8 Mayıs 2008 Perşembe

En Küçük Lilith'i Tanıyor Musunuz?

İçimdeki labirentin İsimsizine ve kurtarıcım olan Prenses'e itaf edilmiştir..

I.

Adam, kadına "Pandora'nın kutusu gibisin" dediğinde, kadın sabaha kadar uyuyamadı; çünkü adam haklıydı ve aslında haksızdı.
Kadın; kalbimde ve gelecekte bana bile saklı bazı kutular olduğu doğru fakat eğer içlerinde ne olduğunu bilseydim ya da hiç olmazsa sezebilseydim mutlaka ona söylerdim diye düşündü.

Sonra yaradılış efsanesine gitti aklı, Lilith yokmuş gibi yaşayan tüm erkeklerden nefret etti. Çünkü bu kadın vardı. Yaşamıştı. Kanıt mı? Onun ruhundan türeyenler hala etraftaydı; Almanya'da, Harikalar Diyarı'nda, aynada, bir ejderhanın gözlerinde ve daha pek çok yerde.

Ve efsaneye göre bir tanesi vardı ki...

II.

Bir labirente sürüklendim dün gece, tam ortasında bana ait bir içdeniz olan. Ya da söyle; dün gece, içdenizimde sakin sakin yüzerken tam suyun ortasında bir labirent belirdi...

O akşam Kostantinopolis'in en sevdiğim noktalarından birine gittim; At Meydanı'na. Hiç at yoktu, ama atların nal sesleri sıkışmıştı taşların arasına. Gün sonu serinliği ve sakinliği sarmıştı meydanı. Güneşe çevirdim yüzümü, kaybolmadan önce son kez ısıtsın diye ve iyice bıraktım kendimi ışığına. Sonra elimdeki kitaba döndüm. Kitabın kahramanı bir kehanette bulunuyordu, gözlerini kocaman kocaman açmış avaz avaz anlatıyordu olacakları ama ben duymazdan geldim. Her zaman yaptığım gibi bilicilere tıkadım kulaklarımı. Sonra atların nal seslerine, telefonumun sesi karıştı. Hızlıca bu yüzyıla geldim ve yine hızlıca geri döndüm Kostantinopolis'e. Bir ıslıkla aslında artık olmayan atlardan birini çağırdım, atladım sırtına ve İsimsiz şovalye ile buluşacağım yere doğru yol almaya başladık. Güzel bir bahçede kahvelerimizi içtik ve ardından köprüye gidelim diye düşündük. Aslında ben düşündüm, o söyledi. Hatırladım; köprüler birleştirir ve köprüler ayırır demişti kitap.

Bir atı yoktu. Muhtemelen yanına almamıştı. Kalbi dışında sahip olduğu bir tek şey dahi yoktu yanında. Yalnızca kalbini alıp gelmişti demek! Ama çok önemli değildi, elimi uzattım ve onu atımın arkasına aldım. Fakat anında fikrimi değiştirdim. Masaldaki şovalyeler asla kadınların idare ettiği atlarla seyahat etmezlerdi. Dizginleri ona verdim ve ben arkasına geçtim. Ama beline sarılmadım. Sarılsaydım korkardı muhtemelen çünkü kalbimin sesini saklayamazdım. Ayrıca en son ihtiyacımız olacak şey nal seslerine karışacak bir kalp gümbürtüsü olurdu. İçimizdeki savaşlarda yeterince uğuldamıştı kulaklarımız ve ihtiyacımız olan tek şey mutlak sesizlikti.

At yolu biliyordu. Köprünün tam ortasında durdu. Bana, sanki hayatın tam ortasında durmuş gibi geldi. Onunla vedalaştık ve merdivenlerden suya doğru inmeye başladık. Köprü, Belvedere isimli tablonun gizemini düşündürdü bana. Aklıma nereden geldi bilemedim. Tıpkı o tablodaki gibi hem çok anlaşılır, hem de asla çözülemez günlere, ufuklara yaklaştığımızı sezdim sanki. Aklımdan geçene görüntü olmuştu tablo. Tabloda yan yana duran kimse olmadığını da anımsadım... Hepsi yalnızdı. Yalnızdık.

Sarayın karşısında oturduk, çok geçmeden kocaman bir kıvılcım belirdi denizin üzerinde, ben bu kıvılcımı tanıyordum. Geri dönmüştü, yalnızdı. Bu defa prenses yoktu sırtında ve bana göz kulak olmaya gelmişti besbelli. Varlığı rahatlattı. Kadehime doldurulan içkiden kocaman bir yudum aldım ama neye kadeh kaldırdığımızı duyamadım; geçmişe mi, geleceğe mi? Sormadım. Gözüm ejderhaya takılmıştı bir kere!

Büyülü balıkların, gönüllü ve boylu boyunca uzandığı tabaklar geldi önümüze. Balıklar bize, biz balıklara teşekkür ettik içimizden. O ana kadar hiç bir yemek bilmiyorum ki bu denli törensel bu denli fazla anlam yüklenmiş olsun...

Denize, saraya ve birbirimize bakarak ama özellikle içimize bakmayarak, aslında yemeğin tadını bile alamayarak oturduk orada. Beni en çok korkutan onun kolundaki saatti. O hiç saate bakmazken ben gözümü alamıyordum.

Bütün gece anılar verildi, anılar alındı. Çiçekler kasalara saklandı, sözcükler gözlere. Duvarlar yıkıldı, barajlar bombalandı. Ayakkabılarımızı, zırhlarımızı ve saç tokalarımızı attık suya. Her şeye anlam yükledik, tüm anlamları rıhtıma boşalttık. Hesaplaşmadık ama uzlaşmadık da. Ne bir orta yol vardı, ne de yan yol bizim için. Kazma ve kürekle yeni yollar, köprüler ve hatta tüneller kazmamız gerekecekti. Kollarıma baktım, düşündüm; acaba yeterince güçlü müydüm?Kalelerimize girmek için hendeklerden geçmek, hendeklerde yüzen timsahlara doğru sözleri fısıldamak gerekecekti... Çok gereklilik ve az zaman vardı. Gözüm saatine takıldı....

İndiğimiz gibi çıktık merdivenlerden, ejderha köprünün üzerinde bekliyordu. Onun tereddütleri vardı bir ejderhayla uçmak hakkında ama itiraz etmedi. Atladık sırtına yüce ejderhanın ve şovalyenin kalesine uçtuk.

Bahçeye indiğimizde kocaman kilitler ve taş duvarlar gördüm.. Sonsuz basamaklardan tırmandık kuleye. Ve...

III.

...Uyandım. Ne at vardı, ne meydan. Ne şovalye, ne de köprü. Yastığımın yanında boylu boyunca uzanmıştı İkea'dan aldığım oyuncak ejderham... Prensesimin fotoğrafı da tam karşımdaydı. Gözüm saate takıldı, sabaha karşı 4.00.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

1,5 yıl önce başıma bir kaza geldi,kazara geldi demek mi lazım acaba?
Olayın şoku ile çıktımdı ofisimden,Suadiye ile Kızıltoprak arasında ki yolu bilirsiniz hepiniz.iki tarafında mütavazi dükkanların dizildiği,yemyeşil çimlerin kapladığı o yolu.Çimleri ezmeden,ekim günü açmaya başlayan kasımpatıların renk kattığı ,insanların gülümseyerek ve birbirlerine selamlayarak yürüdüğü etrafın mis gibi çiçek kokularının hakim olduğu bir akşamüzeriydi.
Şaşırdınız mı?korna seslerinin hakim olduğu sıkışık trafikli Bağdat Caddesini hiç bu halde görmediniz mi?ben gördüm o akşam,ilk defa. Sanmayın ki başıma gelen kaza bir saksı yada bir darbe,ondan bu gördüklerim.Gördüklerimin nedeni kapımı çalan bir peri.hatta kalbimi çalan bir perimi desem.
Ne kadar zaman olduğunu size anlatırken fark ettim,kalbim hala onda ve hala haberi yok,belki var bilinmiyor.
O zaman dilimde başka insanlarla tanıştım yeni hayatlar kattım hayatıma.Ama içlerinden beri var ki farklı yaklaştı bana.Beraber yolları yürüyoruz ama sesler değil kuş sesi.nede korna sesi her şey flu.o soruyor ben söylüyorum,o dinliyor ben anlatıyorum,o söylüyor ben dinliyorum böyle böyle geçiyor günler alışıyoruz birbirimize ,şehrin sesini bastırıyoruz.
Peki ya peri ?onu düşündükçe yeşeriyor asfalt,gri bulutlar mai, kuşlar hür,çiçekler bol ve renkli.mutluyum ,çünkü her şey benim düşlerimle ve onunla geçen az ama güzel yada az olduğu için güzel gelen anılarla sınırlı.
Ve fark ediyorum ki bir tarafta bana ilgili beni düşünen bana hitap etmeye çalışan mantık,diğer tarafta benim onu düşündüğüm ,ilgilendiğim kalp.
Ben düşüne dururken mantık alıp başını gidiyor,kalp zaten benim olmamıştı.Kalıyorum bir başıma.yollar yine asfalt hatta toz toprak, ağlıyorum,tepiniyorum ve bir el dokunuyor omuzuma.Hevesle bakıyorum,mantıkmış gelen,gözlerimde ki parıltı kayboluyor yine,istemesemde.Anlıyor ve zaten biliyor beklediğim o değil aslında.İçimde yaşattığım o değil,oyalanızyoruz.
Tutuyor ellerimden-İçinde yaşattığınla ancak sen mutlu olursun,ancak bak burada atan bir kalp var ve gerçek.Mantıklı ol diyor içinden bir ses.
O an fark ediyorum, heyecanlanmadım ama hayran oldum cesaretine ve sözlerine.Eksiklerimiz vardı belki ama tuttum bende elinden,zamana bırakalım tamamlanır nede olsa diye.
Zamanla kalp açtı onada bir yer,alıştı mı?yoksa sevdimi bilemedim çokta düşünmedim nede olsa yüzümüzde tebessüm vardı artık.
Ama bir gün kalp çıktı karşımıza,utançla bıraktım mantığın elini ve utandım kendimden.Anladım ki ikisi çok farklı ve asla birbirini telafi edemiyor ve bastıramıyor.
En karlı çıkan kalp oldu bu hikayede,çok dışında kaldı olanların nede olsa.
Ben mi kaldım yine bir başıma …