16 Mayıs 2008 Cuma

İzmir...


Ben kendimi bildim bileli sevmişimdir İzmir'i. Bayıldığım kokularla, görüntülerle dolu bir şehir burası. Her geldiğimde tazelenip, mutlu mesud dönüyorum İstanbul'a. Bir süre sayıklıyorum tabii, ah ya keşke orada yaşıyor olsaydık, olabilseydik diye. Oysa artık bunun sadece bir hayal olduğunu ve elbette mümkün kılınamayacağını, köklerimizin çoktaaan İstanbul'da dallanıp budaklandığını da biliyorum...

Cenk kardeşim, İzmir'e gider miyiz diye sorduğunda havalara uçtum sevinçten; elbette gideriz dedim! Orada ne yapacağımızın hiiiç önemi yoktu. Hele bir gidelim de.

Bingül yengemin kedücüğünün tüyleri yüzünden azıcık uyuyabilmiş olan ben, İzmir'de daha havaalanına iner inmez acayip keyiflendim. Hemen bir araba kiraladığımız gibi attık kendimizi yollara. ilk durağımız Muğla'ydı. Gerçekten inanılmaz özlemişim oraları. Sağa sola bakmaktan dikkatimi işe veremez hale gelecektim neredeyse de, Allah Cenk'i vermişti yanıma:))
İşimizi bitirir bitirmez Bıçakçılar Çarşısı'ndaki Kemal'in Yeri'ne götürdüm Cenk'i. Orası her şişkonun, pardon lezzetçinin bilmesi gereken nadide bir noktadır Ege'de. Tabii ben buralara gelemeyeli Bıçakçılar Çarşısı'nın adı olmuş arasta! Yurdumun her yanı arasta zaten!
Fena halde bozuldum bu duruma ama sinirlenmek yerine, dikkatimi Kemal'in köftelerine yoğunlaştırmayı tercih ettim. Altında bol soğan ve üzerinde mis gibi köfteler. Vallahi daha ciddi bir ayrıntı vermek gerekirse Bodrum garajındaki Çakır Ali'nin Köfteleri ile Osmanbey'deki Filibe köftecisi arası bir lezzete sahiptir Kemal'in köfteleri. Kısacası denemek lazım gelir.

Muğla'da fazla kalmadık, zamanımız olmadığı için Cenk'e yol üzerindeki en güzel antik kentlerden biri olan Stratonikaie adındaki muhteşem ören yerini gösteremedim. Aydın ve Söke'den de hızla geçerek asıl hedefe yani İzmir'e ulaştık günün sonunda. Aslında keşke zamanımız olsaydı da Meryem Ana'ya bi merhaba deseydik...

Akşama doğru saatlerinin en güzelini yakalamıştık İzmir'de. Arabanın bagajından bir iki parça eşya alıp üzerimizi değiştirdik sokağın ortasında ve hafiflemiş, yere basmaz bir tempoda yol boyunca uzanan birbirinden güzel evleri seyrederek mekanımıza ulaştık.

Karşıyaka'da biralarımızı yudumlarken, bu kutsal içecek ve elma patates için yaratıcıya şükrettik. Ayrıca ikimiz de Bingül'ün yanımızda olmayışına hayıflandık.. Eee tabii Cenk benden daha çok üzülmüştür:))

Sakin sohbetimiz ve yorgunluğumuzu alan muhteşem biralarımızdan sonra Alsancak taraflarının en güzel otellerinden biri olan Kilim Otel'de - ki kendisi Anba Otel ile beraber çocukluğumun anılarıyla doludur- muhteşem bir oda bulduk. Yani buldum:)) Ayaklarımızın altında körfez! Yoo yo yo, sanırım ben bu manzarayı deliler gibi özlemişim. Amman yarabbim, dönemeyeceğiz İstanbul'a çünkü Cenk de yoldan çıkmış gibi! Odayı ve camına yapıştığımız penceresini gerçekten ama gerçekten, güç bela bırakıp yemek yemek için dışarı çıkabildik. Ve o kadar şanslıydık ki Deniz Resturant'da yer bulduk! Sempatik garsonların tavsiyelerine uyarak başlayan yemeğimizde Yeşil Efe'nin katkısı inanılmazdı. Son yıllarda içtiğim en güzel rakı idi kendisi desem tam olur. Cenk ile sohbetimiz cabası! Yani bir güzel geldi bize bu yemek anlatamam. Sanki İstanbul ve orada bizi bekleyen her şey tuzla buz olmuştu bir taraflarda ve biz bütün bunlardan bağımsız sakin sakin, sanki o şehrin yaşayanıymışızcasına rehavetteydik.

Tüm şehre garip bir Cumartesi akşamı kokusu yayılmıştı. İnsanlar Cumartesi Cumartesi gülüyor ve Cumartesi Cumartesi yaşıyorlardı. Oysa ajandaya baktık; günlerden Pazartesi idi. Vay be dedik, Ege'de olmak bu demek işte; algıda bozukluk!

Zamanı değiştiren bir havası var körfezin. Sonsuz bir huzur ve tatil esiyor kıyıya doğru. Nereden mi biliyoruz, şuradan; içtikten sonra rıhtıma gidip oturduk biraz. Hayat ve benim kafamdaki uzun kuyruklu tilkiler hakkında konuştuk. Bazılarının kuyruğunu keselim dedik, bazılarınınkini örelim! O kafayla öyle komik ama keskin yorumlar yaptık ki tilkiler ters dönmüştür yataklarında! Hey tilkiler döndünüz mü?

E tabii gecenin ilerleyen saatlerinde ertesi gün de çalışacağımız için otele dönmeye karar verdik. Cenk kardeş bir bira aldı kendine, ben istemedim. Yediğimiz muhteşem mezelerin ve rakının tadına kıyamadım doğrusu. Amaaa Cenk pencerenin önüne geçip, körfeze karşı içerken imrenmedim diyemem.

Ertesi sabah İzmir'de uyanmak inanılmaz güzeldi. Gerçi zaten uyumamıştım ya, neyse! Bu Cenk ile aramızda bir sır!!! Di mi canım benim.
Sabahın köründe dizlerimin üzerinde çökmüş bir halde baka kaldım denize. Yavaş yavaş aydınlanmasını ve hareketlenmesini seyrettim rıhtımın. Her sabah böyle uyansam kalbimin kaldırmayacağını düşündüm. Zaten bu sebeple bir yalı dairem yok herhalde!
Ben o dakika vedalaştım İzmir'le. Kimbilir bir daha ne zaman uyanacaktım körfeze karşı?

Cenk uyanıncaya kadar yıkandım, giyindim ve hatta onu aceleye getirmemek için kahvaltıya indim. Aynı çıldırtıcı manzarada kahvaltımızı yaptık ve başladık çalışmaya. Nasıl oldu anlayamadan bitirdik işimizi.Ve baktık ki öğle yemeği saati gelmiş. Elbette bir İzmir sever olarak Reci's de ağırlamalıydı Cenk kardeşimi, ben de öyle yaptım zaten. Ardından olmazsa olmaz klasiği de gerçekleştirip Reyhan Pastanesinde tatlı kahve keyfi yaptık. Vallahi kilo almadık ama alabilirdik!

Aslında hazır buralara gelmişken bir kez daha mı deniz kyısına inseydik diye düşünürken ayaklarımız bizi sahile götürdü. Bu başka türlü güzel şehirle ve 1453 sokakla, birbirinden güzel ahşap evlerle bakışa bakışa bir hal olduk!

Keşke bir gece daha mı kalsaydık. Yo yo kalmamalıydık. Bu endişeyle erkenden havaalanına gittik. Ben uyuyakaldım acayip rahatsız koltukların üzerinde. Uçağa bindiğimizde ise artık ayakta zor duruyordum. Neyse ki güzel bir uçuştu ve bizi bekleyenler vardı İstanbul'da... Yoksa asla dönemeyebilirdik. Hadi Cenk Eylül'de yine gidelim İzmir'e, ama bu defa Bingül'de olsun.



Hiç yorum yok: