19 Mayıs 2008 Pazartesi

Göksu Kıyısında Gündüz Düşleri.

İki gün önce İstanbul Boğazı'nın sularına paralel uçarken ve şehrin güzelliğine dalmış şarkılar mırıldanırken aklıma Eleni düştü yine; hiç tanımadığım, karşı kıyıda yaşayan bir kadın. Sonra uzaklardaki başka dostlarımı düşündüm. Uzaklarda olmalarının bazen ne kadar canımı yaktığını... Sonra eskiye göre daha cömert oluşumun güzelliğini anımsattım kendime. Hiç olmazsa "çok özledim seni" diyebiliyorum, görüştüğümüz zamanlarda sıkı sıkı sarılıyorum boynuna hepsinin.

İçimde çözülen bir buz kalıbı var gibi hissettim. Sanki yüzüme vuran rüzgar aynı anda yüreğime de değiyordu ve minicik su damlalarına dönüşen buz zerrecikleri kalıyordu ardımızda. Dönüp baktığımda onları güneşte parlayan ışık hüzmesi gibi hayal ettim. Ya da daha çok kristallerle benzenmiş ışıklı bir yol gibiydi geride kalan. Gündüz düşleri serbest olduğuna göre, gevşedim ve bıraktım kendimi bu çözülmeye.

Sora sora çok güzel bir çömlekçi atölyesi bulduk Göksu kıyısında. Rumlardan kaldığı söylenen ve neredeyse yüz yıllık bir yer. Hemen girişinde bir fidanlık vardı; içinde birbirinden güzel çiçekler olan sevimli, iddasız bir cennet parçası. Herşeyin güzel koktuğu farklı bir zamana geçtik birden bire. Ummadığımız kadar güzel bir yere gelmiştik. Ne güneşin yakıcılığı kaldı yüzümde ne de açlıktan guruldayan midemi duydum. İçerideki koku; nem ve toprak kokusu bana inanılmaz keyif verdi. Gözüme ilk takılan, masanın üzerindeki yeşil sırlı yemek takımının güzelliğinden ise alamadım balkışlarımı. İçimden tencereler dolusu yemek pişirmek ve bu bahçede onlarca misafir ağırlamak geçti. Şölen gibi olsaydı ya hayat. Ben saatlerce oyun oynasaydım mutfakta, bahçemde mutlu insanlar otursaydı çiçek kokan gölgelerde.. Ve Eda Lisa, Leyla ve tanıdığım bütün güzel bebekler, anneleri, babaları da gelselerdi.

Atölyede dolanırken, Mızmız çamurlar arasından çamur beğenmeye çalışıyordu. Müthiş meraktaydım, bu yirmi kiloluk çamurdan neler çıkaracaktı acaba? Tembellik etmeseydi bari!

Onu çamurlarıyla bırakıp diğer bölüme geçtim; güveç, tepsi ve benzer şeylerin satıldığı ofise ya da mağazaya pek benzemeyen tozlu bir odaydı burası. Öbür tarafta kalan güzel yemek takımının bir bitirme ödevi olduğunu, duvarda asılı duran muhteşem çerçevenin de genç bir sanatçıya ait olduğunu öğrendim gözleri gülen tatlı bir kızdan. Ben, çerçeveye ayna yerleştirilse amma güzel olur diye sayıklarken kendi kendime, mekanın sahibiyle tanıştım. Bana burayı ustasından devraldığını, ustasına da babasının emaneti olduğunu anlattı. Çok güzel bir fotoğraf gösterdi, yaklaşın 60 ya da 70 yıl önce çekilmiş bir Göksu Deresi fotoğrafı; kıyıya dizilmiş saksılar, çömlekler ve sonradan renklendirilme tekniği ile döneminin tüm hoşluğunu yansıtan bir kare.

Hiç tanımadığım Hasan Usta'nın izlerini kokladım mekanda. Derin derin içime çektim anlatılan kısacık cümleleri. 1994 yılında vefat ettiğini öğrenince iyice üzüldüm bu tarihi mekanda onunla iki çift laf etme şansımın kalmamış olmasına. Fakat en kısa zamanda buraya geri dönmeye karar verdim. Soracak sorularım vardı, bahçede oturup çay içmek istiyordum. Çamurlara ben de dokunmak istiyordum. Hem nasıl olsa Mızmız bundan sonra bol bol heykel yapacaktı ve biz çok çok gelecektik Göksu'ya. Hadi Mızmız çabucak bitir çamurunu ve Göksu'ya gidelim. Çünkü merak ediyorum Çömlekçi masalı yazabilir miyim?

2 yorum:

kelebeklerözgürdür dedi ki...

henüz yazamadıklarını bekliyorum. sabırla..:) hiç acelem yok...içinde yazmaya başladıklarına dayayıp başımı, bu fena halde inatçı ikibinsekize oh olsun senden güzellikler koparanlar da var diyorum...bazen yazılmamış masallarla dalmak güzel yorgun uykulara...

Fortunata dedi ki...

Henüz yazamadığım masallar içimdeki dallara takıldı Külkedisi, elbette yazacağım ama bekliyoruz. Çekiştitirip yırtmaktan korkuyorum masalların narin kanatlarını... Ve bir diğer korkum acaba orada çok mu uzun kalırlar????
NOT:Çok fazla güzellik aynı anda kopup üzerine gelirse de korkar insan bunu da unutmamak lazım:)