Ben bu ay sayıklamayacaktım ya, olmadı. Duramayacağım. Neden derseniz, cevabım çok basit: Külkedisi kışkırttı beni! Yazdığı yazı fazlasıyla gerçek ve fazlasıyla iç organlarıma dokunan bir üslup içermekteydi. Hal böyle olunca tutamadım kendimi. Ama bunu sayıklamalara değil de seyahatlere eklemek isterim; "İçimdeki Seyahatler" diye bir alt bölüm hayal edin mesela.
Konu Aşk ve sorular da... :
I/a) Kaç kere aşk hastası oldunuz? (Önemle belirtirim kaç kez aşık oldunuz demedim.)
I/b) Nasıl? Semptomlar neler idi?
I/c) Kaç yaşındaydınız?
I/d) Tedaviniz ne kadar sürdü? iyileşebildiniz mi?
I/e) Kalıcı hasar var mı? Ya da nüksetti mi?
Sevgili Külkedisi cevap hakkınız saklıdır, yorum olarak paylaşırsınız. Ben şimdi kendi hikayemi yazacağım müsadenizle:)))
Bence, ben hiç aşk hastası falan olmadım. Olmam da, bünyem gayet sağlam benim... Der idim eğer biri bana sorsaydı geçen yıllarda. Ama aslında fena halde hastalandığımı ve fakat bu en güzel hastalığı ayakta geçirdiğimi anladığım an, nüksettiği zamana rastlar.
Sar başa ve başla anlatmaya yapalım mı?
Tam olarak ne zamandı anımsayamıyorum ama bir süre önce inanılmaz uykusuzluk çekmeye başladım. Yavaş yavaş yaklaşan yağmurun kokusunu alır gibi tanımsız bir dönemin gölgesi inmişti göz kapaklarıma. Yine de uyuyamıyordum. Durmadan içimdeki bu tanımsızlığı yazıyor ve yazarken ona ad bulmaya çalışıyordum. Üstelik bununla da yetinmeyip, etrafımdaki kadınlarla bol bol sohbet ediyor, onların hikayelerinden kendime sihirli bir cümle bulmak için debeleniyordum. Sonra bir gece, aniden telefon çaldı ve o anla başlayan bir aydınlanma oldu hatıralarımda... Uykusuz gecelerim nihayet anlamlanmıştı, artık uyuyamayışımın bir manası, bir adı vardı!
Fakat bununla kalmadı ki, biraz daha zaman geçtikçe yani gün be gün, daha fazla semptom belirmeye başladı bedenimde... Ve nihayetinde bir sabah ağır bir hastalıktan ya da paramparça kesilip dikildiğim bir ameliyattan uyanırcasına kalktım yataktan. Kalktım mı? Emin değilim. Ama salona kadar süründüm sabahım köründe. Kalbim dokuz fincan kahve içmiş gibi atıyordu gırtlağımda. Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Karnımda garip bir boşluk ve ellerimde kontrol edemediğim bir titreme vardı. Kafamı boynumun üzerinde tutmakta zorlanıyordum. İçimden geçen tek şey bir yere yığılma isteğiydi.
Neden sonra banyoya gittim, soğuk bir duş aldım. Zangır zangır titreyerek kurulanıp, giyindim. Ev halkı uyanana kadar tekrar yatağa döndüm. Sonra o saatleri yok sayarak bir kez daha denedim güne başlamayı. Yine olmadı. "Deneme iki başarısız" diye fısıldadı adamın biri kulağımın içinde.
Ve sonra, balkona çıkıp derin derin nefes alamayarak, soranlara akşamdan kalmayım diyerek tamamladım bitmeyecek gibi ayaklarıma dolanan saatleri. Yatağa yattığımda hala uykum yoktu, fiziksel olarak bir sıkıntım da yoktu. Üstadın dediği gibi: "organlarımda bir sorun yok, bu sadece duygusal kramp!" dedim kendime. Sabah uyandığımda gördüm ki elim kalbimin üzerinde bayılmışım, sanki biri gelip onu benden alacakmış gibi!
Bütün bu tanımlamakta zorlandığım süreç beni evdeki eski kutuların arasında küçük bir gezintiye götürdü; hatıra defterleri, kurutulmuş çiçekler, eski fotoğraflar, hafızanın çorak bahçelerinden fırlayan renkler, görüntüler, kokular...
İlk ve tek aşk hastalığımı keşfettim böylece. Yalnızca bir kez aşk hastası olmuştum ama o zamanlar bunun "aşk hastalığı" olduğunu anlayamayacak kadar gençtim. Sadece onbeş yaşımdaydım ve kibirim, semptomları görmemi engellemişti. O zamanlar içime bakmaktan ziyade önümde uzanan sonsuz (nah sonsuz!) hayata odaklanmıştım. Ne önemi vardı ki, ilk aşkım bambaşka bir seçim yapıp uzaklaştıysa hayatımdan, gelelim ikincisine diye düşünmüştüm belki. Peki ama o zaman neden atamamıştım kurutulmuş çiçeğimi? Neden bir fosilin taşa usulca sokulması gibi işlemişti kalbime? Ben onu neden bunca zaman görmemiştim? Görmezden mi gelmiştim? İçimde kazı yapmayalı amma uzun zaman olmuştu... İnanamadım bulduklarıma.
O zaman, yani mikrobu kaptığım yıllarda hasta olmadığımı düşündüğüm için, iyileşmekle ilgili bir derdim de olmamıştı muhtemelen. Kabullenmemek bazen gerçekten işe yarıyordu. Yoksa yirmi yıl daha yaşayamazdım belki bu hastalıkla. Düşünün kalbinizde iz bırakan bir fosil... Korkmayın, hayal edin! Aslında güzel olduğunu göreceksiniz....
Ben yirmi yıl bu virüsle yaşadım. Ya da ona içimdeki sinsi bakteri mi demeliyim? Yeniden uygun bir zemin bulduğunda yani duygusal direncim sıfırın altındayken bedenimi sardı desem arabesk mi olur acep? Ama gerçek. Bu bütün hücrelerimin bildiği bir gerçek. Şimdi dehşet içinde neler olacağını merak ediyorum. Çünkü bu hastalıkla mücadele edemeyecek kadar bitkinim ve bölünerek çoğalan, her yanımı saran bir meretle karşı karşıyayım.
Her sabah ve her akşam aynada yüzüme ve özellikle gözlerime bakıyorum; içimde saklananın kim olduğunu görüyorum. Ona gülümsüyorum ama adını yüksek sesle söylemiyorum. Korkuyor muyum? Elbette! Doktora gidecek miyim? Hayır. İyileşecek miyim? Kimin umurunda!
I/e) Kalıcı hasar var mı? Ya da nüksetti mi?
Sevgili Külkedisi cevap hakkınız saklıdır, yorum olarak paylaşırsınız. Ben şimdi kendi hikayemi yazacağım müsadenizle:)))
Bence, ben hiç aşk hastası falan olmadım. Olmam da, bünyem gayet sağlam benim... Der idim eğer biri bana sorsaydı geçen yıllarda. Ama aslında fena halde hastalandığımı ve fakat bu en güzel hastalığı ayakta geçirdiğimi anladığım an, nüksettiği zamana rastlar.
Sar başa ve başla anlatmaya yapalım mı?
Tam olarak ne zamandı anımsayamıyorum ama bir süre önce inanılmaz uykusuzluk çekmeye başladım. Yavaş yavaş yaklaşan yağmurun kokusunu alır gibi tanımsız bir dönemin gölgesi inmişti göz kapaklarıma. Yine de uyuyamıyordum. Durmadan içimdeki bu tanımsızlığı yazıyor ve yazarken ona ad bulmaya çalışıyordum. Üstelik bununla da yetinmeyip, etrafımdaki kadınlarla bol bol sohbet ediyor, onların hikayelerinden kendime sihirli bir cümle bulmak için debeleniyordum. Sonra bir gece, aniden telefon çaldı ve o anla başlayan bir aydınlanma oldu hatıralarımda... Uykusuz gecelerim nihayet anlamlanmıştı, artık uyuyamayışımın bir manası, bir adı vardı!
Fakat bununla kalmadı ki, biraz daha zaman geçtikçe yani gün be gün, daha fazla semptom belirmeye başladı bedenimde... Ve nihayetinde bir sabah ağır bir hastalıktan ya da paramparça kesilip dikildiğim bir ameliyattan uyanırcasına kalktım yataktan. Kalktım mı? Emin değilim. Ama salona kadar süründüm sabahım köründe. Kalbim dokuz fincan kahve içmiş gibi atıyordu gırtlağımda. Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Karnımda garip bir boşluk ve ellerimde kontrol edemediğim bir titreme vardı. Kafamı boynumun üzerinde tutmakta zorlanıyordum. İçimden geçen tek şey bir yere yığılma isteğiydi.
Neden sonra banyoya gittim, soğuk bir duş aldım. Zangır zangır titreyerek kurulanıp, giyindim. Ev halkı uyanana kadar tekrar yatağa döndüm. Sonra o saatleri yok sayarak bir kez daha denedim güne başlamayı. Yine olmadı. "Deneme iki başarısız" diye fısıldadı adamın biri kulağımın içinde.
Ve sonra, balkona çıkıp derin derin nefes alamayarak, soranlara akşamdan kalmayım diyerek tamamladım bitmeyecek gibi ayaklarıma dolanan saatleri. Yatağa yattığımda hala uykum yoktu, fiziksel olarak bir sıkıntım da yoktu. Üstadın dediği gibi: "organlarımda bir sorun yok, bu sadece duygusal kramp!" dedim kendime. Sabah uyandığımda gördüm ki elim kalbimin üzerinde bayılmışım, sanki biri gelip onu benden alacakmış gibi!
Bütün bu tanımlamakta zorlandığım süreç beni evdeki eski kutuların arasında küçük bir gezintiye götürdü; hatıra defterleri, kurutulmuş çiçekler, eski fotoğraflar, hafızanın çorak bahçelerinden fırlayan renkler, görüntüler, kokular...
İlk ve tek aşk hastalığımı keşfettim böylece. Yalnızca bir kez aşk hastası olmuştum ama o zamanlar bunun "aşk hastalığı" olduğunu anlayamayacak kadar gençtim. Sadece onbeş yaşımdaydım ve kibirim, semptomları görmemi engellemişti. O zamanlar içime bakmaktan ziyade önümde uzanan sonsuz (nah sonsuz!) hayata odaklanmıştım. Ne önemi vardı ki, ilk aşkım bambaşka bir seçim yapıp uzaklaştıysa hayatımdan, gelelim ikincisine diye düşünmüştüm belki. Peki ama o zaman neden atamamıştım kurutulmuş çiçeğimi? Neden bir fosilin taşa usulca sokulması gibi işlemişti kalbime? Ben onu neden bunca zaman görmemiştim? Görmezden mi gelmiştim? İçimde kazı yapmayalı amma uzun zaman olmuştu... İnanamadım bulduklarıma.
O zaman, yani mikrobu kaptığım yıllarda hasta olmadığımı düşündüğüm için, iyileşmekle ilgili bir derdim de olmamıştı muhtemelen. Kabullenmemek bazen gerçekten işe yarıyordu. Yoksa yirmi yıl daha yaşayamazdım belki bu hastalıkla. Düşünün kalbinizde iz bırakan bir fosil... Korkmayın, hayal edin! Aslında güzel olduğunu göreceksiniz....
Ben yirmi yıl bu virüsle yaşadım. Ya da ona içimdeki sinsi bakteri mi demeliyim? Yeniden uygun bir zemin bulduğunda yani duygusal direncim sıfırın altındayken bedenimi sardı desem arabesk mi olur acep? Ama gerçek. Bu bütün hücrelerimin bildiği bir gerçek. Şimdi dehşet içinde neler olacağını merak ediyorum. Çünkü bu hastalıkla mücadele edemeyecek kadar bitkinim ve bölünerek çoğalan, her yanımı saran bir meretle karşı karşıyayım.
Her sabah ve her akşam aynada yüzüme ve özellikle gözlerime bakıyorum; içimde saklananın kim olduğunu görüyorum. Ona gülümsüyorum ama adını yüksek sesle söylemiyorum. Korkuyor muyum? Elbette! Doktora gidecek miyim? Hayır. İyileşecek miyim? Kimin umurunda!
3 yorum:
Asprin al bir tane...hehehe... tatlı kadın, kırmızı yavru balık... hangi akıntılara kapıldın sen böyle... okyanuslar aşıp minitop akvaryumuna geri gelmek istemeyen bir balıksın sen işte.. yüz bakalım bol bol... yeterki büyük ve egosu yüksek balıklara yem olma.. yeterki zamanında yeşil bir balığa kayan o kocaman parlak dikkat çekici keskin kenarlı kılıç balığı ,o dönemde kendi kılıcı da fazla keskin olmadığı için seni inci,temediyse de yıllar ve yüzdüğü derinliklerdeki aquqdinmik onu fazlasıyla keskinleştirecek şekilde bilemiş olmalı. Şimdi yeşil balıktan kırmızı balığa kaymaya başladıysa, ulaşamadığı mutlulukları zamanında yaşadığı yerlerde kırıntılarla da olsa solungaçlarıyla emmek istiyor olabilir. Bu egosu olabilir. Belki de en kırmızı olan balığın sen olduğunu anladı mercanlarda gezdiği yeşil balıkla yaşadıklarından sonra onun kırmızı yansımalarının mercanlardan geldiğini anlayınca. Korkum, uzun süslü ve duygulu kuyruğunun , bilenmiş kılıcında parçakpürçük olmaması, o gergin parlak güzelliğinde çiziklerle iz bırakmaması.. Seni kılıcına bindirip sonsuz denizlerde el üstünde pardon kılıc üstünde tasıyacaksa düşürmeden incitmeden , en oksijenli hava kabarcıklarımı buket buket sunmaya hazırım kendisine. Ama kaydırak gibi hem de bilediği keskinliğin üstünden kaydırarak kah düşürdü düşürecek şekilde taşıyacak ve gene aynı sularda gezdirip, "bu kadar hadi in bakalım şimdi" diyecekse balina olur gelirim ona göre. Bir de düşmemek için keskinliğin üstünde oranı buranı yararak konum alır da , düşmektense biraz acı çekerek sağlam dururum derve azar azar sızarak kan kaybedersen , sonra da , iyiyim canım ben diye kendine yalan söylersen , üzüntüden kahrolurum. Lütfen kırmızı balığım, mutluluğunu yaşayacaksan yaşa aşkı. Aşk acı verecekse, aşk üzecekse, aşk bence aşk değil, melankolik bir hastalıktır. Aşk hayat olmalıdır, aşk coşku olmalıdır, aşk sevinç gözyaşları olmalıdır, aşk dolu dolu kahkaha olmalıdır, aşk zamanı sonsuz yaşamak, aşk zamanı saniye sanmaktır, aşk zamanın sonsuzlukta durmasıdır. Kırmızı balığım, süzüle salına neşeyle yüz sularda, oyunlar oyna, gül eğlen,ama ne olur sakın gözyaşlarını zaten suda kamufle edrim diyebileceğine sığınıpğ acıyı aşka tarif sanacak kabullenmelere girme olur mu kimse için. Aşıksan da aşkı senin güzelliğine layık yaşatsın sana kılıç balığı... öpücükler birtanem
Çok tatlı ve hassas bir kadın blog için yazmak istememiş ve mail atmış bana. Fakat yine de paylaşmazsam eksik olurdu.... :
Şöyle demiş: "aşk hastalığı"...bilmiyorum bu tamlamada "hastalık" kelimesi fazla mı..aşk zaten bi hastalıkşeklinde mi yaşanıyor ?!?.. (öyle ya...insan hiç kendinidüşünmeden-kollamadansadece "o"nun iyi olmasını istemesi bile bi hastalık göstergesi değilmi....-bu da ayrı yazı olsun...derin geldi..-...!) "......Her sabah ve her akşam aynada yüzüme ve özellikle gözlerime bakıyorum;içimde saklananın kim olduğunu görüyorum.Ona gülümsüyorum ama adını yüksek sesle söylemiyorum........" bu kısımda.....çok kötü oldum....sanki, gizli - özel birşeyi tek benyaptığımı sanmışım bu güne kadar...aynada bakarken yakalanmışım gibi,oldu.. ben...aşkın tekliğine inanıyorum..belki, bünyem 1 tane yaşadı ve havluattı.(yetti gayri hesabı..)..ya da...sadece hayatımda bi kere aşık oldum vesonra olmayışlarımı karşıma çıkan erkeklere değil de, işin teorik kısmınabağladım... : ) yazındaki... kelime seçimleri ve verdiği duygu.....eski oturduğum kalpodama, küserek kaçtığım odama , tekrar gelmişim....hissi verdi..hüzünlü mü ?...evet..ama, insan içindeki odasından daha ne kadar kaçabilir ki...."
Sevgili Kurbağacık(bir mail atmayı tercih ederek) demiş ki:
geç gelen yorum
anladım ki insan yapabildiği ile sınırlı olsada,neler yapabileceğini zamanla anlıyor ve herşeyin bir nedeni,bir tetikleyicisi var.
yediğim yemekte bibier olmasa dilim yanmayacaktı,düştüğümde dizim yarılmasa canım acımazdı ve onu görmeseydim ,başka birini sebepsiz sevebileceğimi bilemezdim.o benim içimde ki sevme yetimi uyandırdı.bünyem durumu kabullendi ama tepkide verdi.kızgın,yorgun,baygın olarak isimlenen bakışlarıma yenisi eklendi,aşk sevgi dolu bakışlar.efekt kullanılmadan gözlerimde parıltı varsa,demek ki onu düşünüyorum.
Ellerim terliyor,şuursuz konuşuyorsam demek ki görüş alanındayım.
Nasıl,neden yaptığını bilmiyorum ve hep merak ediyorum bu reaksyonları oda yaşıyor mu ve elbette korkuyorum ben ona bunları yaşatamıyorsam diye.korku heyecan değiştiriyor beni yoruyor bedenimi ama zinde kalıyorum bir şekilde,umutla dolduruyorum her hareketini,o umutla besleniyorum.ve evet blogta ki yazınla fark ettim,bunları yada yazdıklarını yanlızca yaşayan,seven biri anlar.mutluyum seviyorum birini ama asıl mutluluk karşılıklı sevgide olsa gerek.umuyorum zamanla bunuda öğrenirim.
Yorum Gönder