28 Mayıs 2008 Çarşamba

Altın Lale ve Nergis Tarlası.

28 Mayıs 2008 Kişisel Tarihimize Bir Masal...

I.

Nefretten örülmüş kalın ve yüksek duvarları vardı nehir gözlü adamın. Ve bakışlarının ardında saklanmaktan yorgun kocaman bir yüreği. Sadece "O" kadın, en sevdiği lale bahçelerine geçebilsin diye, daracık bir kapı açmıştı heybetli duvarlarında. Ama kadın yıllarca durdu bu kapının önünde ve ne içeri girdi, ne de gitti. Bahçede, onu çeken ve aynı zamanda tehdit eden keskin bir koku vardı adını koyamadığı. Sonra bir gece, cesaret kışkırtıcı nefesini yüzüne üflediğinde, elindeki anahtarı kilide yerleştirdi ve çevirdi. Bir adımını eşikten atar gibi olduysa da, aslında öte yana hiç geçmedi. Geçemedi.

Eteklerine takılan mor çiçekler vardı geleceğinde.

II.
Bir gece ansızın, adamın kendisine uzattığı eli tuttu. Kapının önüne kadar yürüdüler, onunla birlikte uzun uzun seyretti laleleri. Kadın lalelerin renginden, adam ise paha biçilemezliğinden dem vurdu. Aynı şeyi, aynı yerden nasıl olup bu denli farklı sevebiliyorlardı? Bilemediler. Ama oluyordu, bu onların mucizesiydi.

Bir diğer gün adam, kararsız kadını bahçe kapısının önünde laleleri seyrederken yakaladı. Ona, uzun bir seyahate çıkacağını söyledi. Lalelerine kendisi için bakabilir miydi acaba?

Kadın durdu. Bahçeye girmek zorunda bırakıldığı için öfkelendi. Aslında lalelerin hiç suçu yoktu. Derin bir nefes aldı. Adama "evet" dedi. Onun lalelerine bakacaktı. Ama adam şunu bilmeliydi ki kadının sorumlu olduğu bir bahçe daha vardı; içinde nergisler ve büyülü mor çiçekler olan kendisine ait bir bahçe...

Adam gitti. Kadın, bahçesine döndü. Nergislerin ekili olduğu arazisinin bitiminde kocaman bir merdiven, mum çiçekleriyle sarmalanmıştı. Bunu kimin yaptığını bilmiyordu ama herkes olabilirdi. Çünkü kadının duvarları yoktu, bahçe herkese açıktı.
Mum çiçeklerinin altından geçerken gökyüzünü seyretti uzun uzun, kokladı onları ve sonra büyülü çiçeklerle dolu arka bahçeye kilitlendi gözleri.


Merdiven altından geçmek eğer o merdivenin üzerinde mis gibi kokan mum çiçekleri varsa uğursuzluk sayılamazdı değil mi?

III.

Bahçe her zamankinden daha büyük, daha parlak ve daha görkemliydi. Eliyle toprağa dokunduğunda az evvel sulandığının anladı çiçeklerinin. Etrafa bakındı, bahçeyi sulayanın gölgesini gördü duvarda. Oraya doğru yürüdü, kendine şaşmış bir hamleyle ve minnettarlıkla duvarı kucakladı, gölgeyi öptü. Nihayet biri bahçesine girme cesareti göstermişti! Üstelik çiçeklerine su vermişti.

Bu öpücük duvarın yıkılmasına ve gölgenin dışarı çıkmasına neden oldu. Kadın ve gölgenin sahibi birlikte yürümeye başladılar. Kadın, adamın nasıl olup da çiçeklere basmadan yürüyebildiğine çok şaşırdı, çünkü gövdesi kocamandı. Ama yine de çiçekleri ezmeden yürüyebiliyordu! Üstelik elinin değdiği her çiçek bir saniye öncesinden çok daha da parlak bir hale geliyordu.

Kadın bütün içtenliğiyle adamın, içinde solgun bir çiçeğin can çekiştiği kalbine de dokunabildiğini hayal etti. Aslında bunu gerçekten diledi. Ve dileğinin şiddetinden bahçedeki bütün çiçekler ürperdi.

Bu dilek anından sonra, günlerce ve gecelerce çiçekler hakkında konuştular; bahçedeki çiçekler, başka bahçelerdeki çiçekler, kökünden söküp attıklarımız, ısrarla adresimize postalananlar ve sulamamız için bize emanet edilenler...

IV.
Zaman geçti, uzaklara giden adam seyahatten döndü. Kadın onun lalelerine çok iyi bakmıştı. Fakat lalelerde eksik bir şey vardı, elinden geleni yapmıştı ama nedense kendi bahçesindeki çiçekler gibi parlamıyorlardı. Üzerlerine serpilen altın tozu, güzelliklerini daha da görkemli kılsa da, bu çiçeklerde eksik bir şey vardı.
Cesaret!

Adam, kadına bir lale uzattı, kadın bu güzel çiçek için teşekkür etti. Eline bulaşan altın tozunu saçlarına sürdü. Güneş gibi parladı. Gülümsedi, cebinden küçücük bir nergis çıkardı, adama verdi. Adam, bundan cesaretlenerek, eğer bir nergis tarlası almak isterse ne kadar ödemesi gerektiğini sordu. Kadın ona, bir tek nergis tarlası olduğunu ve onu da satmayı düşünmediğini söyledi. Ayrıca neden kendisiyle gelip önce yakından bakmıyordu çiçeklere? Birlikte yetiştirebilirlerdi nergisleri? Hem belki sevmeyecekti? Acaba, neden bu çiçeği istediğinin cevabını vermeden fiyatını sormak ve almaya kalkmak doğru muydu?
Kadın, adamı elinden tuttu ve bahçenin kapısına kadar hiç konuşmadan geldiler. İçlerinden geçen şiirlerin bir tek mısrasını bile yüksek sesle söylemediler. Onlar kapıda belirdiğinde duvardaki gölge hiç kımıldamadan duruyordu. Nefes bile almıyordu. Kadın gölgeye baktı, önünde bir demet kırmızı lale vardı. Belli ki bu laleler kuzeyden geliyorlardı. Kadın onları görmezden geldi. Bu gölgenin sorunuydu. Elinde o lalelerle bahçeye giremeyeceğini biliyor olmalıydı.

Diğer adamla beraber kapının eşiğinde durdular ve nergis tarlasından gelen kokuyu derin derin içlerine çektiler. Tam içeri girmişlerdi ki, kadın adamın çiçekleri ezmeden yürüyemediğini anladı. Attığı her adımda bir nergis ölüyordu. İnanamadı, içi kırıldı kadının. Ağlamaya başladı. Buna çok üzülen adam, altın tozları serpti çiçeklerin üzerine ama bu davranışı kadının daha da şiddetli ağlamasına neden oldu.

Kadın ağladıkça adam altın tozları serpmeye devam etti. Ona elindekinin en iyisini vermeye çalışıyordu, neden mutlu olmuyordu ki? Fakat kadının istediği tek şey çiçeklerinin ezilmemesiydi. Sonunda çaresiz kalan adam, daha fazla çiçek öldürmeden yavaşça bahçeden çıktı. Çıkarken ardında bıraktığı gözyaşları, ezilen nergisleri diriltmişti ama kadın bunu göremeyecek kadar bitkindi. Adamın gözyaşları ise ceplerindeki altın tozundan daha etkiliydi.


"Keşke bunu bilselerdi" diye fısıldadı çiçekler...

V.
Duvardaki gölge, usulca olduğu yerden çıktı. Kadının, üzerine serpilmiş altın tozlarını silkelenmesine yardım etti. Beraberce kocaman bir kaba doldurdular tozları. Adam onları eritti, içine diğer çiçeklerden de toz ekledi ve çok güzel bir lale heykeli yaptılar. Adına "cesaret" dediler.
Kadın, içinden yüzyıllar geçtikten sonra bile, bahçesindeki altın laleyi ziyaret etti. En güzel masallarını onun altında yazdı. Zaman zaman anımsadı, ağladı. Ama ne kadının çiçekleri dirilten gözyaşlarından haberi oldu, ne de laleleri seven adamın bu güzel lale heykelinden ve gölgesinde yazılan masallardan...

Bahçenin duvarında bir daha gölge olmadı. Ve çiçekler sonsuza kadar sustular.




27 Mayıs 2008 Salı

Vapurda Elimi Bırakma Lütfen, Korkuyorum...

Üzerime sinen kokunun güzelliğinden midir, yoksa içime dolan vicdan azabından mıdır bilemem ama yine başım dönmeye başladı. Korkuyor ve kaçmak istiyorum yaşadığım şehirden. Sen dünyanın öbür ucuna giderken ben tam tersi yöne yürüyüp, bütün kıyafetlerimi denize atıp, yemyeşil bir arazide dinlenmeyi hayal ediyorum. İçimdeki derin bulantı, midemdeki dayanılmaz sancı geçsin ve en az bir gün hiç ama hiç gözlerimi açmayayım istiyorum. Neden mi? Bilmiyorum. Sadece istiyorum işte!

Annemle konuşmak ve ona bir çare bulması için yalvarmak, doktora gidip bedenimdeki şu lanet lekeleri kesip alın demek ve en son olarak da uyuşana dek içmek istiyorum. Önce içmek sonra buz gibi bir suya atlamak. Bedenime sarsıcı bir deneyim yaşatarak ruhumu kurtarmak istiyorum. Sayıklamamak ve karar verip yaşamak istiyorum. Karar vermek istiyorum.

Dengemi bozmayan, içimi huzurla dolduran kokular arasında kalmak için, ayaklarımı yaşadığım eve zamklamak, ellerimi ise güvenilir bir çift bileğe kelepçelemek derdindeyim. Yoksa uçup gideceğim. Uçurtmaları alıp götüren, yelkenimi dolduran rüzgar aklımı da alıp gidecek yakında. Bu olacak!
İnsan ölümlüdür, uykusuzluk ve acıya dayanma gücü sınırlıdır. Ayrıca sevdiklerini üzmemelidir. Çünkü onlar da ölümlüdür. Beyaz peynir yemek ayak parmaklarımdaki krampları azaltıyor, peki ben bu duygusal kramplardan kurtulmak için ne yemeliyim?

Söylesene Külkedisi beni kim kurtaracak?
Bir sabah, vapurun kenarından alıp götürürse beni kararlı bir rüzgar o zaman ardımda ne kalacak? Saçlarımı bıraksam teselli olur mu? Kalbimi kaça bölsem? Kime versem? Yoksa bu beş para etmez organı söküp kedilere mi yedirsem? Bilmiyorum.

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Göksu Kıyısında Gündüz Düşleri.

İki gün önce İstanbul Boğazı'nın sularına paralel uçarken ve şehrin güzelliğine dalmış şarkılar mırıldanırken aklıma Eleni düştü yine; hiç tanımadığım, karşı kıyıda yaşayan bir kadın. Sonra uzaklardaki başka dostlarımı düşündüm. Uzaklarda olmalarının bazen ne kadar canımı yaktığını... Sonra eskiye göre daha cömert oluşumun güzelliğini anımsattım kendime. Hiç olmazsa "çok özledim seni" diyebiliyorum, görüştüğümüz zamanlarda sıkı sıkı sarılıyorum boynuna hepsinin.

İçimde çözülen bir buz kalıbı var gibi hissettim. Sanki yüzüme vuran rüzgar aynı anda yüreğime de değiyordu ve minicik su damlalarına dönüşen buz zerrecikleri kalıyordu ardımızda. Dönüp baktığımda onları güneşte parlayan ışık hüzmesi gibi hayal ettim. Ya da daha çok kristallerle benzenmiş ışıklı bir yol gibiydi geride kalan. Gündüz düşleri serbest olduğuna göre, gevşedim ve bıraktım kendimi bu çözülmeye.

Sora sora çok güzel bir çömlekçi atölyesi bulduk Göksu kıyısında. Rumlardan kaldığı söylenen ve neredeyse yüz yıllık bir yer. Hemen girişinde bir fidanlık vardı; içinde birbirinden güzel çiçekler olan sevimli, iddasız bir cennet parçası. Herşeyin güzel koktuğu farklı bir zamana geçtik birden bire. Ummadığımız kadar güzel bir yere gelmiştik. Ne güneşin yakıcılığı kaldı yüzümde ne de açlıktan guruldayan midemi duydum. İçerideki koku; nem ve toprak kokusu bana inanılmaz keyif verdi. Gözüme ilk takılan, masanın üzerindeki yeşil sırlı yemek takımının güzelliğinden ise alamadım balkışlarımı. İçimden tencereler dolusu yemek pişirmek ve bu bahçede onlarca misafir ağırlamak geçti. Şölen gibi olsaydı ya hayat. Ben saatlerce oyun oynasaydım mutfakta, bahçemde mutlu insanlar otursaydı çiçek kokan gölgelerde.. Ve Eda Lisa, Leyla ve tanıdığım bütün güzel bebekler, anneleri, babaları da gelselerdi.

Atölyede dolanırken, Mızmız çamurlar arasından çamur beğenmeye çalışıyordu. Müthiş meraktaydım, bu yirmi kiloluk çamurdan neler çıkaracaktı acaba? Tembellik etmeseydi bari!

Onu çamurlarıyla bırakıp diğer bölüme geçtim; güveç, tepsi ve benzer şeylerin satıldığı ofise ya da mağazaya pek benzemeyen tozlu bir odaydı burası. Öbür tarafta kalan güzel yemek takımının bir bitirme ödevi olduğunu, duvarda asılı duran muhteşem çerçevenin de genç bir sanatçıya ait olduğunu öğrendim gözleri gülen tatlı bir kızdan. Ben, çerçeveye ayna yerleştirilse amma güzel olur diye sayıklarken kendi kendime, mekanın sahibiyle tanıştım. Bana burayı ustasından devraldığını, ustasına da babasının emaneti olduğunu anlattı. Çok güzel bir fotoğraf gösterdi, yaklaşın 60 ya da 70 yıl önce çekilmiş bir Göksu Deresi fotoğrafı; kıyıya dizilmiş saksılar, çömlekler ve sonradan renklendirilme tekniği ile döneminin tüm hoşluğunu yansıtan bir kare.

Hiç tanımadığım Hasan Usta'nın izlerini kokladım mekanda. Derin derin içime çektim anlatılan kısacık cümleleri. 1994 yılında vefat ettiğini öğrenince iyice üzüldüm bu tarihi mekanda onunla iki çift laf etme şansımın kalmamış olmasına. Fakat en kısa zamanda buraya geri dönmeye karar verdim. Soracak sorularım vardı, bahçede oturup çay içmek istiyordum. Çamurlara ben de dokunmak istiyordum. Hem nasıl olsa Mızmız bundan sonra bol bol heykel yapacaktı ve biz çok çok gelecektik Göksu'ya. Hadi Mızmız çabucak bitir çamurunu ve Göksu'ya gidelim. Çünkü merak ediyorum Çömlekçi masalı yazabilir miyim?

16 Mayıs 2008 Cuma

İzmir...


Ben kendimi bildim bileli sevmişimdir İzmir'i. Bayıldığım kokularla, görüntülerle dolu bir şehir burası. Her geldiğimde tazelenip, mutlu mesud dönüyorum İstanbul'a. Bir süre sayıklıyorum tabii, ah ya keşke orada yaşıyor olsaydık, olabilseydik diye. Oysa artık bunun sadece bir hayal olduğunu ve elbette mümkün kılınamayacağını, köklerimizin çoktaaan İstanbul'da dallanıp budaklandığını da biliyorum...

Cenk kardeşim, İzmir'e gider miyiz diye sorduğunda havalara uçtum sevinçten; elbette gideriz dedim! Orada ne yapacağımızın hiiiç önemi yoktu. Hele bir gidelim de.

Bingül yengemin kedücüğünün tüyleri yüzünden azıcık uyuyabilmiş olan ben, İzmir'de daha havaalanına iner inmez acayip keyiflendim. Hemen bir araba kiraladığımız gibi attık kendimizi yollara. ilk durağımız Muğla'ydı. Gerçekten inanılmaz özlemişim oraları. Sağa sola bakmaktan dikkatimi işe veremez hale gelecektim neredeyse de, Allah Cenk'i vermişti yanıma:))
İşimizi bitirir bitirmez Bıçakçılar Çarşısı'ndaki Kemal'in Yeri'ne götürdüm Cenk'i. Orası her şişkonun, pardon lezzetçinin bilmesi gereken nadide bir noktadır Ege'de. Tabii ben buralara gelemeyeli Bıçakçılar Çarşısı'nın adı olmuş arasta! Yurdumun her yanı arasta zaten!
Fena halde bozuldum bu duruma ama sinirlenmek yerine, dikkatimi Kemal'in köftelerine yoğunlaştırmayı tercih ettim. Altında bol soğan ve üzerinde mis gibi köfteler. Vallahi daha ciddi bir ayrıntı vermek gerekirse Bodrum garajındaki Çakır Ali'nin Köfteleri ile Osmanbey'deki Filibe köftecisi arası bir lezzete sahiptir Kemal'in köfteleri. Kısacası denemek lazım gelir.

Muğla'da fazla kalmadık, zamanımız olmadığı için Cenk'e yol üzerindeki en güzel antik kentlerden biri olan Stratonikaie adındaki muhteşem ören yerini gösteremedim. Aydın ve Söke'den de hızla geçerek asıl hedefe yani İzmir'e ulaştık günün sonunda. Aslında keşke zamanımız olsaydı da Meryem Ana'ya bi merhaba deseydik...

Akşama doğru saatlerinin en güzelini yakalamıştık İzmir'de. Arabanın bagajından bir iki parça eşya alıp üzerimizi değiştirdik sokağın ortasında ve hafiflemiş, yere basmaz bir tempoda yol boyunca uzanan birbirinden güzel evleri seyrederek mekanımıza ulaştık.

Karşıyaka'da biralarımızı yudumlarken, bu kutsal içecek ve elma patates için yaratıcıya şükrettik. Ayrıca ikimiz de Bingül'ün yanımızda olmayışına hayıflandık.. Eee tabii Cenk benden daha çok üzülmüştür:))

Sakin sohbetimiz ve yorgunluğumuzu alan muhteşem biralarımızdan sonra Alsancak taraflarının en güzel otellerinden biri olan Kilim Otel'de - ki kendisi Anba Otel ile beraber çocukluğumun anılarıyla doludur- muhteşem bir oda bulduk. Yani buldum:)) Ayaklarımızın altında körfez! Yoo yo yo, sanırım ben bu manzarayı deliler gibi özlemişim. Amman yarabbim, dönemeyeceğiz İstanbul'a çünkü Cenk de yoldan çıkmış gibi! Odayı ve camına yapıştığımız penceresini gerçekten ama gerçekten, güç bela bırakıp yemek yemek için dışarı çıkabildik. Ve o kadar şanslıydık ki Deniz Resturant'da yer bulduk! Sempatik garsonların tavsiyelerine uyarak başlayan yemeğimizde Yeşil Efe'nin katkısı inanılmazdı. Son yıllarda içtiğim en güzel rakı idi kendisi desem tam olur. Cenk ile sohbetimiz cabası! Yani bir güzel geldi bize bu yemek anlatamam. Sanki İstanbul ve orada bizi bekleyen her şey tuzla buz olmuştu bir taraflarda ve biz bütün bunlardan bağımsız sakin sakin, sanki o şehrin yaşayanıymışızcasına rehavetteydik.

Tüm şehre garip bir Cumartesi akşamı kokusu yayılmıştı. İnsanlar Cumartesi Cumartesi gülüyor ve Cumartesi Cumartesi yaşıyorlardı. Oysa ajandaya baktık; günlerden Pazartesi idi. Vay be dedik, Ege'de olmak bu demek işte; algıda bozukluk!

Zamanı değiştiren bir havası var körfezin. Sonsuz bir huzur ve tatil esiyor kıyıya doğru. Nereden mi biliyoruz, şuradan; içtikten sonra rıhtıma gidip oturduk biraz. Hayat ve benim kafamdaki uzun kuyruklu tilkiler hakkında konuştuk. Bazılarının kuyruğunu keselim dedik, bazılarınınkini örelim! O kafayla öyle komik ama keskin yorumlar yaptık ki tilkiler ters dönmüştür yataklarında! Hey tilkiler döndünüz mü?

E tabii gecenin ilerleyen saatlerinde ertesi gün de çalışacağımız için otele dönmeye karar verdik. Cenk kardeş bir bira aldı kendine, ben istemedim. Yediğimiz muhteşem mezelerin ve rakının tadına kıyamadım doğrusu. Amaaa Cenk pencerenin önüne geçip, körfeze karşı içerken imrenmedim diyemem.

Ertesi sabah İzmir'de uyanmak inanılmaz güzeldi. Gerçi zaten uyumamıştım ya, neyse! Bu Cenk ile aramızda bir sır!!! Di mi canım benim.
Sabahın köründe dizlerimin üzerinde çökmüş bir halde baka kaldım denize. Yavaş yavaş aydınlanmasını ve hareketlenmesini seyrettim rıhtımın. Her sabah böyle uyansam kalbimin kaldırmayacağını düşündüm. Zaten bu sebeple bir yalı dairem yok herhalde!
Ben o dakika vedalaştım İzmir'le. Kimbilir bir daha ne zaman uyanacaktım körfeze karşı?

Cenk uyanıncaya kadar yıkandım, giyindim ve hatta onu aceleye getirmemek için kahvaltıya indim. Aynı çıldırtıcı manzarada kahvaltımızı yaptık ve başladık çalışmaya. Nasıl oldu anlayamadan bitirdik işimizi.Ve baktık ki öğle yemeği saati gelmiş. Elbette bir İzmir sever olarak Reci's de ağırlamalıydı Cenk kardeşimi, ben de öyle yaptım zaten. Ardından olmazsa olmaz klasiği de gerçekleştirip Reyhan Pastanesinde tatlı kahve keyfi yaptık. Vallahi kilo almadık ama alabilirdik!

Aslında hazır buralara gelmişken bir kez daha mı deniz kyısına inseydik diye düşünürken ayaklarımız bizi sahile götürdü. Bu başka türlü güzel şehirle ve 1453 sokakla, birbirinden güzel ahşap evlerle bakışa bakışa bir hal olduk!

Keşke bir gece daha mı kalsaydık. Yo yo kalmamalıydık. Bu endişeyle erkenden havaalanına gittik. Ben uyuyakaldım acayip rahatsız koltukların üzerinde. Uçağa bindiğimizde ise artık ayakta zor duruyordum. Neyse ki güzel bir uçuştu ve bizi bekleyenler vardı İstanbul'da... Yoksa asla dönemeyebilirdik. Hadi Cenk Eylül'de yine gidelim İzmir'e, ama bu defa Bingül'de olsun.



14 Mayıs 2008 Çarşamba

Makale: Aşk Hastalığı.

Ben bu ay sayıklamayacaktım ya, olmadı. Duramayacağım. Neden derseniz, cevabım çok basit: Külkedisi kışkırttı beni! Yazdığı yazı fazlasıyla gerçek ve fazlasıyla iç organlarıma dokunan bir üslup içermekteydi. Hal böyle olunca tutamadım kendimi. Ama bunu sayıklamalara değil de seyahatlere eklemek isterim; "İçimdeki Seyahatler" diye bir alt bölüm hayal edin mesela.

Konu Aşk ve sorular da... :

I/a) Kaç kere aşk hastası oldunuz? (Önemle belirtirim kaç kez aşık oldunuz demedim.)

I/b) Nasıl? Semptomlar neler idi?

I/c) Kaç yaşındaydınız?

I/d) Tedaviniz ne kadar sürdü? iyileşebildiniz mi?

I/e) Kalıcı hasar var mı? Ya da nüksetti mi?

Sevgili Külkedisi cevap hakkınız saklıdır, yorum olarak paylaşırsınız. Ben şimdi kendi hikayemi yazacağım müsadenizle:)))

Bence, ben hiç aşk hastası falan olmadım. Olmam da, bünyem gayet sağlam benim... Der idim eğer biri bana sorsaydı geçen yıllarda. Ama aslında fena halde hastalandığımı ve fakat bu en güzel hastalığı ayakta geçirdiğimi anladığım an, nüksettiği zamana rastlar.

Sar başa ve başla anlatmaya yapalım mı?

Tam olarak ne zamandı anımsayamıyorum ama bir süre önce inanılmaz uykusuzluk çekmeye başladım. Yavaş yavaş yaklaşan yağmurun kokusunu alır gibi tanımsız bir dönemin gölgesi inmişti göz kapaklarıma. Yine de uyuyamıyordum. Durmadan içimdeki bu tanımsızlığı yazıyor ve yazarken ona ad bulmaya çalışıyordum. Üstelik bununla da yetinmeyip, etrafımdaki kadınlarla bol bol sohbet ediyor, onların hikayelerinden kendime sihirli bir cümle bulmak için debeleniyordum. Sonra bir gece, aniden telefon çaldı ve o anla başlayan bir aydınlanma oldu hatıralarımda... Uykusuz gecelerim nihayet anlamlanmıştı, artık uyuyamayışımın bir manası, bir adı vardı!

Fakat bununla kalmadı ki, biraz daha zaman geçtikçe yani gün be gün, daha fazla semptom belirmeye başladı bedenimde... Ve nihayetinde bir sabah ağır bir hastalıktan ya da paramparça kesilip dikildiğim bir ameliyattan uyanırcasına kalktım yataktan. Kalktım mı? Emin değilim. Ama salona kadar süründüm sabahım köründe. Kalbim dokuz fincan kahve içmiş gibi atıyordu gırtlağımda. Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Karnımda garip bir boşluk ve ellerimde kontrol edemediğim bir titreme vardı. Kafamı boynumun üzerinde tutmakta zorlanıyordum. İçimden geçen tek şey bir yere yığılma isteğiydi.
Neden sonra banyoya gittim, soğuk bir duş aldım. Zangır zangır titreyerek kurulanıp, giyindim. Ev halkı uyanana kadar tekrar yatağa döndüm. Sonra o saatleri yok sayarak bir kez daha denedim güne başlamayı. Yine olmadı. "Deneme iki başarısız" diye fısıldadı adamın biri kulağımın içinde.

Ve sonra, balkona çıkıp derin derin nefes alamayarak, soranlara akşamdan kalmayım diyerek tamamladım bitmeyecek gibi ayaklarıma dolanan saatleri. Yatağa yattığımda hala uykum yoktu, fiziksel olarak bir sıkıntım da yoktu. Üstadın dediği gibi: "organlarımda bir sorun yok, bu sadece duygusal kramp!" dedim kendime. Sabah uyandığımda gördüm ki elim kalbimin üzerinde bayılmışım, sanki biri gelip onu benden alacakmış gibi!

Bütün bu tanımlamakta zorlandığım süreç beni evdeki eski kutuların arasında küçük bir gezintiye götürdü; hatıra defterleri, kurutulmuş çiçekler, eski fotoğraflar, hafızanın çorak bahçelerinden fırlayan renkler, görüntüler, kokular...

İlk ve tek aşk hastalığımı keşfettim böylece. Yalnızca bir kez aşk hastası olmuştum ama o zamanlar bunun "aşk hastalığı" olduğunu anlayamayacak kadar gençtim. Sadece onbeş yaşımdaydım ve kibirim, semptomları görmemi engellemişti. O zamanlar içime bakmaktan ziyade önümde uzanan sonsuz (nah sonsuz!) hayata odaklanmıştım. Ne önemi vardı ki, ilk aşkım bambaşka bir seçim yapıp uzaklaştıysa hayatımdan, gelelim ikincisine diye düşünmüştüm belki. Peki ama o zaman neden atamamıştım kurutulmuş çiçeğimi? Neden bir fosilin taşa usulca sokulması gibi işlemişti kalbime? Ben onu neden bunca zaman görmemiştim? Görmezden mi gelmiştim? İçimde kazı yapmayalı amma uzun zaman olmuştu... İnanamadım bulduklarıma.

O zaman, yani mikrobu kaptığım yıllarda hasta olmadığımı düşündüğüm için, iyileşmekle ilgili bir derdim de olmamıştı muhtemelen. Kabullenmemek bazen gerçekten işe yarıyordu. Yoksa yirmi yıl daha yaşayamazdım belki bu hastalıkla. Düşünün kalbinizde iz bırakan bir fosil... Korkmayın, hayal edin! Aslında güzel olduğunu göreceksiniz....

Ben yirmi yıl bu virüsle yaşadım. Ya da ona içimdeki sinsi bakteri mi demeliyim? Yeniden uygun bir zemin bulduğunda yani duygusal direncim sıfırın altındayken bedenimi sardı desem arabesk mi olur acep? Ama gerçek. Bu bütün hücrelerimin bildiği bir gerçek. Şimdi dehşet içinde neler olacağını merak ediyorum. Çünkü bu hastalıkla mücadele edemeyecek kadar bitkinim ve bölünerek çoğalan, her yanımı saran bir meretle karşı karşıyayım.

Her sabah ve her akşam aynada yüzüme ve özellikle gözlerime bakıyorum; içimde saklananın kim olduğunu görüyorum. Ona gülümsüyorum ama adını yüksek sesle söylemiyorum. Korkuyor muyum? Elbette! Doktora gidecek miyim? Hayır. İyileşecek miyim? Kimin umurunda!

12 Mayıs 2008 Pazartesi

İstanbul Boğazı'nda Derin Uyku.

Haftasonu yarış vardı İstanbul Boğazı'nda. Ve bu yarışı ben yaklaşık bir senedir heyecanla bekliyordum. Hadi bir sene olmasa bile altı ay diyelim an azından. Tanıdığım ne kadar yelkenci varsa hepsi ballandıra ballandıra anlatmışlardı boğazı yelken basarak geçmenin farklı bir tadı olduğunu. Tabii hiç biri Kuleli'nin önünde bizi bekleyen muhteşem sürprizden bahsetmemişti!

C.tesi sabahı saat 7.30 gibi Ekber Bey kardeşim beni evden aldı. Mahallemizin pek muhteşem pastanesini ziyaret edip, şemsiye çikolatama ve acıbademimize kavuştuktan sonra 8.00'de teknedeydik. İlk kez Mavi Yelken mürettebatı olarak tam kadro marinadaydık. Yani toplamda altı kişi olmayı başarmıştık. Bunun anlamı da bizim için oldukça fazlaydı.

Ayrıca yarışı takip edip fotoğraf çekecek olan bir yelkenlimiz daha vardı; Şükrü Bey'in Penguen'i. Altuğ, Ekber, Şükrü Bey ve oğlu, yarışın başlayacağı alana kadar rahat rahat ulaşmamızı sağladılar. E hal böyle olunca sabahın ilk saatlerinde doya doya tarihi yarımadayı ve Üsküdar'ı seyrederek başladık seyrimize.
Ben ayrıca keyifliydim çünkü ne zamandır Altuğ ile denize çıkmamıştık. Hatta kızlar doğduğundan bu yana galiba sadece iki kez yelken yaptık birlikte. Ve Ekber'in de ilk yarış deneyimiydi. Bakalım sevecek miydi?

Başlıyoruz..
Saat 11.00'de Esra'nın geri sayımıyla start aldık. E tabii Enişte Bey teknesini karaya çektiği için bu yarışta yoktu ve biz onun dışında kimlerdi rakiplerimiz bilmiyorduk. Neyse diyerekten, büyük bir heyecanla yerlerimize geçtik ve işte boğazdayız!

Gerçekten manzaranın her metrekaresi akıl almaz güzeldi ve ilk yarım saat kendi adıma dikkatimi toplamakta çok zorlandım. Hani eli işte gözü bi yerde denir ya, bakınız halim tam olarak öyleydi. Neyse ki Nurten Hanım ve Erol Hocam'dan zılgıtı yedim de aklımı toparladım azıcık!

Kuleli Askeri Lisesi önüne kadar fazla zorlanmadan ulaştık aslında... Ama asıl macera ya da bence korku filmi tam o noktada başladı. Abarttığımı düşünmemeniz için sadece 90 dakika diyeceğim fakat belki iki saate yakın Bebek ile Kandilli arasında gidip geldik! Ömrümde böyle bir duygu yaşamamıştım. Rüzgar vardı, yol alıyorduk ama gittiğimizi sandığımız bütün o dakikalar boyunca sadece yerimizde sayıp, eğer yanlışlıkla azıcık ilerlersek de fazla zaman geçmeden daha da geriye düşüyorduk. İki kıyı arasında kaç tramola attık gerçekten bilmiyorum. Boğazı ortalamaya çalıştık olmadı, kıyılardaki akıntısız dar koridorları denemeye kalktık o da olmadı. Çünkü akıntısız alanda yeterli tramola sahası yoktu ve bizimle aynı şeyi düşünenler Akıntı Burnu'ndaki beton rıhtıma bindirdiler. E tabii onları görünce daha da canımız sıkıldı. Bütün bunlar olup biterken Penguen, Bebek İskelesi'nin yakınına sığınmış bizi seyrediyordu. Kimbilir ne eğlendiler! Zaman zaman da telefonla arayarak ve el kol işaretleriyle kıyıdan geçin demek uğraşındaydılar. Tabii onlar kıyıya vuran yelkenlileri görmemişlerdi! İşin aslı biz de bir an kıyıda şansımızı zorlasak mı dedik ama yapmadık. Hepimiz tükenmiştik. Iskotaları kaçırmamak için ciddi bir mücadele veriyorduk. Cenovada ise üç kişiydik. Çünkü kimsenin tek başına vinç idare edecek enerjisi kalmamıştı! Ana yelkendeki dramı anlatmayacağım!

Bütün bu gücü ve morali tüketen anlara, yarışı bırakan teknelerin görüntüsü de eklenince epeyce canımız sıkıldı. Fakat ne olduysa oldu ve biz o akıntıdan geçtik! Belki inattan, belki şans ya da Berrin Hanım'ın dualarından. Ama belki de benim vazgeçmişliğimden? "Bazen kaybettiğinde kazanırsın"( ya da tam tersi "bazen kazandığında kaybedersin" ) felsefesine inancımdan.
İşin özeti, ben yalnız olsaydım vallahi de billahi de çoktan yelken melken dinlemeyerek toplanır dönerdim eve ama hocamın sabrı ve Nurten Hanım'ın inancı bizi Anadolu Kavağı'na ulaştırdı.

Kara ya da Kavak...
Saat 17.00 olmadan Kuzey Deniz Saha Komutanlığı'nın bizim için düzenlediği partiye yetiştik. Gerçekten sevimli bir alanda, yemyeşil çimenliklere yayılmış eğleniyordu insanlar. Bizi karşılayan şarkıyı söylemezsem ölürüm, şudur:

"Yalan dostum aşk diye bişey yok,

aşk dediğin üç günlük eğlence,

bilemedin beş gün sürsün.

Kapılıp da sürünen çok..."

Ve akşam güneşinin güzelliğinde sevgili yelkenlimizi kıçtan kara bağlayaraktan hop diye atladık rıhtıma. Amman o ne mutluluktu yarabbim, kendimi en az on ay balina kovalamış ve sonra karaya ayak basmış ehemmiyetli bir balina avcısı gibi hissettim. Eee ben de fena sayılmazdım di mi ya, bir sene evvel Elvan Hanım boğazı yelkenle geçecekler deseler gülerdim. İnşallah yakın gelecekte bir gün Elvan Hanım Kuzey Denizine çıktı desinler:)))

Neyse, ilk durağımız tuvaletler oldu tabii. Ardından yiyecek ve içeceklerle dolu alana doğru çekildiğimizi hissettik. Oradaki atmosfere yenilenler ise ne hikmetse sadece ben ve Berrin Hanım olduk! Sucuk ekmeklerimizle doğamızı bulmuş olmanın keyfine vararaktan ödüllerin verileceği alana doğru ilerledik.

Tören.
Ödüllerin dağıtılması düşündüğümden kısa sürdü. Ödül töreni, Bodrum'da 2001 yılında katıldığım Gant Kupası'ndan beridir nasıl olduğunu neredeyse unuttuğum bir aktiviteydi. Bu sebeple, yani "özgür irademle" orada olduğum ve bu defa gerçekten elimden geleni yaparak yarıştığım için heyecanlandım. Ve hatta ortaya çıkıp ödülümüzü alınca gaza gelip bir sonraki yarışa birinci olmak istedim. Anlayacağınız destek gurubunda ikinci olduk!

Her şey bir yana, ne ödül, ne yarış; insan durup da, Erol Hoca'nın yüzüne bakınca, vay be diyor, inanç ve sevgi böyle midir? Adam suya inanmış, gerisi boş. Bizi de yani en azından beni de buraya kadar taşıyan hocamızın inancı ve yumuşak kalbi olmuştur. Ödülü bilmem ama onu mutlu ettiysek ne güzel.

Dönüş.
Boğaz trafiğinin açılacağını da düşünerek dönüş yoluna çıkmak için gecikmemeye karar verdik. Elimizde şaraplarımız, şapkalarımız ve tabii ödülümüzle atladık yelkenlimize. İşin güzel tarafı sanki o saatlerce süren yarışı biz yaşamamışız gibi sakinleşmiştik. Ve tabii rüzgarın bu kez bizden yana olduğunu ve akıntı ile savaşmayacağımızı bilmek çok rahatlatıcıydı. Zira Esra'nın elleri mahvolmuş, Berrin Hanım ve ben ise yediğimiz onca çikolataya rağmen uyuklama modundan çıkamamıştık. Sanırım Dilek de epeyce uykuluydu. Çünkü sesi soluğu kesilmişti! Oysa hanımım ne güzel ses veriyordu cenovada!

Neyse, tekneyi avara ettik ve bastık balonumuzu. En fazla yarım saat daha direnebilen ben, sonunda attım kendimi teknenin bordasına ve başladım uyuklamaya. Bu uyku var ya, dünyanın en güzel uykusu. Bana sorarsanız abartırım ve derim ki, belki annemin karnında bile bu kadar güzel uyumamışımdır. Kulağımın dibinde su ve rüzgar sesi, yüzümde tatlı bir akşam esintisi, karnım tok, üşümüyorum ve gözümün önünden akıp giden bir manzara... Bu mudur? budur!

Bir ara Rumeli Hisarı'nı gördüm hayal gibi, sonra uyur uyanıkken aklıma tilki, gül ve Küçük Prens'le ilgili şeyler geldi. Güleyim mi üzüleyim mi bilemedim. Ardından yine ağırlaştı göz kapaklarım ve Erol Hoca'nın kafamı ezmesine saniseler kala uyandım! Adamcağız unutmuş beni orada, neredeyse suratıma basacaktı.
Bu durumda şansımı daha fazla zorlamayaraktan yattığım yerden kalktım ve o mayışmış halimle Berrin Hanım'a fotoğraf için poz vermeyi ihmal etmedim. Tabii yanımda Esra da vardı, her yarışta bir fotoğrafım olmazsa Esra ile eksik hissediyorum kendimi:))

Fotoğraf merasiminden sonra daldım gittim yine boğazın sularına. Geçen her dakikayla gökyüzündeki renkler de güzelleşmeye başladı ve ben ne tarafa bakacağımı bilemedim. Topkapı Sarayı, Selimiye Kışlası, Galata Kulesi... Oooo amma güzel bizim şehir yaw. Son dakikalarımı Nurten Hanım'la şehre hayran hayran bakarak ve bir elimde motor diğerinde telefon, mesaj yazmaya çalışarak geçirdim.

Eve Gelmek.
Marinaya ulaştığımızda Ekber Bey kardeşim gelmişti beni almaya. Herkesle vedalaşıp öpüştükten sonra atladık motorumuza ve en yakın pizzacıya uğrayıp hızlıca evimize geldik. Annem zaten Galatasaray'ın şampiyonluğundan iyice çoşmuştu, üzerine yarıştan kalan şarap ve pizzalar da gelince iyice keyiflendi. Aramızdaki tek masum, Fenerbahçe taraftarı olan Ekber idi ama O da Allah için iyi idare etti! Üzülme Ekber'ciğim, seneye siz şampiyon olursunuz!!

Güzel ve uzun bir yemekten sonra uyudum. Rüyamda yelkenliye binmiş bir tilki, elinde de bir gül gördüm. Kıyıda Küçük Prens'e benzeyen biri aval aval bakıyordu ve yanındaki koyun yüzündeki ifadeyi seçemediğim kadar uzaktaydı...







8 Mayıs 2008 Perşembe

En Küçük Lilith'i Tanıyor Musunuz?

İçimdeki labirentin İsimsizine ve kurtarıcım olan Prenses'e itaf edilmiştir..

I.

Adam, kadına "Pandora'nın kutusu gibisin" dediğinde, kadın sabaha kadar uyuyamadı; çünkü adam haklıydı ve aslında haksızdı.
Kadın; kalbimde ve gelecekte bana bile saklı bazı kutular olduğu doğru fakat eğer içlerinde ne olduğunu bilseydim ya da hiç olmazsa sezebilseydim mutlaka ona söylerdim diye düşündü.

Sonra yaradılış efsanesine gitti aklı, Lilith yokmuş gibi yaşayan tüm erkeklerden nefret etti. Çünkü bu kadın vardı. Yaşamıştı. Kanıt mı? Onun ruhundan türeyenler hala etraftaydı; Almanya'da, Harikalar Diyarı'nda, aynada, bir ejderhanın gözlerinde ve daha pek çok yerde.

Ve efsaneye göre bir tanesi vardı ki...

II.

Bir labirente sürüklendim dün gece, tam ortasında bana ait bir içdeniz olan. Ya da söyle; dün gece, içdenizimde sakin sakin yüzerken tam suyun ortasında bir labirent belirdi...

O akşam Kostantinopolis'in en sevdiğim noktalarından birine gittim; At Meydanı'na. Hiç at yoktu, ama atların nal sesleri sıkışmıştı taşların arasına. Gün sonu serinliği ve sakinliği sarmıştı meydanı. Güneşe çevirdim yüzümü, kaybolmadan önce son kez ısıtsın diye ve iyice bıraktım kendimi ışığına. Sonra elimdeki kitaba döndüm. Kitabın kahramanı bir kehanette bulunuyordu, gözlerini kocaman kocaman açmış avaz avaz anlatıyordu olacakları ama ben duymazdan geldim. Her zaman yaptığım gibi bilicilere tıkadım kulaklarımı. Sonra atların nal seslerine, telefonumun sesi karıştı. Hızlıca bu yüzyıla geldim ve yine hızlıca geri döndüm Kostantinopolis'e. Bir ıslıkla aslında artık olmayan atlardan birini çağırdım, atladım sırtına ve İsimsiz şovalye ile buluşacağım yere doğru yol almaya başladık. Güzel bir bahçede kahvelerimizi içtik ve ardından köprüye gidelim diye düşündük. Aslında ben düşündüm, o söyledi. Hatırladım; köprüler birleştirir ve köprüler ayırır demişti kitap.

Bir atı yoktu. Muhtemelen yanına almamıştı. Kalbi dışında sahip olduğu bir tek şey dahi yoktu yanında. Yalnızca kalbini alıp gelmişti demek! Ama çok önemli değildi, elimi uzattım ve onu atımın arkasına aldım. Fakat anında fikrimi değiştirdim. Masaldaki şovalyeler asla kadınların idare ettiği atlarla seyahat etmezlerdi. Dizginleri ona verdim ve ben arkasına geçtim. Ama beline sarılmadım. Sarılsaydım korkardı muhtemelen çünkü kalbimin sesini saklayamazdım. Ayrıca en son ihtiyacımız olacak şey nal seslerine karışacak bir kalp gümbürtüsü olurdu. İçimizdeki savaşlarda yeterince uğuldamıştı kulaklarımız ve ihtiyacımız olan tek şey mutlak sesizlikti.

At yolu biliyordu. Köprünün tam ortasında durdu. Bana, sanki hayatın tam ortasında durmuş gibi geldi. Onunla vedalaştık ve merdivenlerden suya doğru inmeye başladık. Köprü, Belvedere isimli tablonun gizemini düşündürdü bana. Aklıma nereden geldi bilemedim. Tıpkı o tablodaki gibi hem çok anlaşılır, hem de asla çözülemez günlere, ufuklara yaklaştığımızı sezdim sanki. Aklımdan geçene görüntü olmuştu tablo. Tabloda yan yana duran kimse olmadığını da anımsadım... Hepsi yalnızdı. Yalnızdık.

Sarayın karşısında oturduk, çok geçmeden kocaman bir kıvılcım belirdi denizin üzerinde, ben bu kıvılcımı tanıyordum. Geri dönmüştü, yalnızdı. Bu defa prenses yoktu sırtında ve bana göz kulak olmaya gelmişti besbelli. Varlığı rahatlattı. Kadehime doldurulan içkiden kocaman bir yudum aldım ama neye kadeh kaldırdığımızı duyamadım; geçmişe mi, geleceğe mi? Sormadım. Gözüm ejderhaya takılmıştı bir kere!

Büyülü balıkların, gönüllü ve boylu boyunca uzandığı tabaklar geldi önümüze. Balıklar bize, biz balıklara teşekkür ettik içimizden. O ana kadar hiç bir yemek bilmiyorum ki bu denli törensel bu denli fazla anlam yüklenmiş olsun...

Denize, saraya ve birbirimize bakarak ama özellikle içimize bakmayarak, aslında yemeğin tadını bile alamayarak oturduk orada. Beni en çok korkutan onun kolundaki saatti. O hiç saate bakmazken ben gözümü alamıyordum.

Bütün gece anılar verildi, anılar alındı. Çiçekler kasalara saklandı, sözcükler gözlere. Duvarlar yıkıldı, barajlar bombalandı. Ayakkabılarımızı, zırhlarımızı ve saç tokalarımızı attık suya. Her şeye anlam yükledik, tüm anlamları rıhtıma boşalttık. Hesaplaşmadık ama uzlaşmadık da. Ne bir orta yol vardı, ne de yan yol bizim için. Kazma ve kürekle yeni yollar, köprüler ve hatta tüneller kazmamız gerekecekti. Kollarıma baktım, düşündüm; acaba yeterince güçlü müydüm?Kalelerimize girmek için hendeklerden geçmek, hendeklerde yüzen timsahlara doğru sözleri fısıldamak gerekecekti... Çok gereklilik ve az zaman vardı. Gözüm saatine takıldı....

İndiğimiz gibi çıktık merdivenlerden, ejderha köprünün üzerinde bekliyordu. Onun tereddütleri vardı bir ejderhayla uçmak hakkında ama itiraz etmedi. Atladık sırtına yüce ejderhanın ve şovalyenin kalesine uçtuk.

Bahçeye indiğimizde kocaman kilitler ve taş duvarlar gördüm.. Sonsuz basamaklardan tırmandık kuleye. Ve...

III.

...Uyandım. Ne at vardı, ne meydan. Ne şovalye, ne de köprü. Yastığımın yanında boylu boyunca uzanmıştı İkea'dan aldığım oyuncak ejderham... Prensesimin fotoğrafı da tam karşımdaydı. Gözüm saate takıldı, sabaha karşı 4.00.

6 Mayıs 2008 Salı

Rüyamda Ada Gördüm Dün Gece...


Bahar masallar anlatmaya başlamış duyuyor musunuz? Ben, dün kocaman bir masal kitabının ilk sayfasında dolandım durdum rüyamda; çiçekler, deniz ve ada... Sadece bedenime değil, asıl ruhuma çok iyi geldi bu masal. İçime külçe gibi oturan, uykumu ve iştahımı yok eden tüm düşüncelerimi iskelede bırakıp çıktım karaya. Huzurla, sakinlikle yürüdüm, yürüdük saatlerce. Gördüğümüz tüm gülleri ve yaprakları kokladık. Yaprakların kenarında incecik bir çizgi oluşturan ve denizin üzerinde ışık oyunlarıyla göz kamaştıran güneşe döndüm yüzümü.

Yanımdaki insanın hafifliğine ve sükunetine duacı, seyrettim etrafı. İçime bir an bile bakmadan kayboldum doğanın güzelliğinde. Çok iyi geldi. Küçücük çiçeklerle süslenmişti caddeler, yeni doğmuş taylar vardı ormanda. Kiliseye giden yokuşta ise dilekler bekliyordu bizi... Ben yine aynı şeyi diledim. Hatta yazıp, dilek kutusuna da attım. Fakat bir farkla; bu kez olacak dileğim, eminim.

Kiliseden çıkıp, dünyanın en lezzetli yemeğini yedik. Ve o gün görebileceğimiz en güzel günbatımını izledik. Fakat bu günbatımı Küçük Prens'in ki gibi hüzünlü değildi, daha çok iyi şeylerin habercisi gibiydi. Sakinleştikçe gevşedim ve kalbime kan pompalandığını hissettim. Birbirinden güzel evlerin ve çıkmaz sokakların arasında dolaşarak iskeleye kadar yürüdük. Dönüş yolunda bulduğumuz salıncakta sallanmayı da ihmal etmedik.

Adanın yavaş yavaş çöken akşamında, çarşı içinde sanki onlardan biriymişiz gibi usulca dolaştık. Dahil olmadığımız bir hayattan sahne çalmanın değil, imrenerek kıyısından geçmenin sevincini hissettik. Sokak lambasının altından geçen köpeğe ve cumbalı evin kıyısında duran bisiklete güzel bir kareye sebep oldukları için teşekkür edip, sahlep içmeye deniz kıyısına indik. Ve tabii hiç istemeyerek bir saat sonraki vapura bindik.

Ben, adaya çıkarken bıraktığım külçeyi almadım. Unutmuş gibi yaparak hızlıca geçtim iskeleden. Ardım sıra geleceğini biliyordum onun, ama yine de bir iki saat kazanmaya çalıştım. Şansımı denemek ve şansıma güvenmek zorundaydım. Eve gelince elimde kalan adını bilmediğim güzel kokulu çiçeği en sevdiğim defterin arasına koydum. Bakalım kaç yıl saklayacağım?

2 Mayıs 2008 Cuma

Mazeret İzni Kullanabilir Miyim?

Mayıs ayını yazısız bırakmak istemiyorum ama sanırım bir süre yazamayacağım. En azından son zamanlarda alıştığınız gibi "sayıklamalar" başlığı altında yazmayacağım. Çünkü içinden geçtiğim dönem sayıklamaların da ötesinde; koma hali.
Yazarsam gizlenmem gerekecek. Ama öte yandan blog samimiyetini kaybetsin istemiyorum. Bu nedenle Eda Liza için yeni bir masal yazmayı deneyeceğim; İçdenizimin tek hakimi, beni sımsıkı kucaklayan, kollarının iyileştirici gücü olan prenses için. O bana sarıldıkça ben yazmaya sarılacağım.
Siz müzik, resim, fotoğraflar ve epigraflar/alıntılar için uğramaya devam edebilirsiniz buralara.

Yakında görüşmek üzere..

Şampuanı bitmiş Rapunzel'den sevgiler...

1 Mayıs 2008 Perşembe

Bütün Hücrelerimin Bildiği..

Acayip bir gümbürtüyle uyanmadım bu sabah, çünkü o acayip gümbürtü yüzünden uyuyamadım zaten... Karnım ağrıyor, tansiyonum düştü ve ellerim buz gibi. Yataktan kalktığımdan beri etrafta olan bitene dahil değilim. Çalışıyorum, kahve içiyorum, konuşuyorum ama daha çok bütün bunları yapan bedenimi yukarıdan seyrediyor gibiyim.

Dün gece içinden geçtiğim hayatın komasındayım...

Yüzlerce resim var gözümün önünde, hepsi param parça; rüyalarım, kabuslarım... Adamın biri kalbimi tavlaya saklamış, ben arayıp arayıp bulamamışım. Sonra bir başka adam tavlayı açmış kalbimi bana geri vermiş. Zarları elime tutuşturmuş yüzünü görmediğim sevgili. "Haydi atsana" diye bağırıyor hiç bilmediğim soğuk bir dilde. Penceredeki sardunyalar solmuş. Sonra vazoya güller koymuş annem. Eski mahallemizindeki fındık güllerine benziyorlar. Hızlıca gitmiş rüyamdan gülleri getiren. Kokusu kalmış kazağımda içinden geçtiğim hayatın. Ama yıkamak zorundayım çünkü vicdan azabı dökülmüş üzerine. Ağlıyorum. Herşey birbirine karışmış. Rüya desem değil, kabus hiç değil. Gerçek? Evet, bütün hücrelerimin bildiği bir gerçek. Ve ben artık bunlar hissedilmemiş gibi yaşayamam.

Çok hastayım. Ölmeyeceğim ama asla iyileşmeyeceğimi hissediyorum.

Bugün 1 Mayıs. Belki ilk kez annemin doğumgünü olmaktan fazlası var bu sabahta. Bütün sokaklar çilek kokuyor, sanki herkesi sevebilecek kadar büyüdü kalbim. Aslında bu tehlikeli bir hal, içinde çiçek açan o kadın gibi yavaş yavaş ölebilirim. Fakat sihirli bir kolye var boynumda, sanırım bu yüzden henüz ölmüyorum. Ya da beni o öldürüyor; gizli gizli. Yine de korkmuyorum, hastalığımın seyriyle ilgili bir daha hiç yazmayacağım. Başa sarıyorum ve masallara dönüyoruz. Herşey Eda Liza için!