; "aşk" a ithaf ediyorum. İmla hataları için üzgünüm, aslında bu hikayedeki en masum şey onlar....
Önemli Not. Blogun altındaki fotoğrafta gördüğünüz takı aşkı anlattığı için seçilmiş olup, her "aşk" aşığına göründüğü gibidir.